Adnan Koç
Son birkaç yıl Türkiye tiyatro çevreleri için ilginç(!) bir dönem oldu. Hani bilmeseniz dersiniz ki; ülkede ‘birileri’ var -seküler ya da değil- tüm tiyatroları bitirmek istiyor.
Önce Devlet Tiyatroları ile başlandı. Malumunuz; Devlet Tiyatroları’na devlet ödeneğinin kesilmesi, özelleştirme falan… Tiyatrocular kendi aralarında tartışırken ”yok DT üretmiyor, yok devletin tiyatrosu mu olurmuş” derken süreç o ‘birileri’ne yaradı. Ardından Türkiye tiyatrosunun bir diğer ağır topu; Şehir Tiyatroları’na geldi sıra. Bundan da haberiniz var. Şehir Tiyatroları yönetmeliklerindeki değişimler, yönetimin tiyatroculardan alınıp bürokratlara teslim edilmesi falan… Gerçi burada tiyatro camiası çok da birbirinden ayrı düşmedi ama sonuç? Tabi ki gene o ‘birileri’ kazandı. Sırada Türkiye tiyatrosunun son yıllardaki en umut vadeden yapılanmaları vardı; yani Özel Tiyatrolar. Genelde ”alaylı” tiyatrocuların bir araya gelip kurdukları bu yapılar Türkiye’de tiyatronun yeniden yapılanmasında, silkelenip kalkınmasında ön ayak oldular. Birçok konuda da başarılı oldular. Fakat 2013 sonbaharı bu yapılara pek yaramadı. Gezi Eylemleri sürecinde eylemcileri destekledikleri bahanesiyle, Kültür Bakanlığının özel tiyatrolara ayırdığı ödenek kesildi. Tiyatro adına en umut veren örgütlenmeler olarak görünen bu minik yapıların eylemlilik süreçleri benim en büyük hayal kırıklığım oldu. Ben devrim beklerken, özel tiyatrolar Godot’u beklemeye karar vermiş olmalılar ki; Ses Tiyatrosu’ndaki toplantılar neticesinde okunan bir basın açıklaması ve birkaç tiyatrocunun yazısı dışında hiçbir şey olmadı. Tam anlamıyla fiyasko (süreci devam ettiren birkaç özel tiyatro var, onları tenzih ediyorum). Süreç tam anlamıyla neticelenmedi ancak özel tiyatroların bu dağınık hali gösteriyor ki; özel tiyatrolar da o ”birilerine” yenilecek. Umarım öyle olmaz.
Ve “Özel Tiyatrolar Birileri’ne Karşı” oyununda son perde: Üniversite tiyatroları. Yukarıda bazı tiyatro bileşenlerinin süreçlerinden kısaca bahsettik ancak üniversite tiyatrolarında durum biraz farklı. Öncelikle biraz bu topluluklardan bahsetmek lazım.
Üniversite tiyatroları para odaklı üretim yapmayan, (şayet verirse) okuldan aldıkları minimum ödeneklerle prodüksiyon giderlerini karşılayan, genelde katılımcılık ilkesiyle tiyatro yapan tiyatronun bir bileşenidir. Maddi kaygılarının olmamaları bu yapılara bir özgürlük alanı sağlıyor. Bir kısmının sahnesi var. Sahnesi olmayanlarda ”iki kalas bir heves” düsturuyla okulda buldukları nerede ”işe yaramayan” bir mekân varsa o mekânı kendi emekleriyle dönüştürüp, kendilerine bir alan yaratıyorlar. Orada prova alıp orada oynuyorlar. Koridor, bodrum, oda, sınıf vs her neresi olursa… Biraz arabesk bir söylem ürettiğimin farkındayım fakat yaptıkları hiç de öyle değil. Neredeyse Türkiye’deki her üniversitede bu gruplardan birkaç tane var. Ve büyük üniversitelerin hemen hepsinde bu grupların düzenledikleri tiyatro şenlikleri var. Ve tiyatronun en çok seyirci çeken bileşeni de yine bu gruplar. Etliye sütlüye dokunmazlar demeyeceğim, çünkü dokunurlar. Galiba bu yüzdendir ki; bu ”birileri” gözünü şimdi de üniversite tiyatrolarına kestirdi. Peki ama neden?
