Can Merdan Doğan
İnsanlar gittikleri şehirlere beklentilerini götürür. O şehirden beklenenler, karşılığını en çok da kartpostallarda bulur. Sevimli bir sözcüğün ya da sonu “sevgilerle” biten bir mektubun pekala yerini alabilir kartpostallar… Fazladan söz iliştirmeye de gerek kalmaz. Evin bir yerlerine, bir İkea kutucuğuna kıvrılabilir. Günün birinde çok özlediğiniz şeyleri aradığınızda ve ciddi meseleler için kendinizi “gevşek” hissettiğinizde, o kutucuğu açabilir, evin kıvrılan her köşesine yeni beklentileri ekleyebilirsiniz. Mesela annemin sandığı vardı, şimdi ablam aldı onu. Cevizden bir sandık… Hiç açılmazdı. Dedemin, bir evi taşıyabileceği izlenimini veren bir bavulu, Sultanahmet’de çekilen bir fotoğrafta elinde tuttuğu bir bavul. Ona benzer bir bavulu aldım, fotoğraflarla doldurdum içini. O kutular ve gizleyenler, zariftir. Ellerinde telefon tutan insanları sevmezler. Gündeliği sevmezler. İmgelerle, yanılgılarla ve pişmanlıklarla yüklüdürler. Bazıları fazla çarpıtılmış ve süslenmiş olsa da, yine de kırgın bir zariflikleri vardır işte. “Eh işte” lafına yakışırlar, sanki. Yıllarca umudu bekletmiş birinin, bir an ağzından çıkan “eh işte”sine. Şehirlere beklentilerini götüren insanlar gibi, hatta bir beklenti olarak, sessizce eskirler.
Kişisel tarihe açılan her şeyi seviyorum. Marazi merakımı karşılıyor hepsi. Biletler, kartpostallar, mektuplar, fotoğraflar… Nesneleri sevmiyorum, yüklendikleri yanılgıyı seviyorum. Bu şehri de bu yüzden seviyorum, yüklendiği yanılgıdan ve taşıdığı çarpıtılmış, anlık, sesli ama içli yaşanmışlığından ötürü. Şehrin bir sanatı var. Fikirleri sevmeyen, aklıyla kandırmayan, ağzından gözlerine kadar her bir sanat dalının keşke’sini barındıran bir sanatı; biraz Yusuf Atılgan’a biraz da Tomris Uyar’a benzeyen bir sanat; hep aynı yerden saçılan, saçıldığı yerde de bir şeye dönüşmeyen, dönüşemediği içinde, bir leke gibi, kanlı/kusmuklu bir leke gibi çarpık bir yenilgiye işaret eden bir sanat. Şehir görselliğinde topluyor hepsini… Kabus ışık bilgisiyle; beton meydanıyla; rutubet kokan metrosuyla; kötü sinema salonlarıyla; politikliğini gündeliğinde yitiren yazılamalarıyla; heveskar tiyatrolarıyla… Bir kartpostalın sıkıcılığından uzaklaşıyor bu yaşayan sanat, insana çarptığı içinde iletişimin riya kokan ara yüzünde kalakalıyor, gerisi mana ve ehemmiyet…
Bazı şehir görsellerinin, her ne kadar belli bir kazanıma, zafere işaret etse de, yani bir yenilgiyi hatırlatsa da, fikir olarak yine de belli bir naifliği olduğu düşüncesindeyim.
Şehir sanatı ise, dönüştürülürken, geçen ve giden, yenilenen ve yerine konan fısıltılar arasında, hep tadilatta. Şehri, kartpostaldan ayırır bu tanım. Reinaldo Arenas şehrin sanatını şöyle dile getirir:
“Sokaklarda yürümek; harap lağımlarından akan kaçınmak için atladığımız eski binalar üzerine yıkılacağı için sizi yargılayan ve cezalandıran eski yüzler, eski kapalı dükkanlar, kapalı marketler, kapalı sinemalar, kapalı parklar, kapalı kafeler… ‘Yenilenmek için kapalıdır, ‘tamirat için kapalı.’ Ne çeşit bir tamir? Bu sözde yenilenme ne zaman bitecek… Şehri dolaşıyorum; duvarlar, ağaçlar, sokaklar, katedraller, yüzler ve plajlar… Hücreler, minik hücreler, büyük hücreler, yıldızlı geceler…”
Tadilat meselesi, bir tür söküm. Var olanı bozan, onun tarihini kendi tarihiyle ören, nesnenin el yordamıyla verdiği ödün. Kişisel tarihle çatışması biraz da bundan. Arenas’ın dediği gibi, her şey yerinden edilmişliğiyle, eksik mazisiyle kalıyor. Şehrin sanatı, hep vaatlerde bulunuyor. Bir yenilenme fikrini ortaya atıyor. İçsel bir yolculuk gibi sunuyor kendini, saçıyor, saçıyor… Kan ve kusmuk lekelerinden bir şey çıkar mı, bilmiyorum. Yine de sanatlı işte, beni evimin bir köşesinden, bir kutudan; bir meydana, bir sokak arasına götürebilecek kadar sanatlı. Tadilatlar, ödün verir… Şehrin sanatı ödün verir… Nesneler kalır, zarif. Gerisi ölümler, öldürmeler…