Pınar Çekirge-Yavuz Pak
Konuşurken fark ettim, sanki yıllardır süregelen sohbetimize devam ediyorduk onunla. Hayatını, yüreğini sahneden izleyicilere akıtışını dinliyorduk yine. En baştan. Virgüllerle yarım kalmış cümlelere inat, anlatıyordu. Yaşadığı her anın altını kalın çizgilerle çizebilmişti. Neyse oydu. Taa içini gösterebilen, hem de çekinmeden, korkusuzca gösterebilen ‘şeffaf adam’lardandı çünkü. Hani, hep denir ya, adam gibi adam, işte öyle. Safkan, lekesiz. Dahası hayatı başkalarının sızılarını görerek yaşamış ve o hayatları sahnede yaşar kılmıştı tek tek. Ödenecek diyetler, umurunda değildi. İnatçı ve cesurdu.
Elinde valizi Ankara’ya gelişi. (Yanına sadece ideallerini, yeteneğini alarak.) Kenarda bir dala tutunup, oradan seyredişi, o çılgın, ürkütücü, gri kalabalığı.
Ama öncesi var… Kıbrıs’ta Gönendere Köyü. Altmışlı yılların ilk yarısında bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştı.
Küçüktü. Diyelim altı, yedi yaşlarında. Hayvanları otlatan, koyun kırkan, buğday, arpa eken, tarla süren, gücü erdiğince toprağı kazan, ağaçları sulayan, hayata gülümseyerek bakan bir çocuk. Biraz çekingen, biraz hırslı.
Cumartesi günleri, Hürriyet Sineması’nın megafonundan yükselen şarkıları hiç unutmadı zaten. O filmleri de. Bir an önce akşam olsun da, sinemaya gidilsin isterdi telaşla. Kalbi heyecanla çarpardı son zil de çaldığında. Hürriyet Sineması’nın en ön sırasına otururdu bütün çocuklar gibi. O tahta bank. Mavi, kırmızı, yeşil, eflatun, sarı ampuller. İnce bir rüzgar. Orada burada yıpranmış film afişleri. Türkan Şoray, Ediz Hun, Kartal Tibet, İzzet Günay, Cüneyt Arkın, Fatma Girik’li film afişleri. Ama İlle Yılmaz Güney. Kemal Sunal. Evet, “Ağıt” filmini ne çok sevmişti. Bazen makinist Yaşar ağabeyin yanına gider, kesik film parçalarını özenle toplar, el feneriyle kendine filmler yaratırdı. Katıksız hayallerin uçsuz bucaksızlığına terk edilen o çocukluk yılları.
Ve gün gelecek, bütün o filmleri izlediği, bilet kestiği, eğlendiği, mutlu olduğu, belleğinden hiç silinmemiş Hürriyet Sineması’nda sahne alacaktı. Ama daha çok vardı… Yıllar, uzun yıllar… Takvimler 20 Temmuz 1974 Cumartesi gününü gösterdiğinde, on yaşındaydı. Hayır, detayları, yaşanmışlıkları konuşmayacağız şimdilik. Savaşın ne demek olduğunu biliyor Hüseyin Köroğlu. Ne kadar acımasız, ne kadar vahşi, ne kadar aşağılık, ne kadar günah dolu olduğunu biliyor. Dedim ya öğrendiğinde, savaşla yüzleştiğinde sadece on yaşındaydı. Elinde tüfek Beş Parmak Dağlarına doğru koşarken, barut kokusu siniyor tenine. Ter ve barut karıştı mı, o koku buğu olur dağlar eti. Yakar, kavurur. Karatma gecelerinde hep taze kan izleri… Korku ve nefret. Ölümü ıskalayış… Hem de birkaç kez.
Savaşın filmlerde anlatılandan ne kadar farklı olduğunu gördüğünde, sokakta bilye oynayan Hüseyin ölüveriyor. Öyle ansızın. Yere bile düşmeden… Bir çığlık olsun savuramadan. Seneler sonra “Beni küçük kurşunla mı öldürecekler anne” diye soran bir çocuğun ne yaşadığını, o travmaya nasıl tutsak edileceğini bir kez daha anlıyor. Ve kana kana ağlıyor o an. (Bütün bunları dinlerken, dudaklarından dökülen her kelimeyi ikimiz de içimizde, yüreğimizde hissediyoruz. Garip bir özdeşim bu. Bir hemhal oluş belki de. )
Lise birinci sınıfta Edebiyat Öğretmeni, yıl sonu düzenlenecek müsamereden söz ediyor. Hiç düşünmüyor Hüseyin Köroğlu, okul sonrası kalıp tiyatro çalışmasına katılmayı. Çünkü son otobüs saat tam on yedide, kaçırdı mı yandığının resmidir. Nasıl dönecek eve? Fakat arkadaşı adını yazdırıveriyor gizlice. Sorsa reddedecek çünkü, biliyor. Mazereti büyük !
