Üstün Akmen
Bu yıl ilk kez düzenlenen Bursa, 1. Uluslararası Balkan Ülkeleri Tiyatro Festivali’nde, açılış oyunu Strindberg’in “Matmazel Julie/Fraulein Julie”si yanı sıra, dört oyun izleme olanağı buldum. Dönüş yolundaysa daha fazla kalamadığıma hayıflandım durdum.
Nasıl hayıflanmayayım ki, Arzu Tan Bayraktutan önderliğinde ve Ali Volkan Çetinkaya koordinatörlüğündeki ekip, öylesine özveriliydi ki bir anlamda ilgiden yoruldum.
Bursa Devlet Tiyatrosunun başarılı oyuncuları Demet Oran, Cenk Turan, Arzu Özyürekin, Taner Turan ve Basın-Halkla İlişkiler Sorumlusu Fatma Gülpek, deyim yerindeyse “gak deyince et, guk deyince su” yetiştirmekle kalmadı, üstüne üstlük tüm konukları sımsıcak bir sevgi halesiyle sarıp sarmaladı.
‘Matmazel Julie’
“Matmazel Julie”yi Aleksandar Popovski (1981) sahneye koymuştu, ama oyunun çok katmanlılığını ve içeriğindeki yoğun gösterge kullanımını pek dikkate almamıştı. Rejisinde gösterge bilimin parça-bütün ilişkisi mantığından ve parçalar arasında var olan ilişkiyi bularak bütündeki anlama ulaşamamıştı.
Oyunun ışık tasarımı da yanlıştı.
Işık tasarımcısı, oyun kişilerinin eylemlerinin ateşleyici özelliğini taşıyan yaz dönümü gecesi atmosferine değinmemişti bile. Sven Yonke, Matmazel Julie için üst kattan inip uşakları ile birlikte baloya katıldığını düşündüğü özel bir eğlence kostümü tasarlamalıydı, yapmamıştı. Jean ise siyah uşak giysileri giymeli, düşen ve zırt-pırt ayağına dolanan pantolon askılarıyla uğraşmamalıydı. Kristin’e kahverengi tonların hakim olduğu sınıfına ait sıradan ve eski bir elbise, hizmetçilerin taktığı bir önlük yakışırdı. Sahne tasarımındaysa aynı Yonke bu kere, oyunun konağın mutfağında geçmekte olduğunu anlatamamış, mutfağın ayrıntıları ile gerçekçi-natüralist bir çerçeve tanımlayamamıştı.
“Eh” düzeyindeki Nasrin Tair (Kristin)’in dışında, Suzan Akbelge (Julie)’nin de, Osman Ali (Jean)’nin oyunculukları gerçekçilikten ve dramatik olmaktan hayli uzaktı.
‘Ölü Ordunun Komutanı’
İsmail Kadare (1936)’nin 1964 yılında yazdığı ve ülkemizde de pek iyi bilinen “Ölü Ordunun Komutanı” başlıklı yapıtını, festivalde Üsküp Arnavut Tiyatrosu yapımı olarak izledik.
Dört dörtlük yapımı, hareket noktası belli olan metne belirlediği bir yöntemle yaklaşan, anlamlama sürecinde bir üst dil oluşturmayı başaran, yaratıcılığının yanı sıra tiyatro biliminin sistemli yapısını da bildiğini kanıtlayan Saraybosnalı Yönetmen Dino Mustafiæ’in (1969) rejisinden doğrusu etkilendim.
Kusursuza yakın oyun veren on dokuz oyuncuyu (özellikle kendisini, ölümün yarattığı bilinmeyen bir elementi arayan jeologlara benzeten General Aristo’da Bajrush Mjaku) doyasıya alkışladım.
‘Gerçekleşmiş Düşün İçinde Yaşanmaz’
Sırbistan’ın Ludum Ludum Tiyatrosu yapımı “Gerçekleşmiş Düşün İçinde Yaşanmaz”ı ise gerçek olanla gerçek olmayan arasındaki ayırımların hesaba katılmadığı bir performans olarak değerlendirdim. Program kitapçığında söylendiği gibi “duygusal bir öykü” tadı alamadım, bir şeyin gülünç ya da doğru, ola ki yanlış olmasının ön koşul olarak asla evetlenmemesini yadırgadım. Koreograf Miloœ Jadziæ’e göre bir olgu aynı anda hem doğru, hem de yanlış olabiliyor, tamam da bunu koreografisini çizerken beyninde sistemleştirememiş ki!
‘Aşk Bir Şey Değildir’
Yazar ve Oyuncu Şahin Örgel’in (1960) “Aşk Bir Şey Değildir”i de festivalde Bursa Devlet Tiyatrosu yapımı olarak izlendi.
Ali Volkan Çetinkaya’nın sahneye koyduğu, eşi Ecehan Şarman Çetinkaya ile birlikte oynadığı oyun, açık söyleyeyim reji ve oyunculuk açısından pek eleştirilemezdi, hatta tekstteki alışılagelmişlik, konvansiyonel dramatik biçimler ve anlamsız diyalog düzeni dikkate alınırsa övülebilirdi bile. Gel gelelim, Ceren Karahan’ın birinci perdede Nazlı karakteri için tasarladığı kostüm/ayakkabı yerden yere vurulabilir; Ufuk Üsterman’ın dekor tasarımına dudak bükülebilir; biri tekerlekli iki çanta için bir yerde “bavul”, diğerinde “çanta” tanımlamalarının Çetinkaya tarafından ayıklanmamasına kızılabilirdi bile!
‘Karamazov Kardeşler’
Makedon Yönetmen Dejan Projkovski’nin, Ivan’ın konyak bardağını o dönemde olmayan kağıt mendille silmesi; Alyoşa’nın mektubu, Ivan’ın sigarasını 1933 yılında üretimine başlanmış Zippo marka metal çakmakla yakmaları dışında neredeyse kusursuz yönetiminde, Hırvatistan yapımı olarak izlediğimiz “Karamazov Kardeşler”, izleyenler için ziyafet niteliğindeydi.
Felsefe, insanlık, tanrı, özgür irade, kusur ve kurtuluş bileşenleri ve insan özellikleri Marin Držić Şehir Tiyatrosu yapımında kendisini buldu.
Dejan Projkovski’nin, neden iskemlelerin yere fırlatılması, sonra yeniden yerlerine konulması ile üç kez arka arkaya aksiyon yaratma gereğini duyduğunu bilemem, ama Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşleri”ni Joyce, Proust, Woolf ya da Faulkner’de hakim olan bilinç akışı tekniğini harmanlayarak sahnede yoğurmasını başarı örneği saymalıydım, saydım.
Fyodor Pavloviç Karamazov’a Dimitri’ye, Ivan’a, Aleksey’e, Pavel Smerdyakov’a, Groşenka’ya, Verkhovtseva’ya ve Ilyuşa’ya can veren karakterler, Dostoyevski’nin eserinde teknik olarak çıktığı doruk noktasının göstergesi gibiydiler. Ünlü romanın felsefesini oluşturan ipucunu engin yetenekleriyle “son-uca” dönüştürdüler.
Bursa Devlet Tiyatrosu çalışanları ise, festival sırasında tanık olduğum emek-yoğun çalışmalarıyla, (öyle anlaşılıyor ki) ayın 22’sine kadar, siyasi iktidara tiyatro adına tokat niteliğinde özel dersler vermeyi sürdürecekler.