Mavisu Kahya
Bir kere daha: “Yaşasın Sanat! Yaşasın Sahne!”
Uğurlar olsun geçip gidenlere; can suları dileriz taze kan getiren, yetişenlere! Hem kağıt, hem yer üstünde, sanatımıza kasteden türlü kıyımlar sürerken, İzmir’de 32. defa Tiyatro Günleri hayata geçti. Hemen öncesinde de Kukla Günleri gerçekleşmişti. Yerli, yabancı, büyük, küçük çok sayıda topluluğun işleri, ürünleri, programları tıka basa istila etmişken, bir yandan Devlet Tiyatrosu ile Devlet Opera ve Balesi de salonları izleyicilerle doldurmaya devam etti. Bu yıl Tiyatro Günleri, belediyeye düzenlenen operasyonlar çerçevesinde tutuklu kaldığı sürede gittikçe kötüleşen sağlık durumu yüzünden geçtiğimiz sene yaşamını yitiren, turne organizasyonlarıyla tanınan Aysa Prodüksiyon’un kurucularından, emek verdiği projelerle hatırlanan Alattin Erarslan anısına yapıldı. DEÜ GSF Deneme Topluluğu, Suat Taşer Kısa Oyun Yazma Yarışması’na katılanlar arasından sıyrılıp çıkan dört kısa oyunu oynamadan hemen önce 16. defa Muhsin Ertuğrul Tiyatro Emek Ödülü, Tiyatro Bilimi dalında Prof.Dr. Nurhan Karadağ’a takdim edildi. İşte böylelikle çağlayarak seyirci topluluklarını oradan oraya sürükleyen bir tiyatrolu baharın, çeşitli yönleriyle nasıl akıp gittiğini kimi izlenimlerimden aktarmaya çalışacağım.
Bahar: başı mart, kışın silinip uzaklaşması, 27 Mart dünya tiyatrolar gününü izleyen, Dionysia coşkusunun yerini Shakespeare ayına bıraktığı zaman ikincisi, nisan… Gerçekten mucizevi bir uyanışın hala hayatımızı sardığı, ruh halimize dirilişin uğradığı zamandır. Ne mutlu ki martta, büyük ozanı pek çok defa sahneye taşıyan Malcolm Keith Kay’in eliyle, yine, herkesi dehşet ve espriyle koltuğa mıhlayan bir Shakespeare oyunu izleme fırsatı buldu şehrimiz seyircisi. İngiliz Edebiyatı denildiğinde akla gelen en büyük isimlerden Shakespeare, hayranları, hala tartışmalı varlığı veya gerçekliği, efsanevi yönleri, çetrefil metinleri, çağını aşkınlığı ile kimisini korkutur, kimisini kendine inandıramaz, nice mevzular kurcalamıştır, iktidarla geçinmiş, akıl almaz laflar etmiş, kendine yer edinmiştir; ama mutlaka yıllardır, belki yaşadığı dönemden bu yana hep, akılları bir şekilde meşgul eder. Ulaşılamaz görünen tahtında onun ister muzip bir oyuncu veya ozan, ister kurnaz bir adam, ister eşcinsel eğilimli, ister anonim, ister pir veya her şeyden biraz – tam bir “çağının adamı” – olduğunu düşünenlerden olun; onu anlamaya (ve tabii anlatmaya) çalışmak, hele ki bir eserini gerçekleştirmek, yine cesaret ister. Bu konuda sevgili M. K. Kay’in ustalıklı ellerinden çıkmış bir başka başarı örneği de Fırtına veya orijinal adı ile The Tempest; övgülerin ötesinde, izleyiciden teşekkürü, böylesine görkemli ve ulaşılabilir kılınması sebebiyle, fazlasıyla hak ediyor. Aynen geçen sezon Romeo ve Juliet’e yaptığı “diriltme büyüsü” gibi, tılsımlı bir kara kitabın sayfalarından sıyrılıp önünüze fırlamış, sahnede belirivermiş, masalsı bir oyun, çevik ve sağlam Fırtına. Eserle buluşan Devlet Tiyatrosu seyircisinden, Kay ile çalışan oyunculara, herkesin bu noktada gerçekten şanslı olduğunu düşünüyorum.
Ve Karşınızda Malcolm Keith Kay: Sahnede Ege Kıyısına Yerleşmiş Bir Sihirbaz
Tiyatromuzda doğaüstü bir tıkırtı varlığını sürdürüyor. Kay, ne yapar bilir misiniz? Oyuncularını rampalardan atlatır, halatlarda sallandırır, kafese koyduğu görülmüştür! Onları aşık ve sarhoş eder – gözlerinizin önünde, yerdeki kapaklardan içeri hayali dehlizlere yollar, giydirir, soyar, kanatlandırır ve sırılsıklam ıslatır! Evet, sahnede tam da Fırtına oyununa yakışan türlü büyücülükler, kanatlı melekler, türlü mahlûkatlar, hipnozlar, uyuyan ve uyananlar, aşka düşenler, yetmedi denize ve dereye düşenler, şapır şupur sulara yuvarlananlar, hepsi var! Teknolojinin olanakları, aynen kostümlerde yakalanan “eski mi – yeni mi” dengesi gibi, oyunun orta yerine, yetkinlikle yerleştirilmiş. Böylesi zorlu bir eserde, çağından uzaklaşmadan çağımıza ait imkânlardan faydalanmak aslına bakarsanız iyi sahnelemenin açarı denebilir. Yakaladığı atmosfer öylesine “Shakespearean” (Shakespeare vari, Shakespeare’e ait) ki, oyunun bitiminde Konak Sahnesi’nin o devasa (ve Sanat Yasası’nın ortadan kaldırma tehlikesi altındaki) yaşlı kapılarından çıkarken eminim hemen her birey, bambaşka çağlara, hikâyelere, hislere ve düşüncelere uğramış; kendince biraz olsun değişmiştir.