Okların yönünü değiştirilmişti bir kez. Belki de ilk kez oklar, içinde saklı tuttuğu, hani sinemadan eve gelip, aynanın karşısında “Benim Kemal’den, Yılmaz’dan neyim eksik ki “diye düşündüğü günlerde çiçeğe duran yönü işaret ediyordu. Sadece ileriyi, alkışları, başarıyı, acıları, ayak oyunlarını, gözyaşlarını da, ödülleri de gösteriyor, Hüseyin Köroğlu’na yürümesini emrediyordu! Gün gelecek insanları ışığa götürecek… alnındaki ışıkla aydınlatacaktı karanlığı. Varolma şansı binde sıfır olan düşleri gerçekleşecekti.
İlk alkışını “Ana Kuzusu” adlı oyunda yaşar kıldığı baba kompozisyonuyla aldığında, sahne tozu avuç avuç ciğerlerine dolmuştu çoktan. Lise ikinci sınıfta da devam etti tiyatro çalışmalarına. Hoşuna gitmişti… Söylenecek sözleri vardı ve sahne onu çağırıyordu. Son sınıfa geçtiğinde konservatuarı düşündü ilk kez… Bu işin eğitimini alması gerektiğini düşündü.
Üniversite sınavında Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Gitti kaydını yaptırdı ama aklında ille konservatuar vardı. İyi de nerededir konservatuar, nasıl başvurulur? Yol, iz bilmiyor ki. Bir tanıdığı, bildiği yol ki. Tek başına. Ve o kadar yabancı. Sora sora buluyor binayı. Kapıdan ” geç kaldın” diye çeviriyorlar. Fakat, birşeyler yapmalı… Geri dönemez. Hayır, asla! Müdürün odasına giriyor çekinerek. Kıbrıs lehçesiyle derdini anlatıyor, yapmak istediklerini, hayallerini. Müdür Bey bir an düşünüp, elinden birşey gelemeyeceğini, ama yine de dekana gidip durumunu izah etmesini öneriyor. “Belki bir yolu bulunur” diyor. Dekan izin verirse sınava girebilecek… Telaşla dekanlığa koşuyor. Hayır, dekan erken çıkmış. Yerinde yok. Bugün de dönmeyecek. Yarın sabaha yine gelmeli… Erkenden kapıda Hüseyin Köroğlu. Bir hanımla karşılaşıyor. Bal sarısı gözlerinde sonsuz ışık çakımları, anlatıyor… Tiyatro bölümünde okumak istediğini, çok istediğini anlatıyor. O hanımın Dekan Gülsüm Canlı olduğunu bilmiyor tabii. Sınavın ikinci günü. Adı sınava girecekler listesinin en altında.
“Ne sorarlar? Nasıl çalışmalıyım? “
“Bir şiir, bir de tirad okursun yeter. “
“Şiir tamam da, tirad nedir?”
Ama öncesinde temin edilmesi gereken sabıka kaydı olmadığına dair belge, hastahaneden sağlık raporu var. Kızılay’da Varan Otobüsleri Acentesi’nin tam yanındaki kitapçıya giriyor soluk soluğa. Bir şiir kitabı istiyor hemen. O sırada Cüneyt Gökçer’in “Kral Lear” afişleri duvarlarda. “Kral Lear” kitabını alıyor, fazla düşünmeden. Sayfaları rastgele çevirip, uzun bir konuşma buluyor. Tamam, oldu bu iş, diye düşünüyor. Şiiri de belirliyor ” İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı”.
Bütün gece gözünü kırpmadan çalışıyor… Sınav mı ? Nasıl çıktı sahneye, ne yaptı, nasıl oldu, hatırlamıyor. Belleğini ne denli zorlasa da imkansız… kayıtlar silinmiş. Üstelik karşısında Asuman Korad, Bozkurt Kuruç, Cüneyt Gökçer…
” Ne hazırladın bize ? ” diye soruyor Cüneyt Gökçer.
” Edmond’un tiradı efendim… “
Bir sesle irkiliyor: ” Tamam canım, yeterli… “
Salondan çıkarken Cüneyt Gökçer usulca omuzunu sıvazlıyor. “Baştan kaybettin oğlum”, diye düşünüyor Hüseyin Köroğlu. “Bu bozuk lehçeyle… Koskoca adamların önünde…
Sonraki gün. Saat tam 13.58. Sınav sonuçları asılmış. Adını görüyor satırlar arasında…” Hey Kıbrıslı gel buraya.” Başını çeviriyor. Semih Sergen. Çekinerek yürüyor. Sanki cesareti tükenmek üzere… Sanki uzun uzun ağlamak istiyor, bırakıp kaçmak. Dönmek. ” Bu çocuğu alıp çalıştır biraz…” diyor Semih Sergen yanındaki gence. Hakan Vanlı pek gönüllü olmasa da, Semih Hoca’nın sözünden çıkacak değil ya, Hüseyin Köroğlu’nu alıp bir odaya götürüyor… Bir iki saat kadar çalıştırıyor, öyle rastgele. Geriye sadece otuz kişi kalmış. Yüzlerce kişi elenmiş…Sahneye çıkıyorlar toplu olarak… Sonra tek tek…
” Evet, mimik soralım şimdi… “
Mimik, mimik denilen şey de ne? A, evet tabii. Anlyor. Hani, küçükken savaşçılık oynardı ya arkadaşlarıyla… İşte onun gibi bir şey. Saat 18.03… Kapının önünde… Dokuz kız, altı erkek toplam on beş kişi kazanmış sınavı.
