“Fırtına” Shakespeare’e İhanet mi Ediyor?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet Bozkır

İktidarın, hırsın, özgürlüğün, hasretin, iyiliğin, kötülüğün, gerçeğin, gerçek dışı olanın, aklın, vicdanın, yan yana duranla tam zıt olanların bir araya geldiği “Fırtına”, William Shakespeare’in 1610-1611 yıllarında yazdığı rivayet edilen son oyunu. Kimileri oyunun Shakespeare’in vedası olduğunu iddia etmiş, kimileri metnin Shakespeare’e ait olmadığını ileri sürmüş.

Rivayetler çok olsa da bunlar içinde en güçlü olanı ve kabul göreni Fırtına’nın Shakespeare’in eseri olduğu ve 1609 yılında meydana gelen “Bermuda Olayı” diye anılan gemi kazasından esinlenilerek yazıldığı yönündedir.

Daha önce pek çok kez sahnelenmiş olsa da yakın sayılabilecek zamanda Bulgar yönetmen Vladilen Alexandrov’un rejisiyle Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ve Işıl Kasapoğlu’nun rejisiyle  Semaver Kumpanya’da sahnelenen Fırtına’yı bu kez Malcolm Keith Kay yorumuyla İzmir Devlet Tiyatrosu sahneleniyor. Ocak ayında Ankara’da düzenlenen Shakespeare Haftası’nda prömiyer yapan Fırtına buradaki temsillerinin ardından İzmir’de seyirciyle buluşmaya devam ediyor.

Fırtına’nın konusu kısaca şöyle özetlenebilir; Milano Dükü Prospero’nun kardeşi Antonio, Napoli Kralı Alonso’nun yardımıyla Prospero’yu tahtından indirir. İktidarı ele geçiren Antonio, Prospero ile küçük kızı Miranda’yı eski bir tekneye bindirerek açık denize bırakır. Meclisin yaşlı üyesi, iyi kalpli Gonzalo’nun tekneye önceden yerleştirdiği yiyecek ve suyla Prospero ve Miranda hayatta kalmayı başarırlar ve ıssız bir adaya çıkarlar. Büyücülük sanatına ilgi duyduğu bilinen Prospero’ya destek olmak için Gonzalo tekneye büyücülükle ilgili kitaplar da koymuştur. Prospero bu sayede adadaki yıllarını büyücülük sanatı üzerinde çalışarak ve kendini bu konuda geliştirerek geçirir. Kötü ruhlu büyücü Sycorax’ın bir ağaç gövdesine hapsettiği Ariel adlı periyi kurtarır, sonra da Sycorax’ın hilkat garibesi oğlu Caliban’ı eğitmeye başlar. Ancak Caliban’ın adayı küçük Calibanlarla doldurma hayaliyle Miranda’ya tecavüz etmeye kalkışmasıyla Prospero bu düşüncesinden vazgeçer ve onu kölesi olarak kullanmaya başlar.

Oyunun ilk sahnesinde Prospero artık iyice büyüdüğüne kanaat getirdiği kızı Miranda’ya adaya düşmelerinin nedenleri anlatır, bir taraftan da Ariel’in yardımıyla bir fırtına çıkararak Alonso, Antonio, Ferdinand, Sebastian ve diğer lordların içinde bulunduğu Tunus’tan dönmekte olan gemiyi kendi adalarının yakınında karaya vurdurur. Adanın hakimi haline gelen Prospero, Ariel’in yardımıyla gemide bulunanlara ders vermek niyetindedir. Oyun boyunca Prospero’nun adım adım amacına ulaşmasına ve her aşamada değişimine şahit oluruz.

Oyunun konusu kısaca böyle özetlenebilirse de metni bilmeyen birisinin izlediği şeyi anlaması pek kolay değil. Oyunu birlikte izlediğim arkadaşım birinci perdenin sonunda verilen arada bana “Ben anlayamıyorum” dediğinde kendisine cevabım, “Ben de tahmin edebiliyorum ancak” şeklinde oldu. Neyi, ne kadar doğru anladığımı tespit edebilmek için yıllar önce okuduğum metni oyunu izledikten sonra bir kez daha okudum, oyunda da çevirisi kullanılan Bülent Bozkurt’un çevirisiyle.

Kuşkusuz ki çeviri oyunlarda çevirmenin o dile hakim olması kadar yazara, oyunun yazıldığı döneme ve tiyatroya dair ne kadar bilgili olduğu önemli de. Çevirmen Bülent Bozkurt Ankara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu, “ Sheakespeare’in Othello Oyunu ve Trajedi Kavramı” konulu doktora tezini Shakespeare Enstitüsü’nde hazırlamış, Shakespeare ve 17.yüzyıl İngiliz Edebiyatı, Mitoloji konularında akademik çalışmalar yapmış, Shakespeare’in 19 oyununu Türkçeye çevirmiş son derece yetkin bir akademisyen. Yani sahnelenen oyunun anlaşılmazlığında hiçbir etkisi yok. Bu anlaşılmazlığın nedenlerini tespit etmeye ve açıklamaya çalışacağım.