Özel efektlerin şaşırttığını itiraf etmeli; anlaşılan ileride Bahadır Abşin’in adını duyacağız. Bir benzerini Turandot temsilinde (2012) İzmir Devlet opera ve Balesi’nde görmüştük hatırlarsınız ışık oyunları etkileyiciydi. Pekâlâ, İmparatorluk dönemi Pekin’inde lazerin duman makinesinin ne işi var diyivermek kolay; ancak buradan hemen Directors’ Theater[1] (Yönetmenler Tiyatrosu) eserinin hemen girişinde bahsedilen yönetmenin doğuşu (ve “yükselişi”) eleştirmenlerin dahi yazarları nasıl yorumladığı ile günümüzdeki halini almış engellenemez bir durum olarak değerlendirilir. Yazara neredeyse kasteden (T. Kantor ve R. Wilson gibi) aşırıya kaçan örneklerin dışında ılımlı olan, belirtilen zaman ve mekâna sadık kalma titizliği gösterenler vardır; fakat genellikle “çağdaş yönetmen yazardan tamamıyla uzaklaşır”. Çünkü “sahnenin yazarı” kendisidir. Sahneye aktarmak istediği sanatsal düşünce/öz için, “kesmek”, “düzenlemek” ve “yeniden yazmak” modern yönetmenlikte neredeyse kaçınılmazdır. Bu yüzden belki, bir İngiliz Edebiyatı uzmanı titizliğiyle saygı değer şairin tozlu sayfalarına tumturaklı incelemelerde bulunmaktansa, bir çift korsanın, birbirini yiyen soylular ve lordların, küçük Calibanlarla adayı doldurmak sevdasına düşen Caliban’ın, bir nevi görücü usulüne kurban giden ve tek tanıdığı erkeğe şıp diye âşık olan genç bir kadının, pek tabii atmosferin peşine düşmek, bunlara kafa yormak daha yerinde değil mi?
Shakespeare, üzerine düşünenleri, insan doğasının değişmez karanlık köşelerini, derinlikli zekâ – duygu – yanıltma ve dalavere yüklü bileşenlerini, kişilik veya akıl diye ifade ettiğimiz özünü kavrayışı ile kendine hayran bırakmıştır. Karakter yaratmaktaki yetkinliği, yazınına çağının ötesinde bir anlam yüklemiştir. İpte yürürken topları havada çeviren cambaz gibi kelimeler ve kavramlarla oynar. Diğer yandan onu yorumlamak zordur derken nelere ne kadar sadık kalınacağı, kalınabileceği mesela tartışmalara sebep olur.
Hemen güncel bir örnek: Shakespeare’in “450. doğum yılı 19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde de […] kutlanıyor”. 19.yılında, 7 yabancı 33 yerli topluluğun katıldığı festivalin etkinlikleri, 5 Hazirana kadar takip edilebilir. Propeller Theatre Company oyunlarında Shakespeare dönemine uygun olarak yalnız erkek oyuncular sahnede. Böylesi bir yapımdan bahsederken, daha başka beklentilerle, belki o sözünü ettiğim edebiyatçı titizliği ve büyüteciyle ortaya çıkabiliriz. Zaten “sanat yönetmeni” Royal Shakespeare Company’nin kurucularından birinin oğlu Edward Hall, bu da bağlı olduğu bir gelenek var diye düşünmemiz için sebep olabilir. Kaldı ki hemen her yazar için eserini gerçekleştirecek olanlara emanet etmek en büyük güçlüktür. Röportajlarda, araştırmalarda hep yanlış anlaşıldıklarını parantez içine sıkıştırıverir; “en iyilerinden biriydi ama nefret ettim yine de” gibi sözler söylerler. Modern zamanlarda uçuk kaçık fikirler aklında dört dönen yönetmenlerin, rejisörlerin kendini sahnede ifade etme özgürlüğü de işin içine katılınca (bu özgürlüğü kullanmakta çekimser biri yönetmen olmaya hiç yeltenir mi) “her sefer yeni bir eser” türetilmiş özdeyişi ile ortaya çıkasım geliyor. Peki, o zaman neden illa birinin sabrını taşıran bir sapma oluyor? O da eleştirinin kişisel beğeni ile kesiştiği, estetik yargıların, beklentinin, algının bir araya gelip damak tadımızı oluşturduğu yerden çıkıyor olsa gerek. Yakalamaya özen gösterilen bütünlük olmalıysa, akla illa ki Bahar Noktası örneği düşüyor, kaynak dilde zamanın izleyenine yaşatılanları, benzeri şekilde hedef dilde zamanın izleyicisine yaşatılmalı diye de düşünebiliriz. Bundan çıkarılan yöreselleştirme, kimine fazla gelirken kimi bunu daha anlaşılır bulur. Propeller Theatre Company de projeksiyon, çeşitli müzik türleri, maske ve animasyon kullanmaktaymış.[2] “Klasik” yanlarına sadık sayılacak bir yapım bile benzeşiyor bu noktalarda.
