[Bedia Ceylan Güzelce’nin Al Jazeera Türk sitesinde yayınlanan; Bülent Emin Yarar ile tek kişilik Hamlet oyunu ve sanat kurumlarının durumuyla ilgili söyleşisini paylaşıyoruz.]
İhanet, aşk ve intikam… İngiliz yazar William Shakespeare’in bundan 450 yıl kadar önce yazdığı Hamlet’in özündeki duygular varlığını ve önemini koruyor. Hamlet, dünyanın en çok sahnelenen oyunlarından biri. Ancak bu yıl İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Işıl Kasapoğlu’nun rejisi ve Bülent Emin Yarar’ın performansıyla sahnelenen oyunun eşi benzeri yok. Zeynep Avcı’nın metnini yeniden düzenlediği Hamlet’te, Kral da, Kraliçe de, Hamlet de, Ofelya da aynı kişi: Bülent Emin Yarar.
Bu yılki 18. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nde en başarılı yönetmen, erkek oyuncu, ışık tasarımı ve sahne tasarımı dallarında aday olan oyuna başlamadan salonun ışıkları kapanıyor ve sahnedeki kırmızı, kadifeden devasa mücevher kutusu iyice belirginleşiyor. Handel’in ‘İnci Avcıları’ çalarken mücevher kutusunun kapağı yavaş yavaş açılıyor ve içinden en değerli armağanlardan biri çıkıyor. Dünya kültür mirasının tektaşlarından Hamlet, Türk tiyatrosunun duayen oyuncusu Bülent Emin Yarar’ın vücudunda karşımızda beliriyor. Bülent Emin Yarar’la bir mücevher kutusunun içinde saklanması gereken ‘Hamlet’ oyununun yanı sıra okul koridorlarından çay bahçelerine kadar Türkiye’nin dört bir yanındaki insanlara tiyatroyu nasıl ulaştırdığını, oyunculuğu ve sanat kurumlarının son durumunu konuştuk.
Hamlet’i sahneleme fikri nasıl ortaya çıktı?
Ben bundan 10 yıl kadar önce Hamlet oynamak istediğimi Işıl Kasapoğlu’na söylemiştim. Gerçi çok da ayağı yere basan bir istek değildi bu. O zaman Işıl Kasapoğlu bana ‘Hamlet için sen biraz geciktin galiba’ dedi ve benim zaten az miktarda olan cesaretim de kırılmış oldu. Bunu bir daha sormama kararı aldım ve aradan zaman geçti. Bu yıl için Işıl’a Macbeth yapalım dedim. Ama sonra ne olduysa, bir şekilde Işıl ‘Gel, Hamlet yapalım’ dedi. Her ikisi de aynı anda başka yerlerde de çalışılıyordu ya da sahneleniyordu. Ama Işıl, Hamlet yapmakta ısrar edince bir şey hissetmiş olabileceğini düşündüm ve ‘Tamam’ dedim.
Provalara başlamadan önce nasıl bir çalışma yapman gerekti?
Ben tabii metin üzerine çalışırken, bir yandan da kaç kişiyle çıkarabiliriz bu oyunu diye de hesap yaptım. Benim hesaplarıma göre altı kişiyle bu oyun çıkabiliyordu. Yani ben Polonius’u da oynamak istediğim için beş kişilik bir oyuncu kadrosuyla Hamlet’i çıkarabileceğimizi anladım. Tabii Işıl’la da her gün haberleşiyorduk, ne yaparız, nasıl yaparız diye. Şakir Gürzümar’a götürdük, ondan da onay aldık.
Peki tek kişilik bir oyun haline nasıl dönüştü?
Her telefonda Işıl’a da söyledim, ‘Unutma bak ben hem Polonius’u hem de Hamlet’i oynamak istiyorum, böyle düşün’ diye. Işıl da ‘Tamam’ diyordu her seferinde. Bir gün Işıl aradı, ‘Ben okuyorum okuyorum bu metni ama Zeynep tek kişilik yazmış bunu. O zaman sen oynarsın’ dedi. Ben de ‘Oynamam’ demek durumunda kaldım. Ben tek kişilik oyunu izlemeyi de sevmem, oynamayı da. Çünkü ister istemez bir anlatıcı durumuna düşersiniz. O yüzden keyifli gelmez. Dolayısıyla ‘Ben yokum’ dedim. Işıl, ben tepki verince bir şekilde orta yol bulacağımızı, altıysa altı, beşse beş kişiyle işi çıkarabileceğimizi söyleyip beni sakinleştirdiyse de beni çok iyi tanıdığı için bu düşüncenin kafama gireceğini de biliyordu. Bu sefer ben kendimi tek başıma çalışırken buldum. Okumaya başladım ve yürüdüğünü gördüm ama bu defa başka bir heyecan sarmaya başladı beni.
