[Betül Memiş’in 31 Aralık Salı günü Haber Türk Gazetesi’nde yayınlanan yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]
“Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin, size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. Şimdi mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi görünüyor. Tüm bu zarar, bu kötülük, bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor. Hiç kuşkusuz düşmandan, yani öylesine yücelttiğimiz, uğruna cesaretle savaşa gidip, kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğimiz kişiden geliyor. Size böylesine hakim olan kişinin, iki eli, iki gözü ve bir bedeni var. Sizden tek farkı, sizin ona sağladığınız üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da, sizi dövebildiği bu kadar eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar, sizlerin değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidar olabilir?…
22 Yıl Sonra Müziksiz Evin Konukları ile Yeniden
Bu sözler, 16. yüzyılda, Fransa’da (sadece 33 yıl) yaşamış ve kısa ömrüne tek bir kitabı ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’i sığdırmış Etienne De La Boetie’ye ait. Ne diyeyim; Boetie fısıldamış işte retinalara ve uslara, düşen/düş(e)meyen ama neticede ortaya saçılan hallenmelerimizi!
Ey algısı her daim, vicdan katarında, temize çıkan derin ve narin okur: şimdilik bulunduğumuz mevkiden, unutan ve ağrıyan yanlarımızla devam! O vakit, ben yavaştan bugünkü mevzuyu döşerken köşeye, fonumuza da Boetie’den kalan ahvalimize, biraz ayar versin niyetine; (Clarence Greenwood) Citizens Cope’un ‘Let The Drummer Kick’ şarkısını patlatıyorum. Hani bazı zamanlarda ‘boşluklar(ımız)a bir şey(ler) düşürmek’ teorisi eyleme geçmek ister gibi olur veya hayatı ıskalamamak adına, ardına kadar açılan pencerelerden sızan güneş, tebessümü anında askıntı yapar ya cemallerde, o minvalde; birazdan kelamına düşeceğimiz rota da bugünlerdeki sis bulutunun arasından sıyrılıyor ve ‘her şeye rağmen güzel şeyler de var/oluyor’ dedirtiyor. Tiyatrokare, bu sezon tiyatro tutkunlarını mest edecek bir eser ve buluşmalarla sahnede: aynı zamanda Tiyatrokare’nin de kuruluş oyunu olan ‘Müziksiz Evin Konukları’…
Macide Tanır Serpil Tamur Buluşması
2013 model, yorum ve kadrosuyla 22 yıldan sonra yeniden tiyatro seyircisinin karşısına çıkan oyun, bugünün izlekleri için hafızalardan uzun süre etkisi geçmeyecek bir dokunuş niteliğinde; geçmişin izlekleri içinse tadında bir nostalji tazelenmesi kıvamında. Bu hikayesinden oyunculuklarına, sahnelenişinden yönetmenliğine ve müzik/sahne/kostüm tasarımlarına değin, kısaca detaylarıyla daha da çoğalan emeğin yamacına, oyunun bu yıl, (1 Ocak 1922 ve 6 Şubat 2013) usta Macide Tanır’ın anısına tekrar sahnelendiğinin de dipnotunu düşelim!
‘Müziksiz Evin Konuları’, Macide Tanır’ın ışığında, sahnesini daha da aydınlatırken, galasını da yine usta bir oyuncu Serpil Tamur’un, 50. sanat yılının kutlamasıyla pekiştirdi. (Es notu: Macide Hoca da, 50. sanat yılını, bu oyunla kutlamış. Yeniden dikize yatacak olanlara güzel bir hatırlatma busesi.) Ayrıca bugüne kadar Devlet Tiyatroları’nda sayısız hikayeye can veren Serpil Tamur, Tiyatrokare’nin oyunculuk teklifini kabul ederek de ilk defa özel tiyatro sahnesinden seyircisini kucaklamış oluyor. Bu bakımdan Tiyatrokare / Nedim Saban, bir kez daha, inceli tiyatro kadimliğini göstermiş oluyor; eyvallah!