Üzerine söz söylemesi bile hata payından ötürü, göz korkutan cinsten. Shakespeare, müzede karşılaştığınız, bin yıllar önceden kalan, dokunduğunuz diğer her şeyden çok daha kadim herhangi bir nesnenin yüceliğine sahip kelimeler dokuyan biri… Pek çok şair, yazar böylesi bir kategoriye yerleştirilebilir.
Dönelim İzmir DT’den geçen “Shakespearean” “Fırtına” ya, özellikle korsanlar, Miranda, Caliban ve Gonzalo rollerindekiler, oyunculuk manasındaki başarı performansları ile yapımın hantallığını gideriyordu diyebiliriz. Gözden kaçırmamak gereken bir diğer nokta da, bana kalırsa, (DEÜ GSF Dramatik Yazarlık ve Dramaturgi mezunu) Gülcan Kay’in, bu yapımın ardındaki önemli isimlerden biri olarak anılması gerekliliği. Kendisi, eşi olan yönetmenin ekiple, yapımın dilimizle, oyuncularla, izleyiciyle, iletişimini ve bağlantısını sağlamakta büyük bir sorumluluk almış, bir köprü kurmuş olmalı[3]. Kay çifti yıllardır çeşitli ülkelerde, büyük yapımlarda omuz omuza çalışmayı yaşam biçimi haline getirmiş tiyatro insanları olarak göze çarpıyor, bizlere umut veriyorlar.
Tiyatro Günlerinin En Genç Yönetmenlerinden Biri
Bu durumun ilginçtir ki bir diğer “tazecik” örneğineyse İzmir’in Tiyatro 4 ekibinde, 32. Tiyatro Günleri’nde rastlıyoruz. Ben, Feuerbach için üşenmeyip izleyiciyi salona bizzat kabul eden, pırıl pırıl gözlerinden biraz olsun okuyabileceğiniz o güzel dünyasını bizlerle paylaşan gencecik bir kadın yönetmen: Derya Efe Uluca… Konusu itibariyle oyun biraz korkutsa da, tam korktuğum yerden beni yakaladı. Soluksuz yakınan, söylenen, türlü kılıklara giren, bir ona bir buna bürünüp, ruh halinden ruh haline sıçrayan bir oyuncunun çırpınışı, sahneye geri dönme isteği, belki bu sanatla ilgilenen, “içeriden” birileri için daha ilgi çekici, ironik, komik, izlenesi, anlamlı veya özel olabilir. Bir ihtimal, fazlasıyla etkilenmem bundandır. Ancak oyunun ritmi, enerjisi, alan kullanımı, şiddeti oldukça yerindeydi. Örneğin “bir devir bekledim sizi, o zamana kadar bir tanrı oldunuz!” diye haykırırken, yeniden sahneye, ışığa çıkmayı bekleyen ve ömrünü buna adamış bir oyuncunun ‘ne olduğuna’, ‘nasıl hissettiğine’ hatta insana, sanatçıya, üretmeye dair kocaman bir soru işareti ortaya atıldı. Fevkalade yankı buldu akıllarımızda. Bir yandan sanırım bu oyun için sahnenin, tiyatronun içine (iç-aksiyonuna/ iç-işlerine), benliğine ayna tutuyor da denebilir; tiyatroyu konu eden tiyatro örneğiyle karşılaşmak sıra dışıydı. Bir yandan da ne anlattığının belki çok önemi yoktu çünkü insani bir debelenmeyi etkileyici bir üslupla, canla başla ve doğal olarak yine insan bedeni aracılığıyla anlatıyordu. Kavramsal olarak iç içe geçmiş bir şeyler vardı. Tam bir tiyatro eseriydi benim için diyebilirim.
Derya Efe Uluca – Kaan Uluca çiftinin “daha özgür ve başına buyruk tiyatro yapabilme isteklerinin ürünü”[4] olarak kurdukları zımba gibi toplulukları Tiyatro4 ile muhteşem bir yola çıktıkları kesin. Başrolde Kaan Uluca’nın dehşet veren, mahveden, köşeye sıkıştıran, ağzınızı açık bırakan, önü alınamaz enerjisine eşlik, Doruk Ordu ve Nilay Gök’ten, dramaturji de Nazlı Doğan’dandı. Aynen yedi yıl önce olduğu gibi bakın hala dergiler Feuerbach’tan söz ediyor! Feuerbach’ı dinleseniz, “yukarıdan bir ışık düşer, kafanız apaydınlık olur”. Elbet yaşama dair kendinize değen bir şey bulursunuz. Dilerim bu yapımı da yeniden sahnelerde yakalamak mümkün olur. Şu bizim (ne yazık ki), erkek egemen tablonun kenarına iliştirilmiş bir kadın işte, ufacık, umut hanesinden sızan bir tutam ışık olarak Derya Efe Uluca’yı, Tankred Dorst’u elinden tutup bize getirdiği ve oyunu beraber böylesine sağlam ayağa kaldırdığı ekibin başını çektiği için bir yana, pek kıymetliler kısmına ayırıyoruz!