Zor günler. Bir çorba kasenin üç kişiyle paylaşıldığı, paranın ucu ucuna yettiği ya da çoğunlukla hiç yetmediği. Sıkıntılı günler. Sıla özlemi de cabası… Kimsesiz belki. Ama kimliksiz değil. Yabancılığın da canı cehenneme artık.
Ve yıllar sonra, mezun olduğunda Cüneyt Gökçer’e : ” Hocam size bir şey soracağım, ” diyor.
“A canım sor…”
“Sizin yerinizde olsaydım, benim gibi de biri gelseydi eğer sınava, diksiyonu kötü, duruşu kararsız, eğreti onu kesinlikle almazdım… “
Gülümsüyor Cüneyt Gökçer: “A canım herkes sahneye bir bir çıktı ve indi. Otuz kişiydiniz. Biz kumaş arıyorduk sadece… Çoğu dikilmiş kumaşlarla gelmişti. Senin haiz olduğun kumaşı fark edip, giysi yaptık. O kadar! “
Bozkurt Kuruç’un yönettiği “Kamp 17” de rol alıyor Hüseyin Köroğlu. Herşey iyi güzel de, farklı bir yorum getirmek isteğince Bozkurt Hocayla ters düşüyorlar. Kızıp, içerliyor hemen. Kırılyor. Derslerine girmiyor aylarca ama Hocanın yönetmen yardımcısı olduğu için oyun çıkana kadar hiç aksatmıyor görevini. Dekoru kuruyor, oyunu başlatıyor ve çekip gidiyor.
” Yarın akşam seni görmek istiyorum sahnede…”
” Elbette hocam ama sizin değil, benim bulduğum yorumla oynarım…”
” Ne halt edersen et…”
Oyun bitiyor. Perde alkışlarla kapanıyor. Bozkurt Kuruç kulise geliyor. ” Çocuklar” diyor. “Açıklamak, itiraf etmek zorundayım. Hüseyin ile yorum farkı nedeniyle tartışmıştık, biliyorsunuz. Ama bu akşam izlerken gördüm ki, haklıymış! “
Son sınıftayken, yasak olmasına rağmen özel tiyatroda çalışıyor Hüseyin Köroğlu. ” Kent ve Köpekler”de, Kafka’nın “Ateşçi”sinde rol alıyor.
Mezun oluyor başarıyla. Mecburi hizmet var önünde. Bölge tiyatrolarına gidecek. Bölge tiyatrolarında yer alacak… Süre belirsiz. Artık ne çıkarsa bahtına…
” Siz birer fidansınız oralarda gelişeceksiniz.” diyor Bozkurt Hoca.
” Ya fidan eğik gelişirse? “
Bir yıl ara verecek… Hiç tiyatro yapmayacak… Sadece seslendirme işi… O da yaşamını devam ettirecek kadar para kazanabilmesi için. Ötesi yok… Ötesi belirsiz…Ve askerlik…
Kuzey Kıbrıs Türk Devlet Tiyatrosu’nda “Tuzak” adlı oyunda bulur kendini ve Ankara’ya turneye gelirler. Üstelik başroldedir artık. Hazım Körmükçü ile tanışır. Bu arada Müşfik Kenter’den izin alıp, derslerine girer. Bir köşede oturup, dinler sessizce. Notlar alır. Ankara Devlet Konservatuarı’nı bitirmiş ama, Devlet Tiyatrosu’nda devam etmek istememiştir. Parası tükenmektedir. Ne yapacaktır? Kararsızdır.
Hazım Körmükçü ve Cahit Kök İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nı önerirler… “Hatta Cahit ağabey benim yerime yazmıştı dilekçeyi… Çarçabuk bir vesikalık fotoğraf çektirip iliştirmiştik kenarına. “
Yıl 1989. Ali Taygun’un yönettiği “Ağrı Dağı Efsanesi”nde koroda yer alır Hüseyin Köroğlu. Gelecek gördüğü, başarısını fark ettiği Hüseyin Köroğlu’na, bir sonraki sezon “Theope” de başrol veriyor Ali Taygun… Sırada, Şenay Saçbüker ile karşılıklı rol alacakları “Balon”adlı çocuk oyunu.