Meseleyi hangi boyuttan ele alayım bilemedim, çünkü birçok boyut var ve hepsi ayrı birer araştırma konusu. Ancak bazılarına kısaca değinmek lazım. İlk ve ezeli konumuz akademinin ne olduğu. Özünde öğrencilerin özgürce öğrenim görebilecekleri, kültür ve sanat faaliyetlerini yürütebilecekleri yerler olarak kurulan akademiler, 80 darbesinin ürünü olan YÖK’ün sistemli baskılarından sonra özünü yitirdi. Bir de üzerine son yılların belası makro-ekonomik politikaların bu yapılara dayatılması, sermayenin üniversite kampüslerini işgal etmesi, hükumetin ”kâr et” baskısı, üniversiteleri aptallaştırdı. Şimdi ise üniversiteler para hırsından ”kâr etmeyen” her yere saldırıyor. Tabi ki bu durumlar üniversite yönetimlerini masumlaştırmaz. Aksine, kuklaya dönüştükleri için daha da suçlu kılar.
Bir diğer boyut da hükumetin sistemli tiyatro tasfiyesi -ki bu konu hepinizin malumu. Demem o ki tasfiye hareketinden üniversite tiyatroları da payına düşeni alıyor; peki nasıl: Henüz özel tiyatrolar tartışması sönmemişken Üniversite Tiyatroları’nın sahnelerinin birbiri ardına kapatılması yeni gündem oldu. Önce İTÜ’deki, içinde 2 sahne bulunan ve İTÜS, TİMİS gibi köklü üniversite gruplarının çalıştığı KSB (Kültür Sanat Birliği) binasının yıkım kararının haberi geldi. “Ne oluyor?” diyemeden, Taşkışla Sahnesi’nin, koridordan dönüştürüp sahne olarak kullandıkları alan bir anda, haber bile verilmeden prefabrik sınıfa dönüştürüldü. Dekanın savunması manidardı: ”Gezi mezi ne ayaksınız siz!” Son bomba, son yılların en haşarı üniversitesi İstanbul Üniversitesi’nden geldi. Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) Sahnesi yıkılıp “Ofis” yapılıyor. Okuldaki tek tiyatro sahnesi, orada çalışan iki köklü kulübün varlığı hiçe sayılarak yıkılmak isteniyor. Ve şu sıralarda öğrenciler kendi mücadelelerini örgütleme çabasındalar. Buna benzer olayların birçok yerde, bu yazıyı yazdığım sırada dahi yaşandığı kesin ve devam edecek gibi de görünüyor. Diyebilirsiniz ki, ”Üniversite tiyatroları bunları zaten yaşıyordu.”, ancak bu seferki durum sistemli ve ciddi görünüyor. Hâl böyle iken neden tiyatro çevreleri bu kadar örgütsüz? Ömer Faruk Kurhan, özel tiyatrolar sürecinde yazdığı bir yazıda amatör tiyatrolara haklı bir eleştiri yöneltmişti. Tüm yukarıda bahsettiğim süreçler yaşanırken amatör tiyatrolar sessiz kalmıştı. Ancak bu durum şu an üniversite tiyatroları’nın yalnız kalmasını gerektirmez, -biliyorum klişe ve birçok kişi bunu söylüyor.- ancak unutulmamalı ki üniversite tiyatroları son kaledir. İstanbul Üniversitesi’ndeki mağdur kulüpler (İÜFFTK, ÖKM SAHNESİ), bir direniş örgütlenmeye çalışılıyorlar ve umudumuz var. Bu direnişin başarıya ulaşması ve diğer bileşenlerin mücadelelerine ışık olması umuduyla desteklemek lazım. Aksi takdirde, yine o ”birileri” kazanacak.
Peki, kim bu ”birileri”? Siz ister sermaye deyin, ister neo-liberal politikalar deyin, ister hükumet, ister Hannibal Lecter deyin ama bence bir önemi yok. Çözüm yine bizde!