Şimdi Tiyatro Günleri’nin kadın sanatçılarına dair bir diğer noktaya giderek bu merasimi sürdürmeme izin verin. Organizasyonun varoluş çabasında, tam bir ana kraliçe olarak emek veren, kendini bu yola adayan Prof. Dr. Hülya Nutku açış yazısına, (Prof.Dr. Özdemir Nutku’nun da başlangıç töreninde ilk ağızdan dile getirdiği ve aklımıza kazıdığı) “Sanat uzun, hayat kısa” sözüyle başlıyor (Lat. ars longa, vita brevis). Konuşma esnasında çevremde pek çok kişi, benim gibi kaleme sarılıp bunu not düşüyor. Bilmiyoruz ki sonraları bile aklımızdan atamayacağız. İnsan yaşamının sınırlarını aşan sanat, sanatçının kendisinden ve çağından büyük bir hal alıyor diye görüyorum kısmen bu ağır sözün içini. Sanat sürekli yaşamın kendisi gibi, ama özneler üstü, daha büyük, görkemli, kolektif, ortak, evrensel bileşenleri var. Yaşamı aşıyor, insan ömrü kısıtlı sanatın azameti karşısında. Yaratıcısını aşan eserler gibi. Bu aşkın gücü destekleyecek olan da bizler miyiz? Tiyatro Günleri kadınları pek çok, öte yandan, aynı kitapçıkta Prof.Dr. Murat Tuncay da Fasülyeciyan’a kadar götürüp bizi şu lafı anımsatıyor “güneş var oldukça gecelerin hakkından gelecektir gündüzler ama bu karanlığı alkışlar ve süpürgeler temizleyecektir”. Bu 32. kez çıkılan yolda, daha başka genç kadınlar da, Işınsu Ersan, Jülide Derya ve Selda Uzunkaya yine birden çok oyunda, tasarım, oyunculuk, koreografi, yönetmenlik, dramaturgluk alanlarında emeklerini ortaya koydu. Afişlerde gözünüze çarpan genç tiyatro kadınları olan onları da selamlıyorum; tabii (üzerine yasa tasarısının gölgesi düşen) Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği Kanlı Nigar müzikalinin librettisti olarak Yrd.Doç.Dr. Özlem Belkıs’ı da (işleriyle ilgili detaylı yorumlara sahip olmasam da isimlerini anmadan edemedim)… Son olarak, dört kısa oyun ile Suat Taşer Kısa Oyun Yazma Yarışması’nda yarışan ürünleri sahneye koyulan kadın öğrenci-yazarları GSF’nin: Yelda Arıtaş, Dilek Şenman, Fatma Özcan, Zeynep Erdal, sizlere de tebrikler. Hayatın kısa, sanatınsa sürekli olduğu tiyatro dünyamızda, sürekliliğe, tükenmeyen zincire birer halka da siz eklediniz.
Bir diğer (üstelik efsanevi) tiyatro çifti Dario Fo ile Franca Rame’nin, Kadın Oyunları’nı sahneye taşıdığı için burada söz müsaadenizle, Zeynep Nutku’ya geliyor. İncelikli mizahı, birbirinden değişik kadın ruh hallerinde dolaşıp yetkinlikle bunları izleyiciye aktardığı için; histeri, gülme, ağlama, katil olma, anne olma, ortalık süprüntüsü olma, hayrete ve dehşete düşmeyi, bıkkınlık ve gündelik sıkıntıları, varoluş sorgulaması, bebek poposu yıkama, anahtarları kaybetme hallerini, olağan hallerimizi hatırlattığı için… Bir nefeste Fo ve Rame’nin İtalyan ama aslında evrensel dertlere dolanmış kadınlarının yükünü yüklendiği için, teşekkürler. Evire çevire ortaya döktüğü saçtığı insan suretlerini ne mutlu izleyene. Kadın Oyunları, olması gerektiği gibi zekice, akıcı, gerçekçi, gülünç ve haklıydı[5] sahnede. Zeynep Nutku, izleyicisi ile iletişimini ve enerjisini yüksek tutarak oynadı. Nice cinayetin, şiddetin, eşitsizliğin kurbanı olduğunu bildiğimiz hemcinslerimizin haline, tehlikedeki kendimize, bu ustalıklı alaya kapılıp nasıl güldüğümüze hayret ederken bulduk birbirimizi. Doğasında asık surattan yoksun fakat kıyasıya, aslında içten içe acı, gerçek mi gerçek bir eleştiri vardı işte.