Hamlet’in tek başına sahnelenmesine olanak veren özellikleri nedir?
Hamlet genel olarak baktığımızda zaten tektir. Hamlet’in merkezinde döner bütün oyun. Çünkü Hamlet farkına varan, ne olup bittiğini anlayan adamdır. İktidarın amcasına geçmesi, annesiyle amcasının birlikteliği onun gerçeği görmesine sebep olur. Hamlet görmeye başlar, daha önce görmediklerini. Halbuki aynı dünyanın içindedir. Ayrıca Hamlet dışında herkes mutludur ve hayatına devam eder. Sadece Hamlet huzursuzdur ve huzursuz eder. İsmini ‘Yalnız Hamlet’ gibi düşünmüştük önce ama sonra düşündük belki o ‘yalnız’ kelimesi bile fazla gelebilirmiş.
Dekor ve ışık da çok farklı ve özel. Nasıl bir süreçti?
Hakan Dündar dekor ve giysi tasarımını yaptı ve provalarda da hep Işıl’ın, benim, ışığı yapan Cem Yılmazer’in aklındakilere yakın malzemeler getirdi. Işıkta da böyle oldu. Yani herkesin bir parçası olduğu ve birbirinin alanına girdiği bir prova sürecimiz oldu.
Bir mücevher kutusunun içinde olup bitiyor her şey, o kutunun nasıl çağrışımları var?
İnsanlara farklı farklı çağrışımlar yapıyor. Orayı dünya olarak gören var, mezar olarak gören var… Bir resim gibi sonuçta, herkes her şeyi söyleyebilir. Ben Shakespeare’i bir mücevher olarak görüyorum. Düşün ki öğrenciliğimizden beri Hamlet bizim aklımızda ve ağzımızdadır. Fakat provalar başlayınca Shakespeare’i tekrar okuyorsunuz ve ‘Bu nasıl bir adam’ diye şaşırıyorsunuz.
BÜTÜN KARAKTERLER İÇİMİZDE
Aynı anda birden çok karakteri canlandırmak nasıl bir deneyim?
Tek bir karakteri oynarken bir kişilik düşünürken, bu sefer birkaç kişilik düşünüyorsunuz. Ama o karakterlerin benim içimden çıktığını biliyorum. O her ne ise, bir haykırışsa mesela hepimizin içinde var ve onu içinden attığı zaman aynaya da bakmış oluyor. Geçen gün öğrencilerimle birlikte Ghetto diye bir oyun oynadık ve ben Kitel adlı Nazi subayı rolünü oynadım. Öyle işkence sahneleri vardı ki ve onlar öyle vahşice yapılıyordu ki, ben de oynarken, ben de dahil hepimizin içinde böyle duyguların olabileceğini fark ettim ve bir an duraksadım. Ancak aynı zamanda aynı adamın içinde aşk da vardı, fakat geri dönüşü o kadar imkansız ki, gidemiyor. Emri altındaki Musevilerle birlikte saksofon çalıp müzik yapmaya çalışıyor ama ahengi bozuyor, bir parçası olamıyor çünkü. O da benden çıkıyor işte. Hepimizin içinde bu duygular var. Biz sokakta melek diye gezemeyiz. Sadece bir günümüze baksak kim bilir neler çıkacak içimizden. Farkında olmuyoruz ya da kanıksamışız ama birine öyle bir bakıyoruz ki kötülük o bakışta yatıyor işte.
Hamlet’in hikayesi bugünün 3. sayfa haberlerini düşününce çok naif kalıyor sanki. Şu an insanlar bu duygular için sayfalarca dil dökerler mi?
İnsanlar dökmez belki, dökemez ya da ama izliyorlar dikkatle. Onu dinlemelerini, bu yüzleşmeleri, o şiirsel dil ile anlatışını duymalarını istiyordum. Bunun her bir kelimesinin de anlaşılması gerekiyordu ve bunların yaratıkların ağzından değil insanların ağzından çıkması gerekiyordu. Shakespeare’i okuması da, dinlemesi de, oynaması zor geliyor çoğunlukla. Çünkü onla ilgili aklımızda hep kalıplar vardır. Mesela rol kesmek gerekiyormuş gibi hissediyorlardı. İzleyiciye senin ‘naiflik’ dediğin duygunun Shakespeare’de nasıl sayfalarca betimlemelerle ifade edildiğini anlatmak da istiyordum.