Gencay Gürün çağırıyor bir gün. İçeriye girdim. Nedret Güvenç oturuyor, bir kaç kişi daha vardı odada. Gencay Hanım gülümseyerek, “Biliyor musun Hüseyin, dilekçede yer alan fotoğraf Yalçın Boratap’a gitmeyip de, doğrudan bana gelmiş olsaydı, muhtemelen seni tiyatroya almazdım…” diyor.
Ve kararını veriyor ve bu kararından yaşadıkça hiç vazgeçmeyeceğini, asla eğilip bükülmeyeceğini biliyor. Bu uğurda önerilen nice açık çekleri, bölüm başına ödeneceği söylenen bol sıfırlı rakkamları elinin tersiyle itiyor… İtebiliyor. Çünkü: ” Ben tiyatro eğitimi aldım. Bu sanatı en iyi, en doğru biçimde yapmam gerekiyor… Aklım yettiğince oynayacak, yönetecek, hayatları sığdıracağım içime. Yılmadan. Keşke, demeden. “
Oldum olası hep hayallerinin peşinde koştu Hüseyin Köroğlu. Sanattan ötesi yoktu. Biliyordu. “Çok kişinin rüyalarını süsleyen rollerde oynadım.” Savaş ve Barış” mesela. Düşünsenize dolmuşlarda, minibüslerde konuşulan bir oyun olmuştu. O zaman beş katlı bir evde oturuyorduk. Asansör yok. Matine suare sonrası kapıda oturur, zorlukla, dinlenerek, neredeyse soluk soluğa çıkardım o merdivenleri… Çok ağır bir roldü…
“Evet, bakıyorumda bir masalın içinde yürümüşüm bugünlere… . Seneler sonra Hürriyet Sineması’nda sahne aldığımda fark ettim ki, başarmışım… Üstelik bu kadar büyük değildi hayallerim… Ben, sadece onlar gibi olmak istemiştim, onlara yakın olmak… “Tatlı Betüş” dizisinde Türkan Şoray, ” Bir Mucizeydi Sinema” da Fatma Girik ile karşılıklı oynadım. İlk sinema filmimin yönetmeni Kartal Tibet’ti. Üstelik Kemal Sunal ile ben.
“Evet, ışıklar karardı. Eski filmlerden parçalar perdeye düşmeye başladı. Sessizce ilerleyip, izleyicilerin arasına oturdum. ” Koltuk Belası” filminde göründüğüm sahne dondu birden. Hürriyet Sineması’nda bir sessizlik. Takip ışığı beni aydınlattı. ” Buradayım, hala…” dedim.
” Oyuncu sahnede çırılçıplaktır… bir girdabın içinde tek başınadır. Don Kişot’tur bu bağlamda… Hayata ayna tutandır, korkmadan.”
” Sahnedeyken gerçek rol arkadaşım seyircilerdir. Onların gözlerinin içine bakarak oynarım her defasında…”
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Şenay ile kurduk tiyatromuzu. “Tiyatro Aşk”. İlk oyunumuzu da demin anlattığım gibi, Hürriyet Sineması’nda oynadık. “Işığa Yürüten Adam”. Othello, IV. Murad, Abdülhamid ve Mustafa Kemal oldum… O kişilikten diğerine bir saat on dakika süresince, ara vermeden.”
“IV. Murad’ın repliğini: ‘Sorarım size çıkarlarınıza dokunulmadıkça kendiniz ortaya koyup sesinizi halk adına yükseltebildiniz mi?’ KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun gözlerine bakarak söyledim”
“Magosa Kalesi’nde bir hayali gerçekleştirdik. Hatırlıyorum, Şehir Tiyatrosu ‘nun ‘ Önce İnsan’ oyunuyla Kıbrıs’a turneye gitmiştik. Şükrü ile aynı düşü kurduk. Othello’yu Magosa Kalesi’nde oynamak. Bir dünya prömiyeri. Yıl 2002… Üç gün boyunca korkunç diyebileceğim bir izdihamla sergilendi oyun… Düşünsenize surların en tepesinde bile insanlar vardı izleyen. Bir akşam bir İngiliz geldi yanımıza. Elinde kitap… Kendi tanıttı. Cambridge Üniversitesi’nde Shakespeare’i anlatan bir profesörmüş. Dünyada izlediğim en farklı yorum dedi bana ve kitabını armağan etti.”
“Dormenler’de ”Şahane Züğürtler’de konuk oyuncu olarak sahne aldım bir sezon. İşte o günlerde ‘Genç İndia Jones’un Türkiye’de çekilecek olan bölümlerinde Atatürk’ün emir subayı rolünde oynadım…” “
” ‘Bir Deli Ağaç / Yunus Emre’ gibi çok zor bir projede Hüseyin Köroğlu’nun başarısını hatırlıyorum şimdi. Turgay Nar’ın yazdığı, Köroğlu’nun 2007 ‘de yönettiği.”