İki Farklı Deneyimleme
Üşenmeyip, oyunun sinopsisini biraz hatırlayalım istiyorum. Amerikalı tiyatro yazarı (1927 doğumlu) Neil Simon’un, 1991’de yazdığı, Pulitzer ödüllü aile komedisi Müziksiz Evin Konukları; 2. Dünya Savaşı sırasında, ekonomik durumu iyice kötüye giden bir babanın, iki erkek çocuğunu, geçmişte yaşadığı olaylar yüzünden sevgisizleşen annesi (babaanne) ve çocuk ruhlu kız kardeşine (hala) emanet etmesi üzerine gelişen olayları anlatıyor. Oyun, zeka yaşı küçük ama yüreği kocaman olan hala karakteri (Bella) üzerinden okuma yaptırıyor, bu bağlamda da (bence) oyunun yaslandığı yer, hikayenin derinliğini arttırıyor.
Nedim Hoca, özellikle Bella karakterinin gözünden anlatı yaptığının altını çiziyor.İlginç aslında Nedim Saban, 92 yılında, oyunu sahneye koyarken bambaşka bir algıdayken ve daha genç bir tiyatrocuyken, şimdi 2013’ün hissiyatında, bambaşka ahenklerin eşliğinde, bir hikaye yakalamış olsa gerek. Şans ki iki oyunu görüp de tecrübeleyenlere güzel bir deneyimleme olacak!
Bu Bir Yalnızlık Oyunu
Yazar Simon, komedi ve hüznü tam kıvamında metine harmanlamış, zira bir tık ötesi, iki farklı uca kayıp, seyirciyi yorabilir yahut ajite edebilirmiş. Yalnız burada ince bir güzellik var, çünkü hikaye bildiğimiz sularda yüzen türden, kısaca sıradan fakat yazar Simon okuması üzerinden, bu da Nedim Saban’ın başarısı olsa gerek; bildiğimiz/tanıdık gelen hikayenin repliklerine, karakter dokunuşlarını eşit paralellikte yapan oyuncuları seçmiş. Zira oyunu tavan yaptıracak düzeyde, samimi bir jargonla biz izleklerin yamacına ulaştıran, (kendi oyunculuk serüvenlerinde) analizi hissedilir performanslarıyla kesinlikle Serpil Tamur, Özge Özder, Abdül Süsler, Asuman Çakır, Emrah Düzkaya, Abdullah Semercioğlu ve Selim Tezin’di. (İç ses: Özge Özder ve Selim Tezin; müthiştiniz, söylemeden geçemeyeceğim!)
Oyunun yönetmen koltuğundaki Nedim Saban’ı tebrik etmek gerekir, zira bu performans açısından her biri farklı skalada yer alan oyuncuları, aynı sahne çemberinde, iyi kadrajlamış, ki ortaya seyri şükela bir iş çıkmış. Gelelim sahne arkasında emeği geçenlere; sahne tasarımı Barış Dinçel, kostüm Serpil Tezcan, ışık Mustafa Türkoğlu, müzik Barış Manisa ve fotoğraflar ise Emrah Nihat Erel imzasını taşıyor. Rotaya son vuruşu da Nedim Saban’la yapalım; “Bu bir yalnızlık oyunu, bir sevgi direnişi…” 2014’e miss bir selam çakmak bağlamında, Mecidiyeköy’de konuşlanan Tiyatrokare’nin yolunu tutun, pişman olmayacaksınız, benden söylemesi!
İçimden geldi notu:
Binlercesinin Bir Kişi Karşısındaki Korkaklığı
Neyse bekleme yapmadan, arkayı dörtleyelim modeli, malum ve mecbur yine (kim nasıl almak isterse) bir yıl başladı / bitti edasında, veda buseme geliyorum, bu kapsamda da tekrar, salındığımız efkara dönersek, Boetie: “Bir kişinin binlercesi karşısındaki cesaretine şaşırıyoruz da, binlercesinin bir kişi karşısındaki korkaklığına neden şaşırmıyoruz? Üstelik savaşmaya bile gerek yokken, bu zorbanın elinden bir şey almaya çalışmak yerine, ona başta bir şey vermek bu kadar kolayken?” gibi bir soruyu, daha 20 yaşlarına gelmeden ve henüz bir hukuk öğrencisiyken sormuş, diyerek huzurlarınızdan, en anksiyeteli halimle ayrılıyorum.