Fırtına’nın türü için romance tanımını uygun görülmüştür, romance türünün belirgin özelliği komik ve trajik öğelerin bir arada yer alması ve doğaüstü olaylara yer verilmesidir. Diğer Shakespeare oyunlarında olduğu gibi Fırtına da iktidar hırsının hazin sonuçlarından kadının toplum içindeki yerine kadar pek çok temayı içerir.

Oyunda üçlü bir hikaye anlatılır. Hikayelerin ilki Caliban, Stephano ve Trinculo arasında geçmektedir. Stephano ve Caliban’ın karşılaşması ve işbirliğine girişmeleri özgürlük, kapitalizm, efendi-köle ilişkisi gibi kavramları çağrıştırır. Caliban’ın anlattıkları oyunun yazıldığı dönemde baş gösteren İngiliz sömürgeciliğine ciddi bir eleştiri getirmektedir. Caliban’ın Afrika yerlilerini temsil ettiği düşünülmektedir. Medeniyetten uzak olsa da kendi adasında mutlu bir şekilde yaşayan Caliban’ın Prospero tarafından zorla eğitilmeye çalışılması ve Prospero’nun amacına ulaşamaması sonucunda Caliban’ı köle olarak kullanmaya başlaması önemlidir, hele de bunu yapan kişinin iktidarı elinden zorla alınmış bir kişi olması dikkat çekicidir. Prospero iktidarın kötü yanını görmüş, bilgeliğe doğru yol almış, dünyevi hırslardan vazgeçmiş gibi görünse de insanın karanlık yanları da olduğunu ve bu yanları ortadan kaldırmanın hiç de kolay olmadığını göstermektedir.

İkinci hikaye Prospero, kızı Miranda ve Napoli Kralının oğlu Ferdinand arasında geçer. Prospero, Miranda ile Ferdinand’ın karşılaşmasını ve yeni bir aşkın ortaya çıkmasını sağlar. Prospero, adadan kurtulmanın yanı sıra kızına iyi bir eş bulmak, kaybettiği tahtına kendi soyundan birilerinden yeniden geçmesini sağlamak ve toplum içindeki saygın yerini yeniden kazanmak gibi amaçlar da gütmektedir. Bu bölümlerde Prospero’nun kızına ve dolayısıyla kadınlara yönelik bakışları üzerine birçok soru sormak ve bu sorular üzerinden tartışmak mümkün.

Üçüncü hikayede ise adaya çıkan kral, soylular ve diğer lordların kendi aralarındaki konuşmalar ve Antonio ile Sebastian’ın içinde bulundukları durumdan yararlanarak hain planlarının ortaya çıkmasına şahit oluruz. İktidar, iktidarı kaybetme, iktidardan vazgeçme, ideal devlet, değerler üzerine zıtlıklarla insan iyi-kötü, kirli-temiz yanlarıyla ele alınır.

Sonuç itibariyle birbirinden bağımsız gibi duran bu üçlü hikaye Shakespeare’in yarattığı temas noktalarıyla bir bütünü oluşturur ve çok katmanlı bir hikaye ortaya çıkar.

Shakespeare son derece dünyevi kavram ve hırsları doğaüstü güçlerle birleştirir, gerçeklik ile düşü gizemli bir şekilde bir araya getirir, masalsı bir anlatım sunar.

Metin böyle olsa da oyun sahnelenirken elbette bir yorumla ele alınır, her seferinde yeniden şekillenir. Yorumlanmasında bir sakınca olmasa da nasıl yorumlandığı önemli, özellikle de gerekli araştırma yapılmadan, titizlikle ele alınmadan yapılan yorumlar metne ve yazarına ciddi zararlar verir. Fırtına’yı izledikten sonra bu noktalara pek de dikkat edilmediği hissine kapıldım.

Oyunun künyesine baktığımda bir dramaturg ismine rastlayamadım. Özel tiyatrolarla kıyaslanamayacak imkanlara sahip olan ve kadrolu dramaturgları olan devlet tiyatrosunun böyle bir oyun sahnelerken niçin dramaturg desteği almadığını anlamak ya da açıklamak mümkün değil.  Beş perdelik oyun iki perdeye indirilmiş ve dolayısıyla oyunun bazı sahneleri, bazı karakterleri çıkarılmış. Örneğin Gemiciler, İris, Ceres, Juno,Orman Perileri, Orakçılar, Cinler oyundan çıkarılmış. Ama neye göre çıkarılmış? Shakespeare’in büyülü bir tarzda anlattığı ve doğaüstü güçlere ve olaylara yer verdiği oyun bu karakterlerin çıkarılmasıyla zedelenmiş. Yine oyunun ilk sahnesinde ve sonunda son derece önemli bir role sahip olan Lostromo’yu sahnede göremiyoruz, oysaki Lostromo’nun oyunun son sahnesinde söyledikleri birçok şeyin netliğe kavuşması açısından önemli.