İNSANLAR ARASINDA GEREKSİZ BİR UÇURUM VAR
Sen çok da iyi bir tenorsun aslında. Operaya nasıl girdin?
Ben hayata operayla başladım ve dört yıl opera okudum. Parçam yoktu ama benim sesimi sevdiler ve bana neden bir parça hazırlamadığımı sordular. Ben de umudum olmadığını, Ankara’da kazanamadığımı söyledim. Jüri benden bir şey söylememi istedi, bir yeşil ışık yaktı; ben de ‘Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın’ şarkısını söyledim. Çok sevdiler. İkinci sınavda da ‘Ey çoban nedir kederin, yalnızlık buymuş kaderin’ diye bir şarkı söyledim. Sonra da kazandım.
TÜSAK (Türkiye Sanat Kurumu) Yasası’yla sanatın halkın her kesimine ulaşıp ulaşmadığı tartışması yapılıyor, sen ne düşünüyorsun bununla ilgili?
Genel anlamda gereksiz bir uçurum olduğunu okuldayken, öğrenciyken sezmiştim. Ama bunu sadece sezmiştim, emin değildim. Hep bu sezgiyle hareket ettim. Mesela yabancı bir çocuk oyunu oynadığımızda öğrenciyken, ben o karakteri yine bu coğrafyanın adamına göre oynuyordum. Ben oyunun yazıldığı yerlere ait bir adam değilim ki, olamam ki. Bunu dememek zaten taklit etmek olur. Bir de ister istemez sanatla sıradan insanın arasına inanılmaz bir mesafe konmasına sebep oluyor işte. Sanat sanki dokunulmaz bir şeymiş gibi gösteriliyor. Her yere gidemeyen bir şeymiş gibi sunuluyor.
Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’ndaki beş yıllık deneyiminde neler gözlemledin?
Işıl Kasapoğlu ile biz orada tanıştık, 1993 yılında Macbeth oynadık Diyarbakır’da ve önceleri ekip olarak mümkün olmayacağını düşündük. Sahneye koyduk ve o kadar çok izlendi ki. Dicle Üniversitesi’nden, çevre yerleşmelerden gençler geldi ve bize sorular sormaya, eleştiriler yapmaya başladılar. İstanbul’a geldiğimde izleyiciyle tiyatro-tiyatrocu-oyun arasındaki mesafenin uzayıp gittiğini hatta bazı zeminlerde yok olduğunu gördüm. Şu andaki Hamlet’i, hiç Hamlet okumamış birinin izleme ihtimalini görebiliyorum. Çoğalmak, var olan yapı içerisinde kendini iyi hissetmektir. Ancak böylelikle birlikte çoğalabileceğimizi düşünüyorum.
SANAT KORKULACAK BİR ŞEY DEĞİL
Sence geri dönüşü olmayan bir noktada mıyız?
En büyük üzüntüm öğrencilik yıllarımda, sokaklarda çocuk oyunları oynadığımdan beri izleyicinin tepkilerini yakından gözlemleme şansı buluyorum. O zamanlar bir banka bize destek oluyordu bir araç ve dekor arabası veriyordu. Gideceğimiz yerleri biz seçiyorduk, arabalar oraya geliyordu ve biz oyunları oynuyorduk. Bazen bir okul koridoru oluyordu bu, bazen bir çay bahçesi. Sahnesi olmayan, gecekondu semtlerinde, tiyatroya ulaşma imkanı zor olan yerlerde çocuk oyunları oynuyorduk ve aldığımız tepkiler inanılmazdı. İnsanların o bekleyişini, beklentisini biliyorum ben. Hâlâ da öyle olduğuna eminim. Rize, Çorum, Adapazarı, Samsun… Böyle gittiğimiz şehirlerden sadece birkaçı. Bence sanat korkulacak bir şey değil. İnsanın kendine baktığı her an sanat zaten.
Sanat kötüye kullanılabilir mi sence?