Bir an düşünüyor Hüseyin Köroğlu: Üç sezon kapalı gişe oynamıştı, “Bir Deli Ağaç”. Bilir misiniz, fuayeye izleyiciler için bıraktığımız defterlere yazılanlar zaman zaman bizi ağlatırdı…
Araştırmadım ama Türk Tiyatrosu’nda en çok Shakespeare oyununda rol alan benim ya da alanlardan biriyim. ‘ Bir Ata Krallığım’, ‘ Othello’, ‘ Troilos ve Kressiada’, ‘Coriolanus’, ‘Kral Lear’. “
Ve ” Altı Derece Uzak” da anılara sızmış bir Hüseyin Köroğlu vardı… Engin Alkan ile o öpüşme sahnesi… o varoluş savaşı Paul’ün. O çıkışsızlığı. Hayatın en hunhar yüzüyle karşılaşması…
“İşte bütün bunları hatırlayabiliyorsanız, bunlar yani oynadığımız kimlikler sizde bir biçimde kalıyorsa, tiyatronun suya yazı yazmak olmadığını kanıtlamış oluyoruz oyuncu ve yönetmen olarak. Evet, tiyatro kalplere yazılan yazıdır…”
“Bizdeki ödül sistemine inanmıyorum pek. En büyük ödül sahnede olmaktır… Selama çıktığın an aldığın alkıştır”
“Son on yıldır ne yaptığımı, ne yapacağımı, neler yapabileceğimi bilerek yaşıyorum. Sıfırdan çıktım yola. Ne desteğim vardı ne sığına bileceğim bir kartvizit. ‘Senden bu lehçeyle bir halt olmaz, yol yakınken bırak, zamanını harcama’ diyenler çıktı. Çok net hatırlıyorum şimdi, bir gün çok kırılmıştım. Belki haklıydılar. Gitmeliydim. Dönmeye karar verdim. Biletimi aldım. Bavulumu aldım. Ankara Garı’nın yanında THY’nin servis otobüsünü beklemeye başladım, banka oturup. Birden, ne yapıyorsun dedim… Bu sınava girmek için nasıl mücadele ettin, seçildin. Başarılı oldun. Şimdi tanımadığın biri, bırak git diyor ve sen onun sözünü dikkate alıyorsun. Hızla doğruldum yerimden. Duygularım ve mantığım yine savaş halindeydi. İlk anki heyecanım geçmiş, ayaklarım yere basmıştı sertçe. Hala virgüllerle dolu, eksik, tamamlanmamış cümlelere sığındığımı ayrımsayacak denli sakinleşmiştim. Bana kimse ceza veremezdi… cezayı kendime sadece ben verirdim. Cezam; o ağzına kadar dolu bavulu sırtlanıp tiyatroya, dönmekti…”
“Çok çalıştım… sabaha karşı 01. 00’lerde uyuyup, 05:00’lerde uyandım… Her sınav için en az yirmi parça hazırlandım…”
“Cüneyt Hoca ‘Yılan mı olacaksınız sahnede, yılan olun, boynunda fiyong, kuyruğuna teneke bağlanmış bir yılan değil’ derdi. Neyse onu oynamak, abartmadan… Sahici kılarak… “
“Gün oldu büyük paralar teklif edildi diziler için. Karşılığında önüme sürülen bedeli gözüm kapalı reddettim. Bedel tiyatroya ara vermekti… Tiyatrodan vazgeçmek, sahneye ihanet etmekti… 107 bölüm oynadığım ‘ İlişkiler” dizisinde yaşar kıldığım Murat karakteri o kadar tanınmıştı ki… O kadar popüler olmuştu ki… O tehlikeden sıyrdım kendimi, sakındım, diyelim ya da. Üstüme yapışmasına, o rolle yaftalanmaya izin vermedim. Şunu unutmamak gerekiyor, özel tiyatroyu yaşatan gerçekte ödenekli tiyatrolardır. Çünkü seyirci yetiştirir ödenekli tiyatro…”
“Her yaşar kıldığım karakter için tipimi değiştirdim… bazen on beş kilo aldım… bazen makyajla yepyeni bir Hüseyin Köroğlu olarak çıktım sahneye. Hiç unutmam, Abdülhamid rolünde takma burun kullanıyorum, sürekli sahnedeyim, bir ara kayınvalidem Şenay’a usulca eğilip, ‘Hüseyin ne zaman çıkacak’ diye sormuş…”
Alnında sonsuzluğa uzanan ışıkla kitlelere meydan okumak, izleyicisini alıp ışığa doğru yürütmek böyle birşeydi, demek…
Ürperiyorum. Keşke bu kadar çabuk ‘di’li geçmiş zamanlara tutsak olmasa bu söyleşi, hep devam etse!…
SANATIN ÖTESİ YALAN !