Bu nedenlerle metinde yapılan değişiklikler bir dramaturji çalışmasını değil de acemi bir bahçıvanın budayacağım diye ağacın dallarını, yapraklarını, meyvelerini kesip atmasını ve ortaya çırılçıplak bir gövde çıkarmasını anımsatıyor. Yönetmenin metinde değişiklik yapmak istemesi ve müdahalelerde bulunması kabul edilebilirken yönetmenin neyi neden yaptığını bilmemesi, dahası bunu özensizce yapması kabul edilebilir değil.

Metinde yapılan kısaltmalar hatalı olduğu gibi bazı olayların ve karakterlerin yorumunda da ciddi hatalar var. Örneğin metinde uçarı bir peri diye tanıtılan Ariel oyunda çok gerçekçi ve katı. Beden diline, konuşmasına, vurgusuna baktığımızda çağrıştırdığı şeylerden biri korku diğeri de mantık. Peki, yazarın amaçladığı bu muydu, metnin geneline bakıldığında verilen cevap hayır. Yine Prospero’nun mistik güçleriyle, büyülerle herkesin aklını başından alması gerekirken biz sahnede hiç büyülü bir hava göremiyoruz. Bunun en büyük nedeni de çok mühim sahnelerin ve karakterlerin oyundan çıkarılması. Soylular ve lordlar korkuyorlar ama seyirci olarak “neden korkuyorlar ki” diye soruyoruz haklı olarak, korkmalarını gerektirecek hiçbir şey göremediğimiz için. Ariel 2 ve Ariel 3 diye oyun kitapçığında yer alan karakterler oyunda ne için varlar, neyi temsil ediyorlar, ne anlatıyorlar, aralarında niçin bir uyum ya da keskin bir zıtlık yok. Bu halleriyle sahnede fazlalık olarak duruyorlar, seyircinin dikkatini dağıtmak (tabi eğer dikkatini toplayabilen bir seyirci varsa) dışında bir şeye hizmet etmiyorlar.

Yönetmen Malcolm Keith Kay oyun kitapçığında şöyle diyor: “Fırtına, Shakespeare’in  yönetmenler için en zor oyunlarından bir tanesidir. Çünkü Shakespeare’in en zayıf olay dizisi ve tamamlanmamış karakterlerini bu oyunda bulabilirsiniz.” Yönetmenin bu tespitini haklı bulmakla birlikte tespitin ötesine geçtiğini ve bu zorluğun altından başarıyla kalktığını söylemek mümkün değil. Yanlış kurgulanan dramatik yapı hatalı yorumla buluşunca ne dediği, ne yaptığı belli olmayan bir reji ortaya çıkmış. Ülkemizde daha önce Romeo ve Jüliet, Othello, Kral Lear gibi Shakespeare oyunlarını sahneye koyan Malcolm Keith Kay bu oyunda da diğer rejilerinden esintiler taşıyor. Elbette bunu üslup, tarz diye yorumlamak da mümkün ama ben aynı şeyleri tekrar etmenin tarz ya da üslup diye tanımlanmasının kolaycılık olduğunu düşünenlerdenim. Genel bir karanlık hava, mikrofon kullanımı, bolca sis vs… Bir yönetmenin tarzı, imzası bir yazarınki gibi olmalı. Nasıl ki başarılı yazarlar kendilerine özgü bir dil geliştirmişlerse yönetmenler de aynı şekilde olmalı. Kendini tanıtan, kime ait olduğunu hissettiren ama aynı zamanda yenilikler içeren, biricik olmalı. Eğer ki daha oyunun başında Prospero’nun kızı Miranda’yı niçin sırtına aldığını anlayabilmiş olsaydım bu bile reji için daha iyi şeyler söylememi sağlayacaktı ama mizansenin anlamsızlığı karşısında mümkün olamadı.