Yine insan ilişkilerine dair oldukça içe dokunan, son derece profesyonel bir diğer oyun da Nehir. Haluk Bilginer’in yönettiği, onunla birlikte Canan Ergüder ile Ayça Bingöl’ün oynadığı Nehir sarsıcı bir döngüsellik aracılığıyla, bir başkasına duyduğumuz açlığı, ilişki kurarken takip ettiğimiz – kimileyin aynı – tasarımı, kendi hikâyemizi anlatışımızı, kurgularımıza inanışımızı ele alıyor. Adı ve atmosferi gibi oldukça akıcı bu oyunu, siz hissetmeden size yansımanızı gösterirken yakalayıp, ürkebilirsiniz. Olsun varsın. Kendimizi bir şeyleri tekrarlarken yakalayıp, iç dünyamızda olup biteni, zamanı, karşımızdaki kimlikleri sorgulamadık mı hiç? Hatalarımızı, başlangıçlarımızı yinelerken, tesadüfler bile yinelenirken çaresizce buna şüpheyle yaklaşmanın vakti geldi, sanırım, diyor Nehir. Üstelik dört dörtlük bir yapım olduğu için, acısız ve oldukça sezdirmeden ilerliyor zihninize. Hira Tekindor’un belki ilk işlerini bu vesileyle takip etme fırsatı bulduk ki Jez Butterworth çevirisini oldukça iyi kotardığının altını çizmeli. “Nehir kenarındaki aile yadigârı eve sevgilileri ile giden adam” düşüncesi yabancı koksa da Türkçe’ye oldukça iyi yerleşmiş oyun. Haluk Bilginer’in (diğer oyuncuların eleştirilecek bir yanı olduğundan değil) gerçekten mutfakta, balık pişirirken, bir şey anlatırken, sofra kurarken tavırları öylesine sağlam, olağan, yaşamdan ki ders olarak veya numune diye bir kenara onu da ayırabiliriz.
Bu çağımızın insan ilişkisine bakış, kendini tekrar eden kadın erkek ilişkisinin sıradanlaşan manevraları öyle doyurucuydu ki birden Mevlana’nın Çağrısı balesini atlamak haksızlık olacak. Neyle kıyaslasam, librettosunu güçlü bulmadığımı belirtmeliyim. Baştan sona görsel olarak oldukça kuvvetliydi. Hatta Pelin Başar, Mehmet Yetimoğlu, Nihat Gönül, Berrin Yalman’dan oluşan orkestranın canlı eşliği hem atmosferi hem işitsel anlamda eseri çok zengin kılmış. Başlangıcın bir anlatıcıya yaptırılması, hem de hayli bilindik bilgileri aktarmak için bu yöntemin kullanılmasını biraz yadırgadık. Oysa kadın bir neyzen ilk bakışta göze çarpıyor. Etkileyici bir başlangıç… Ancak icra edilen müziğin tam olarak, kayıttan gelen müziklerle uyuştuğunu düşünmüyorum. Zaten bazen çok “doğu” bazen de çok “batı” çağrışımlı müzikleri anlamlandırmaya çalıştım; sonuç olarak bir sentez yakalandığını düşünmüyorum. Diğer yandan barkovizyonda gösterilen “yasak elma, kadın ve erkek” kompozisyonunu her fırsatta kullanmaktan vazgeçmelerini temenni etmek mecburiyetindeyim. Bunun kullanıldığı gibi (Kimya Hatun – Şems evliliği için neden yasak elma metaforu kullanılsın?) kimi kısımlar arası geçişlerin bağlantıya –aslında daha çok – ihtiyaç duyduğu aşikâr. Kopukluğa sebep olan hikâyenin olay örgüsü olabilir.
Bir diğer unsur da melekler ve iblisler olarak musallat olan iki grubun cinsiyet ve çağrışım açısından incelenmesi olabilir. Melekler fazla “batılı”, beyaz peruklu İspanyol paça pantolonlu kadınlar iken, iblisler kafasına kadar kırmızı makyajlı ve entari benzeri kılıkta kel adamlardı, üstelik (Arap çağrışımlı) oyun havası benzeri bir müzikle raks ettiler. Cinsiyet açısından, kültürel açıdan neden bu şekilde keskin sınırlar çizilmiş? İblisleri, olumsuzlanan bir avuç kadın tarafından canlandırılan şeytana tercih ederim örneğin; ancak neden Amerikan oyuncaklarını andıran melekler olsun bunun aksi? Pekâlâ, cinsiyetsiz iblis ve melekler olabilirdi mesela. Veya olumlu yaratık/iyi ruh/iyilik meleği diyince mutlaka platin sarısı uzun peruklar ve bembeyaz İspanyol paça pantolonlar gelmese akla, daha kalıplardan uzak, diyelim ki doğal bir görüntü kullanılsa? Zaten Hıristiyan ikonografisinin hüküm sürdüğü bir görsel dünya ile kuşatılmış durumdayız dikkat ederseniz: şeytan kırmızı kılıklı, yerin altında, ateşli işlerle meşgul, elinde dirgen; melek de kuş tüyü kanatlı, benzi soluk, akça pakça ve tabii beyaz kılıklı… Hâlbuki Şamanist kültüre bakınca, Türk mitolojisindeki “Tanrı Erlik’in kızları” veya doğumdan sonra kadınlara musallat olan, hummanın sebebi sayılan, “Albıs” (Cadı, kötü ruh anlamında – al kelimesi kökenlidir) sarışınlık ile de tarif edilir. Türk filmlerinde kötü sarışın kadın imgesiyle de buradan bağlantı kurulabilir. Sarı saç masumiyet çağrıştırmak zorunda değil. Bakın iffetsiz, oynak, baştan çıkaran, hasta eden, yoldan çıkaran, sarıhumma ile özdeşletirilmiş, göz alıcı güzelliğe bürünebilen kadın tasvirimiz mevcut. Protestan İngiltere’de yazılan, Hıristiyan kişilerin arasında geçen, ancak bunların izole mekanda, doğada anlatıldıkları, aslında tabu olan büyünün de hüküm sürdüğü bir Shakespeare oyunu olarak Fırtına’da, Ariel, ruhlar, melekler tüm bunları düşünerek “batılı” manada tasarlanabilir. Antik Yunan’dan, Roma’dan etkilere bakılır. Fakat Anadolu’da yeşermiş bir felsefeyi, hikâyeyi, kişileri görsel dile dökerken çağrışımına titizlik göstermekte fayda var. Değil mi?