Hüseyin Köroğlu, bir yandan Kıbrıs şivesiyle geldiği Türkiye’de, tiyatronun en önemli isimlerinden biri olmayı başaran büyük bir “tiyatro insanı”; diğer yandan henüz on yaşındayken yüzleştiği savaş felâketinin izlerini hâlâ yüreğinde taşıyan “küçük bir çocuk”. Kronolojisini anlatırken, yönetmenlikteki ustalığını da kullanarak, isabetli geriye dönüşlerle yaşamının bu önemli iki boyutu arasında büyüleyici bir biçimde mekik dokuyor. Köroğlu’nun hikâyesi; aklı ile yeteneğini harmanlayarak yarattığı sanatı ve farkındalıklarıyla besleyerek yükselttiği bilinç düzeyi ile küçük bir savaş çocuğunun, göçtüğü coğrafyada “kendisini gerçekleştirebilmiş bir bireye” ve “saygın bir tiyatro insanına” uzanan yolculuğu…
“1974’de, on yaşındayken Kıbrıs’taki savaşı yaşamış biriyim ben. Savaş filmlerde görüldüğü gibi ya da anlatıldığı gibi bir şey değil. Gerçekten çok vahşi bir şey, aşağılık bir şey! On yaşında yaşadıklarım benimle yaşamaya hep devam edecek.” diyor Köroğlu. Gerçekten de savaş, binlerce yıldır adım adım uygarlığa ilerleyen ademoğlunun 21. asırda dahi yakasından düşmeyen bir lânet. Yazılı tarihin 3500 yılında sadece 270 yıl savaş yok. Herakleitos, “polemos pater panton” (savaş herşeyin babasıdır) derken, asırla öncesinden bu acı gerçeğe işaret ediyordu. İnsanlık tarihi boyunca, özgürlük, eşitlik ve barış gibi güzellikleri solduran bir “kımıl zararlısı” savaş. Ancak, özünde zararlı olan kımıl, insanı daha iyi olana, daha dayanıklı olana teşvik etmesiyle de bilinir. Foucault’un dediği gibi: “Doğa gereklerine ya da düzenin işlevsel ihtiyaçlarına inanmamamıza yol açan unutuşların, hayallerin ve yalanların altında, savaşı bulmak gerekir. Çünkü savaş, barışın şifresidir.” (1) Köroğlu, tam da benzer bir paradoks üzerinden, sanatıyla meydan okuyor savaşa…
Şehir Tiyatroları’nda yönettiği “Arka Bahçe” oyunundaki Mevlüt’ün, aslında kendisi olduğunu söylüyor Köroğlu…
“1974’de ölseydim ben öyleydim yani. Yazar Bilgesu Erenus’un tekstinde öyle bir rol yok. Arka Bahçe ile ilgili araştırmalarında Filistinli annenin yaşadığı bir dram çok etkilemişti beni. Dışarda silah sesleri… Askerler… Çocuk annesine soruyor: ‘Bu asker amcalar beni küçük kurşunla mı öldürecek?’ Bu dehşet bir şey! 1974’de Kıbrıs’ta, sokaklarda bilye oynuyordu çocuklar… Nazım’ın dediği gibi: Büyümez Ölü Çocuklar…” Bu söyledikleri ile Assman’ın kültürel ve sanatsal yaratıcılık ile bellek arasındaki diyalektik bütünselliğe dair saptamasını doğruluyor Köroğlu. “Dilde, anlatıda, görüntüde bütün temsil biçimleri belleğe dayanır. Belleğin kendisi bizi doğrulanabilir gerçeğe ya da sahici bir başlangıca götürmekten çok sonradan gelen bir temsile yaslanır. Geçmişin anı haline gelmesi için dile getirilmesi gerekir. Geçmiş belleğin içinde saf ve yalın halde bulunmaz. Anımsama ediminin statüsü şimdidedir. Anımsama geçmişin kendisi değildir. Bu nedenle bir olayı yaşamak ile bir temsil içinde anımsamak arasında, geçmiş ve şimdinin arasında olduğu gibi ince bir yarıktan söz edilebilir. Bu belleğin canlılığı sağlayan bir yarıktır. Kültürel ve sanatsal yaratıcılık bu yarıktan beslenir.” (2)