Metnin ele alınışına ve rejiye olduğu gibi dekora ve kostümlere de itirazım var. Oyun ıssız bir adada geçiyor, yönetmenin tercihiyle gemi güvertesini hiç görmüyoruz. Sadece üç kişinin yaşadığı, cinlerle perilerin olduğu el değmemiş bir ada nasıl olur. Kimselerin uğramadığını ve medeniyetin gelmediğini düşündüğümüzde bu ada herhalde el değmemiş ve doğal olur. O zaman sahnenin her iki yanındaki merdivenleri, çok keskin hatlarla belirlenmiş yükseltileri nasıl açıklayacağız. Eğimli bir yapı tercih edilse, geometrik şekiller gibi değil de birbirinden kısa-uzun,alçak-yüksek gibi karşıtlıkları içeren dekor kurulsa daha inandırıcı olurdu.Sahnenin her iki yanının aynalarla kaplanmış olması bir amaca hizmet etseydi, ediyorsa bile bu amacın ne olduğu keşke biz seyircilere aktarılabilseydi. Hakan Dündar’ın dekor tasarımı oyunun atmosferini yansıtmaktan uzak. Yıldız Köse İpeklioğlu’nun kostümleri kişilerin sosyal statülerinin farklılığını kısmen ortaya koyuyor ama özellikle lordların kostümlerinin karakterlerin birbirlerinden ayırt edilmesini sağlaması gerekirdi. Miranda’nın elbisesinin altına giymiş olduğu şort ve erkeklerin taytlarının dalgıç kıyafetlerine benzer bir kumaştan yapılmış olması sırıtan unsurlar. Metne dair ipuçları veren, korkulu, gizemli havayı yansıtmak için kullanılan perde ve perdeye yansıyanlar ise bu oyun için doğru tercih olmamış. Perdeye ne yansıtılırsa yansıtılsın o etkiyi yaratmak mümkün değil çünkü bundan etkilenmesi gereken seyirci değil. Perdeden amaçlanan şey sahnede olmalıydı ve oyuncular üzerindeki etkisini gözlemleyebilmeliydik. Aynı hata Prospero’nun devasa görüntüsünün perdeye yansıtılmasında da yapılmış, burada da seyirciye değil diğer karakterlere yönelmek yerinde olurdu.

Oyun bir anlamda Prospero’nun tek kişilik gösterisi olarak nitelendirildiği için oyunculuk anlamında ayrı bir değerlendirme gerekiyor. Sahnede gördüğümüz Prospero öfkeden gözü dönmüş, bağırıp çağıran, insanlarda korku yaratan bir adam. Kızına karşı kısmen daha yumuşak davransa da pek taviz vermiyor. Bu minvalde devam edip birdenbire düşmanlarını affedecek erdeme kavuşunca hiç inandırıcı olamıyor. Prospero’da belli belirsiz devinimlerle buna işaret edilmiş olsaydı geldiği nokta böyle havada kalmazdı. Prospero’yu canlandıran Murat Çobangil’i ilk kez sahnede izliyorum. Söylediklerini anlayabilmek için yoğun bir çaba sarf ettim. En ön sırada oturmama, oyuncu yüksek sesle konuşmasına ve ben bunca çaba harcamama rağmen çözemediğim birden çok nokta oldu.

Genel olarak tüm oyunculuklar abartılıydı. Soylular ve lordların olduğu sahnelerde ( Uğur Kaya, Sadık Yağcı, Evren Serter, Sedat Şenoğlu, Recep Ayyıldız, Yusuf Köksal ) oyuncuların bazılarının bedenleri sahnede ama akılları ve ruhları belli ki çok uzaklarda bir yerlerdeydi. Kimisini daha önce başka oyunlarda da izlediğim için (örneğin Sadık Yağcı’yı iki farklı oyunda izlemiş ve her ikisinde de performansını beğenmiştim) hepsine birden haksızlık etmek istemem, büyük bir ihtimalle oyundaki genel aksaklıklar oyuncuların karakterleriyle bütünleşmelerine engel olmuş. Ancak şunu da belirtmeliyim ki bazı oyuncular görev icabı oradaydı. Oyunculuğun görev icabı yapılamayacağını benden çok daha iyi biliyorlardır diye düşünüyorum.

Metindeki karaktere uygun, inandırıcı, doğal tek bir oyunculuk performansı vardı sahnede. O da Stephano’yu canlandıran Mustafa Şen’in performansıydı. Sarhoş, serseri bir adama uygun beden dili ve mimiklerle Mustafa Şen seyirciyi Stephano’ya ikna ediyor. Ancak Stephano’nun sahneleri öylesine kırpılmış, hikayesi öylesine eksik bırakılmış ki oyun bittiğinde iyiydi, hoştu ama Stephano karakteri oyunda niye vardı diye sordum. Dramaturji hatasının sadece metne değil, oyunculara da zarar verdiğinin net bir örneği bu durum.

Mayıs programında yer almaması ve sezonun sonuna gelinmiş olması nedeniyle eğer önümüzdeki sezon devam etmezse henüz seyretmemiş olanlar eleştirilerimin haklı olup olmadığını görme şansı bulamayacaklardır. Eğer ki William Shakespeare’i tanımasam, metnin ona ait olduğunu bilmesem Fırtına’yı izledikten sonra olmamış deyip geçerdim, anlama çabam emeğe ve William Shakespeare’e duyduğum saygıdandır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet Bozkır

Yanıtla