Ayrıca beden olanakları ile anlatım engin bir deniz olacak ki, iki erkeğin birbirine gösterdiği tüm duyguları, paylaşılan felsefeyi, düşleri her şeyi bir çırpıda anlatıveren bir koreografiye ben başlangıçta rastladım. Hayali bir çemberi başından aşağı geçirir gibi, birbirinin aurasını okşayan bir tavırları vardı ki, müthiş ifadelerle tamamen konuşan bir hamleye dönüştürülmüş dansçılarca. Tarihe iz bırakmış bu iki adamın birbirine duyduğunu pekâlâ kelimelerden daha özgür anlatabilir böylesi bir hareket. Sanırım konuk sanatçı Ziya Azazi, alkışların ardından, seyircinin de kendini kaybedip baştan çıkması ile baştan çıkarak bir tür bis yaparak, balede alışkın olmadığımız bir hüner gösterisine kapıldı. Kendisinin ayrıca pek etkileyici olduğunu fakat danslarının belki biraz uzun tutulduğunu söyleyebiliriz. Topraklarımıza ait böylesi çetrefil bir konuyu bale olanaklarıyla hikâye etmiş bütün ekibe, bu seçimleri ve emekleri için tebriklerimi sunarım. Batılı anlatım olanağı baleyi semah ile harmanlamak, Mevlana’nın hikâyesini, felsefesini, yaşamını, düşüncelerini bu eserde buluşturmak fikri bile takdire şayan. Hele ki dansçıların enerjisi, disiplini, görkemli dekor ile buluşunca…
Şimdi Opera ve Balenin, Bellini’nin Uyur Gezer Kız (La Sonnambula) yorumuna uğrayalım. Konumu açısından, Kimya Hatun ile buradaki Amina belki zihnimizde Shakespeare’in Miranda’sı ile yan yana durur. Bu üç kadın da tam olarak bir adam tarafından bir başka “uygun” görülen adama “verilir” konumdadırlar. El değiştirir, bize hikâyede kenar süsü gibi eşlik eder, nesneye benzer bir savrulmayla oradan oraya savrulurlar. Uyur Gezer Kız Amina toplum baskısına, talihsizliğe, başka kadınların ihanetine, evlenmek üzere olduğu adamın ona güvenmemesine katlanır. Annesi oldukça yatıştırıcı bir roldedir ve etkisi en yüksek kişi, bir yabancı sanılan eski derebeyi olduğu anlaşılan “zengin ve statülü erkek” Kont’tur. Oldukça edilgen bir kadın portresinin çizildiği ve Mersin Opera ve Balesi’nin yorumladığı eser Bellini’ye aittir; prömiyeri Mart 1831’de Milano’da gerçekleşmiştir. 1610 civarı yazıldığına inanılmakta olan Fırtına ile ataerkil motifleri sebebiyle belki birlikte düşünülebilir. Fakat unutmamak gerek ki, bu genç kadınlara eş olma rolü biçilen erkekler de en az onlar kadar edilgendir denebilir. Bir bakıma kararlaştırılan evliliklere kurban edilen ve kararlarıyla davranışları toplum baskısı altında ezilen, her iki taraftır. Örneğin Kont “Uyurgezer Kız masum” dediğinde, bu hükme evleneceği adamın inanması “gerekir”; er ya da geç durumu kabul edip, birbirleriyle barışır, yeniden birleşirler.
Gelişime etki eden melek ve şeytan, Mevlana’nın Çağrısı’na baktığımız gibi düşünüldüğünde dişi – şeytan ile erkek – melek olarak düşünülmüştür. Ne var ki Rüya Meleği Eros ve Rüya Meleği Eris olarak temellendirilen bu roller fesat tanrıça ile uzlaştırıcı karşıtı şeklinde işlenmiştir[6]. Estetik etkisinin tartışılmaz güzelliği, bu ikilinin çevirdiği işleri de batıl inançlara pek yatkın olduğu anlaşılan köy halkının ani duygu değişimleri ile bağdaştırınca yerli yerine oturuyor. Köy halkı dediğimize göre, sesleriyle esere can veren koronun güzel kadın sanatçılarına, erkek sanatçılarına ve orkestrada yer alan sanatçılarına operanın, selam olsun. Bakın onları, anlaşılan, ilk defa görenler de var. Hatta ara verildiğinde müziği orkestranın çaldığına inanamayıp “Peki nerde?” diye soranlar… Buyurun.
Selam olsun sana, dehlizlerini henüz çömezken keşfe çıktığımız, yaşlı alımlı sahne!