Tarih meleğinin çaresizce tanıklık etmeye mahkûm olduğu yıkıntılar, geçmişin belgeleridir. Bir bakıma, sanat alanındaki her belge aynı zamanda “barbarlığın belgesi” niteliği taşır. Savaş ganimetleri bile kültür varlıkları olarak nesilden nesile aktarılır. Bu bağlamda, insan eliyle üretilen sanatsal nesneler kendilerini üreten toplumun barbarlık ilişkilerinin bir “alegorisidir” denilebilir. Köroğlu, Savaş ve Barış oyununda Pierre Bezuhov’i canlandırırken bu alegoriyi yaşıyor içinde. Tolstoy’un savaşı tasvir ettiği metni 15 dakikalık bir tirat olarak sahnede tek başına, maketlerle oynuyor. Bu vahşi savaş sahnesinde, efekt bile olmaksızın, tek başına sahnede koşturarak ter dökerken aslında kendisini anlatıyor insanlara. Oyunun, o dönem İstanbul’da dilden dile dolaşarak efsaneleşmesinde en büyük pay, kuşkusuz bu savaş çocuğunun sahnede yüzleştiği kişisel tarihinden yükselen travmatik çığlıktır. Muhakkak ki, bu sahne Köroğlu gibi usta bir aktörün, kendi zamansallığına içkin dramatik izlerin kristalleştiği bir “ıstırap hazinesine” dönüşmüştür. Küçük bir adada birlikte yaşayan halkları birbirine düşüren ve paylaştıkları göğü kana bulayan milliyetçi hezeyanların tragedyasını yaşamış bir küçük çocuktur zira bu usta aktör…
Köroğlu, 2007 yılında sahnelenen ve üç yıl kapalı gişe oynayan “Divane Ağaç Yunus Emre” oyununu yönetiyor. Moğolların Selçuklularla savaşları döneminin anlatıldığı oyun, Yunus’un anası Kün Ana’nın, Albıs’ın öldürdüğünü sandığı oğlu Yunus’u aramaya çıktığı yolculuğu konu alıyor. Yolculuk onu hakikate götürüyor ve söylediği bir cümle bugüne ne kadar uyuyor: “Bu topraklardan zulüm ne zaman eksik oldu ki / Doğum kanı ile ölüm kanı hep birbirine karıştı / Kılıcını çeken geldi, kargısını vuran gitti / Yedikleri insan eti, içtikleri hep kan olmuştur / nice barbar zulmü gördük, nice kan, nice ihanet / yazgımız hiç değişmedi” Köroğlu, anonim bir hikâye üzerinden, göç ettiği Anadolu coğrafyasının da kendi Ada’sından farksız bir biçimde kanla, gözyaşıyla çizilen hakikatine vurgu yaparak bir kere daha savaş üreten politikaları lanetliyor. Nitekim, “gerçek anlamda politika, anonimin sesi olacak özneler üretmekse eğer, estetik rejimdeki sanata özgü politika da anonimin duyusal dünyasının kurulması, politik topluma dair duyuların ortaya konduğu bir sürece işaret eder”. (3)
“Beni en çok etkileyenlerden biri de Shakespeare’in Troilus ve Cressida oyununda, Thersites, aşağı sınıftan, sakat ve ağzı bozuk bir “abdal”, diyor ki: “şehvet ve savaş! Modası geçmeyen sadece bunlar… Her ikisinin de canı cehenneme!” Köroğlu bu sözleriyle, Yunanca tabiriyle ‘fallus’a gönderme yapıyor. Tarih boyunca, iktidarın kapsını açacak olan (kilide girecek olan) anahtar, penis, yani salt biyolojik bir organ değil, fallustur. “Fallus insandaki bir eksikliğin göstergesidir: Polisin elindeki jop, babanın tokadı, savaş füzeleri… Gerçekte ne polis ne baba ne de devlet yöneticileri iktidara sahiptirler ve bu yüzden çok tehlikelidirler. Bir eksikliğe sahip olmanın tahammül edilemez farkındalığıyla insanlık için üretebilecekleri şeyler ancak işkence, dayak ve savaş olabilir.” (4)
Toplumsal yaşamın pekçok veçhesini, hatta kadın erkek arasındaki cinsel ilişkiyi dahi, tarihsel olarak av ya da savaş kuralları uyarınca düzenlemeye tabii tutan eril hegemonya, politik iktidar ile erkek cinselliğini özdeşleştirmiştir. Eril iktidar, şehvetini, bir boyun eğdirme aracı olarak kullandığı cinsel organı ile sembolize ederken, aynı organı bir silah olarak kullanarak boyun eğdirme, iktidarını pekiştirme, şiddetin ve savaşın kaynağı olarak kutsamıştır. İnsana dair bu kadar kapsayıcı ve tarihsel bir olgunun sanatın ve tiyatronun en sık işlenen konuları arasında olması elbette kaçınılmazdır.