O zaman sanat olmuyor. İyi niyetle bile başlanmış olabilir ama eğer kimseye ulaşmamışsa ve gitmiyorsa mutlaka bir sorun vardır. İnsanlar eğitimsiz diyoruz ya hani, eğitimsiz insan hiçbir şeyi almazmış gibi geliyor bize. Aslında tam tersi, daha çok almaya ve öğrenmeye açıktır. Zaten bizim yapmamız gereken eğitimi olmayan insanın da alabileceği, sezebileceği, hissedebileceği bir şey çıkartmak ortaya. Sanatı başucuna koyup, ‘Siz uzaktan bakın, nasılsa anlamazsınız’ tavrıyla izleyicisine yaklaşanlar olabilir. Bazen öyle oyunlar izlerim ben de. Seyircilerin yarısından fazlası anlamamıştır oyunu fakat bunu göstermemek için ya da nezaketen alkışlamışlardır. Böyle de kandırıldık. Ama ben Diyarbakır’da yanımıza gelen bir izleyicinin ‘O çocuk iyi oynamıyor bak’ diyerek hem çok haklı olduğuna, hem de son noktayı koyduğuna şahit oldum. Bizim Diyarbakır’da ‘tiyatro eleştirmenimiz’ yoktu ki. İyi ki de yoktu. İzleyici vardı.
Sen politika konuşan ya da sanatını politik bir dille anlatan bir sanatçı değilsin. 1980’lerde şöyleydi, şimdi böyle denecek bir tavrın da olmadı. Bu çizgini nasıl korudun?
Bu meslek bir şekilde hayatıma girdi ve bunun için çok mutluyum. Ben öyle oyunların içinde oldum ki, okulda da böyleydim. O karakterlerle uğraşmaya başlayınca gördüm ki sanatta taraf yok. Sanat insanlığın kirli çamaşırlarını da, güzelliklerini de o kadar açıkça gözünüzün önüne seriyor ki, içinden mutlaka bazılarını alıp, seçiyorsun. Bunun insanda bıraktığı büyü, sizi kendiliğinden etkisi altına alıyor. Benim hissettiğim, kendim de dahil olmak üzere henüz kendini tamamlayamamış bir süreç var önümüzde. Sanat her defasında bana bunu gösteriyor. O ‘insan’ dediğimiz ne ise, ne demekse gerçekten biz onu bulamadık henüz. Ama ben her gün bu sahneden konuşuyorum. Her gün şunu söylüyorum, ‘Lanet olsun, ne bakımsız bir bahçe ki şu dünya, azgın bitkileri tohuma kaçmış. Pis, kaba ne varsa tabiatta sarmış içini.’ Bunu diyebiliyorum, her gün konuşuyorum. Hiç de boş konuşmuyorum. Dolayısıyla yaptığımız işin içerisinde o kadar büyük bir zenginlik var ki, ben onunla kendimi ifade etmeyi tercih ettim.
Sen devlet kurumunda çalışmanın olanaklarını kullanarak Türkiye’yi turnelerle gezmiş birisin. Yeni yasa belki de bu olanakları alacak elinizden, neler hissediyorsun?
Bu çok aceleye getirilmiş, iyice düşünülmeden ortaya atılmış bir süreç oldu. Biraz daha netleşebilsek, biraz daha anlama üzerine gitsek daha iyi olacak diye düşünüyorum. Sonuçta bugün elinizi attığınız her türlü yapının içerisinde bazı denge kaymaları vardır. Ama yok etmek ve sonlandırmak bir çözüm değil ve çok sığ bir düşünce şekli. Konservatuarlardaki eğitimin ciddi anlamda sorgulanması gerekebilir. Opera, bale, tiyatro, klasik müzik hepsi dahil olmak üzere bunlar bir toplumun olmazsa olmazları haline gelmeli ve herkes seyredebilmeli. Bundan da kimsenin korkmaması gerekiyor. Çünkü gerçek anlamda o zaman huzura ulaşabilecek toplum, o zaman renklenecek ve şeffaflaşacak. Hatta korkularından arınacak herkes. ‘Amerika gibi, Fransa gibi, İngiltere gibi’ diye başlayan cümleler yerine biz kendi coğrafyamıza bakıp, buna göre çözümler üretebilmeliyiz.
AKM’nin (Atatürk Kültür Merkezi) durumu hâlâ çok belirsiz, en son ne oynamıştın orada?
AKM’de en son Çayhane oynamıştım. İlk kez 18 yaşında bir velettim, hocam götürmüştü. Nedense işte öyle yanınızda biri olmadan kolay kolay giremeyeceğiniz bir yerdi o zamanlar. O koridorlarda ben aklımı kaybettim. Sahneye çıktığımda ise hissettiklerim tarifsiz. Baktım, bir noktaydım. Dedim ki ‘Ahh ben ileride burada mı şarkı söyleyeceğim kendi kendime.’ Sonra oldu, Cyrano De Bergerac ile çıktım o sahneye elim ayağım titreyerek. 1300 kişilik salonda. Bir gün bile şikayet etmeden o kadar keyifli oyunlar oynadım ki orada. Ve şimdi öyle üzülüyorum ki orası olmadığı için.