Hala garip tepkiler verenleri görmek garip gelebiliyor insana ama büyük bir şehirde yaşayıp yetişirken hiç yolu operaya düşmemiş, hiç bu konuda bilgi edinmemişse bile kişi, elbette tanışmanın yaşı yok. Hemen önümde oturan çiftin solistlere gülmesinden bir şeylerin ters gittiğini seziyorum. Ta temsilin başındayız, düğün sahnesinin duyguları içine sizi alıp yutacak olduğu, tersliklerin hikâyeyi toplayıp başımıza yıktığı inişler ve çıkışlar keyfimiz hâlbuki. Belki sanatçılar arkadaşları veya tanıdıklarıdır ve kıkırdamalarının bir sebebi vardır diye düşünüyorum. Oysa bu ihtimal çok saçma şimdi düşününce. Sonradan genç kadın gülmeden duramaz oluyor; bense uyarmamak veya kızmamak için kendimi zor tutuyorum. Solistler her sesini yükselttiğinde Elhamra sahnesinin güzel tavanında çınlayan o güzel sese bir de kıkırtı eşlik ediyor. Ne kadar acı. Bir başlarındaki güneş gözlüklerine gözüm takılıyor, başımı çeviriyorum bu defa bizim sıranın başındaki kadın telefonuyla gözümü alıyor. Bütün bunlara kör bir açı yakalayıp uyurgezer kızın durumuna bakıyorum. Koltuğumda bir öyle bir böyle oturup önümdeki bir çift yetişkinin kâh sıkılıp kâh çok eğlendiğini görmezden gelmeliyim. Çağımız gösteri sanatlarının yasaklarla bezeli, “şunu giyip geliniz; fındık fıstık yemek yasak. Şöyle alkışlanır; böyle oturulup kalkılır. Şşşt! Size diyorum, sessiz olunuz!” dediği günlerden çok ileri bir tarih değil mi? Açık olmalı kapılar değil mi? Pek tabii. Peki, operamız da diyelim ki çağın özgürlüğünden payına düşeni almış olsaydı da bizim bordolara bürünmüş fenalık tanrıçası Eris, gözü balkondaki çifte ilişip “Hey siz ordakiler! Evet evet ikiniz.” diye başlayıp, bir güzel paylasa veya lazerini vıjt üzerlerine tutsaydı ya… “Susun biraz evladım” bilediyebilirdi. Veya “Avanaklar gözünüz bende olsun açın kulağınızı da dinleyin, Türkiye’de ilk sivil toplum girişimiyle yaptırılan, ilk milli özelliği taşıyan, yüz yaşında bir kütüphanenin bitişiğindesiniz ve neredeyse doksan yaşına basmış bu sahne sayısız seyirciye cevherlerini gösterdi sayısız sanatçıyı ağırladı; bu iki tarihi eserin bitiştiği yerden bir ejderha çıkarıp da üstünüze salmadan aklınızı başınıza alın”.
Bir ara yanındakine doğru eğilip “Fransızca mı bu” diye sorduğunu duyuyorum. “Yok ya, İtalyanca galiba…” Eris dayanamayıp “Burası ilk açıldığında olduğu gibi bir sinema değil ve ben sizi görebiliyorum!” deseydi ya. Ne kadar garip! Üzgünüm, inanılır gibi değil. Ben bu yazıda anmaktan kıvanç duyduğum onca sanat insanını, katkısı bulunan herkesi, opera bitiminde salondaki herkesle beraber alkışlarken, bu iki kişi alkışlamıyordu maalesef. Çünkü muhtemelen arada ayrıldılar. Orada bizimle bulunmuyorlardı. Düş ve his ebemkuşağı boyunlarına, ayaklarına, ellerine, bellerine dolanmamıştı. Eğer balkonun görüşünü kısıtlı bulup aşağı inmedilerse, ikinci yarıyı izlemediler. Ama olsun, bu yaşlı saygı değer salonun azametli tavanı altında; kim bilir kaç eser kaç sanatçı görmüş ne badireler atlatmış sahnesinde, yaşamını bu işe adamış bir avuç insanın çabasına azıcık şahit oldular. O çatının altında bir saat bulundular, bu da olumlu/hatırı sayılır bir gelişme değil mi?
Kulak kabartın, duyduğumu siz de duyuyor musunuz?
Birileri siz bu yazıyı okurken parmaklarını, sesini, kalemini, hatta sahnenin ışıklarını veya perdelerini, açıyor unutmayın. Saat kaç olursa olsun, işte, birileri biraz daha iyi olmak için kendilerini geliştirmeye, güzel olanı artırmak için çabalamaya, prova yapmaya, ışık tutmaya, emek vermeye, bir başkasını sanatla tanıştırmaya çalışacak. Ne geliyorsa elinizden, yapın. Bu yazıyı veya benzerleri ile dolu bir dergiyi, bir sanat ekini, bir tiyatro gazetesini, bir çift bileti, birine hediye edin mesela. Gayet kolay. Etrafınızla paylaşmaya gayret edin.