Bugün, piyasanın iktidarı, tekilleşme ya da toplum için bir değer arzetme olanağını ortadan kaldırarak, insana dair üretken kapasiteleri iğdiş ederken, yaratıcılığı kendi kabuğuna çekilmeye zorluyor. Bu iktidar büyük döngüsel makinesi ile öznelliğin hiçliğine savuruyor sanatçıları ve böylelikle sanatsal yaratıyı kısırlaştırıyor. Piyasanın yeldeğirmeni çılgınca dönmeye devam ediyor; ölçüsüz ve umutsuz, yönsüz ve ritimsiz… Vahşi televizyon kumandaları yüzlerce kanal arasında gidip gelirken yalnızca görüntü değil, hayalgücü de yokediliyor insanların beyinlerinde. Tek hakikati tüm gerçeklikleri yutmak olan bu yeldeğirmenine meydan okuyor Köroğlu: “İnsanlar tiyatrocuların hiçbir şey yapmadığını sanıyorlar. Tiyatroyu oyunculuk saymayan, dizilere endeksli insan algısı sözkonusu. Tiyatronun, insanların sandığından çok daha fazla şey yaptığını anlatmaya çalışıyorum. Bugün reytinglerde birinci sırada yeralan çok meşhur bir dizi için, torunlarıma yetecek kadar ciddi bir para teklif edildi ve şartlarından biri tiyatroyu bırakmam idi. Düşünmeden reddettim zira tiyatro benim yaşamım!!! Dizi, film vb. yapsam da tiyatroyu, provalarımı dahi ihmal etmem. Gerçek tiyatrocular birer Don Kişot’tur.” Evet…Ancak Köroğlu gibi tiyatronun Don Kişotları sayesinde, bugün piyasanın yarattığı tiksindirici baş dönmesi ve kutsadığı yozlaşma önlenebilecek ve aşağılanmaya çalışılan tiyatro, direnişini sürdürebilecek…
Köroğlu, bu bağlamda, tiyatronun, piyasadan özgürleşmiş ve sanatsal üretiminin bağımsızlığının bilinciyle yükselen tarihsel direnişinin bayraktarlarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Ancak bunu yaparken, didaktik ve demagojik bir politik tiyatro kurgusuna dayandırmıyor tiyatro anlayışını Hüseyin Köroğlu. Sloganist bir yaklaşımın, tiyatronun büyüsünü bozulabileceğini düşünüyor. Bir bakıma, Jacques Ranciere, Köroğlu’nun yaklaşımını özetliyor şu sözleriyle: “ Politikanın özünde, Benjamin’in ‘halk kitleleri çağına’ özgü ‘politikanın estetikleştirilmesi’ argümanıyla hiç ilgisi olmayan bir ‘estetik’ söz konusudur sanatçı için. Bu estetik, politikanın, sanat iradesi ile, halkı sanat yapıtı gibi görerek, norm dışı bir politik algı ve yönetim dayatmasını reddeder.”(5)
Öyleyse, Köroğlu’nun duruşunu, politikanın tiyatro paradigmasında sahne ile seyirci arasındaki ilişki olarak, oyuncunun bedeninin ürettiği anlam olarak, bu anlamın yakınlaşan ya da uzaklaşan görünümleri olarak görmek mümkündür. Son tahlilde, diğer sanatlar gibi tiyatro da, tarihsel olarak belirlenmiş özgürlük ve barış gibi politik süreçlerin belirleyicisi olmak durumunda değildir. Ancak, içeriği ve estetik yapısı ile tiyatro, görünenin ardındaki gerçekliğe ve hakikatin keşfine dair çabayı destekleyen bir olgudur. doğası gereği. Zaten, tiyatronun gerçekte sahip olabileceği özerklik, özgürlük ya da sahip çıkabileceği yıkıcı güç, tam da bu temele oturur. Köroğlu şu sözleriyle özetliyor bu durumu: “Herkes kendini yaşamaya çalışırken ben onlara aynalar tutmaya çalışıyorum. Gerçek sanatçının işi budur. Sanat bir yaşam biçimidir…”
Köroğlu, bizzat kişisel tarihi ile özdeşleşen bir olguyu, “barışı ve özgürlüğü”, tarihsel misyonu bellemiş bir sanatçı duyarlılığıyla nakış nakış işliyor tiyatro perdesinin ardında ve şu sözleriyle ilân ediyor manifestosunu: “Vatan, millet, Sakarya… Hep yalan! Kıbrıs bugün Afroditiyle, Othellosuyla bir ‘sanat adası’ olabilir. İşte o zaman Rum kesimi -Türk kesimi kalmaz. Tüm insanlar orada birleşir, eşitlenir, ortaklaşır. Çünkü sanatın ötesi yalan!”
Kaynakça:
1) Foucault, Michel. İktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007, s:102
2) Assman, Jan. Kültürel Bellek, çev. Ayse Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, s:17
3) Ranciere, Jacques. Özgürleşen Seyirci, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s:62
4) Somay, Bülent. Birşeyler Eksik, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s:28
5) Ranciere, Jacques. “Estetiğin Siyaseti”. Sanat, Siyaset. Ed.: Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s:217