Tiyatroyu, aslına bakarsanız bütünüyle sahne sanatlarını, kutlarım. Yollara düşüp kuyruğa giren, alana/salona akın eden, biletli biletsiz, eserleri ve güzellikleri, insana özgü halleri, kendisiyle artırmak isteyen, merak ve takip eden, yüreği bu heyecanı duyan bütün seyircileri, buradan kutlamak isterim. Bütün bahsi geçen, sahnenin yükünü omuzlayan sanat insanlarını… Cinsiyetimiz önemsizleşip, nesne olarak yitip gittiğimizde, ardımızda yalnız öğrettiklerimiz, aktardıklarımız, emeğimiz ve güzeli artırma çabamız kalmayacak mı? Bireyler çekip gittiğinde, yine başka yazarlar masalarının çekmecesindekileri, dansçılar patiklerini, oyuncular ruh durumlarını ve bedenlerini, opera sanatçıları seslerini ve melodiyi, çalgıcılar enstrümanlarını arayacak sanat için. Yasaklara, Tüsak’lara rağmen tüm varlığıyla karşı durmayı sürdüren, temsilden önce kapının önünde bilgilendirme yapan imza toplayan nice cesur atılgan sanat insanına selam olsun. Kadınların ve erkeklerin, alkışları ve süpürgeleri çünkü; ihtiyaç duyulan. “İnanıyoruz ki […] güneş var oldukça gecelerin hakkından gelecektir gündüzler ama bu karanlığı alkışlar ve süpürgeler temizleyecektir” (Prof. Dr.Murat Tuncay’ın 32. İzmir Tiyatro Günleri kitapçığı yazısından)
Yard.Doç.Dr. Aslıhan Ünlü’nün loş kütüphanede kurcaladığım, sansür odaklı yüksek lisans tezinde çok yalın apaçık bir sonuca vardığını idrak ettim. Kabul ettim ki yıllar önce söylediği, çağları aşan doğruluktaydı evet, sanat kaçınılmaz olarak politikti. İktidar sanatı kendine kastetmekle suçlu görüyordu. Hep vardı bu çatışma. Hakça olana, iyiye, daha iyiye ulaşma çabasını sürdüren ve çarpık, tıkanık, yürümeyen her şeyi kurcalayıp aydınlatmaya, gözler önüne sermeye çalışan sanattı. İyileşmemizin tek yolu sanat, tedavi umudu sanatla iletişim kuran kendini sağaltan bir toplumdu. Böyle barışabilirdik. Az eleştiren, çok eleştiren, dışında kalmaya çabalayanıyla, bencil veya nispeten kendisiyle ilgili olan sanat/sanatçı bile bir yerinden hayata dokunuyordu. Üretiyordu. Birbirimizi sahnede görebilir tanıyabilir ve anlayabilirdik. Böyle olunca da işine gelmeyenler elbette taş koyardı perdemize. Sanatın iyi mi kötü mü olduğuna karar verecek iktidar değildi; ancak kendine yöneltilen eleştiriyi kabul edip insanı anlamayı, uyum sağlamayı deneyebilirdi. Ama hep karşısında bulacaktı, yasaklayacak, kırıp dökecek, asıp kesecekti. İşte bu yüzden yaşasın bunca insanın güzel olanı artırma mücadelesi, emeği. Yaşasın sanat.
[1] David Bradby ve David Williams’ın, St. Martin’s Press’den çıkmış, 1988 tarihli eseri: Directors’ Theatre (Modern Dramatists), ilk bölüm: “Yönetmenin Yükselişi”.
[2] Milliyet’in 19 mayıs tarihli ilgili haberine erişim: http://www.milliyet.com.tr/propeller-theatrer-company-sahnesanatlari-1884777/
[3] M. Bozkır’ın sorarak yola çıktığı‘“Fırtına” Shakespeare’e İhanet mi Ediyor?’ başlıklı yazısı ile pek çok noktada – kötü/abartılı oyunculuk, rejiden yoksun ve acemice bir yönetmenlik, dekor ve kostümün başarısızlığı konularında – düşünce ayrılığına düşsek de (hayli etkileyici bulduğum yapımın ekibini ben tebrik etmeyi yeğliyorum); kendisinin dikkat çekmekte haklı olduğu yerler bulunduğunu da söylemeliyim (oyunu oluşturan olaylar, anlaşılabilirlik, örneğin ‘spirits’ diye adlandırılan başka dünya yaratıklarının uğradığı değişim/kesinti gibi). Bütün yergi ve övgüleri dikkatle tartmalı, temkinli ve araştırmacı olmalı belki. Kay çiftine, ekibe, Devlet Tiyatrosu’na ve tabii usta kalem Shakespeare’e dair anlama, anlamlandırma çabamızda bir diğer bakış açısına ve oyunun farklı yönlerine dair ilgi duyanlara, bu yazıdan öte diğer bir bakış için kendisinin yazısı bağlantı: http://mimesis-dergi.org/2014/05/firtina-shakespearee-ihanet-mi-ediyor/
[4] SanatAtak’tan Hale Eryılmaz’ın mart 2014 tarihli röportajı için bağlantı: http://sanatatak.com/view/Tiyatro-4ten-Ben-Feuerbach/765
[5] A. Metin Balay – Halk Tiyatrosu ve Dario Fo.
[6] Bkz. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü resmi sayfası, La Sonnambula – Uyurgezer Kız, solistler, erişim: https://secure.dobgm.gov.tr/opera2013/devopera.aspx