Uluç Esen
“Deus ex Machina” antik dönem Yunan tragedya/komedyalarından bu yana kullanılagelen bir tiyatro terimidir. Türkçe’ye “Tanrının Eli” olarak da çevirmek mümkündür. Senaryo akışının ve kurgunun tıkandığı, bir sorunun çözülemediği noktada akışı devam ettirmek ve hikayeyi sonlandırmak için kullanılan bir aygıttır. Sorun öyle çözülmez bir hal alır ki, taraflar kendi açılarından haklı gibidirler ama bir uzlaşma bulamazlar. Çözümsüzlüğü izleyen seyirciler nezdinde ise kafalar karışmıştır. İşte tam o anda beklenmedik bir olay, haber ya da bir karakter tepeden inme bir şekilde öyküye dahil oluverir. Bu müdahale olayın akışını değiştirir ve sorunu çözüverir ya da çözmüş gibi görünür. Ne de olsa kurgusal dünyada her şey mubahtır. Seyirciler izler, sunulan çözümü kabullenirler. Gerçek yaşamda ve özellikle siyaset arenasında hükümet düzeyinde meydana gelen, olayların akışını değiştiriveren tepeden inme beklenmedik müdahalelere ise “coup d’état” yani “darbe” adını veriyorlar. Bu da halkın seyirci pozisyonunda olduğu bir “kent seyirlik” iktidar oyunu çeşididir.
Aslında ne kurgusal düzlemde ne de gerçek yaşamda meydana gelen bu tepeden inme müdahaleler sorunu gerçek anlamda çözmez; sadece öteler. Tarafları susturur, başka bir boruyu, kendi borusunu öttürür. Bu boru “Vuvuzella” gibi hem pek çoklarını mutlu eden hem de can sıkan bir tek ses üretir. Bir salgın gibi herkesin elinde tribünlerde yankılanır. Çözüm olarak sunulan bu yeni durum ideolojik bir dönüşümü getirmez. Yeni bir ideolojiyi tesis ettiğini ima etse bile aynı paradigma içinde devinen ideolojik bir dönüşümdür gerçekleşen. Dolayısıyla paradigmanın dönüşümü değildir. Daha iyi olanın, daha güzel olanın, daha etik veya daha vuvuzella olanın bu şekilde ortaya konulması sadece eski paradigmanın revizyonunu getirir.
Bu gün yaşadığımız oyun “cunta mı hükümetten çıkmıştır, hükümet mi cuntadan?” temalıdır ve tavuk-yumurta ikilemi gibi çözmesi çetrefil bir konudur. Seyirci konumundaki muhalefet partileri ise son birkaç yıl içinde hunharca katledilenlerin ardından yapılamayan, engellenen veya hasıraltı edilen soruşturmaları görmezden gelmiş, ama “tanrının eliyle” sunulmuş yolsuzluk soruşturmasını hükümetin en vahim hatası olarak görüp soruşturmanın peşine takılmayı tercih etmiştir. Bu eylemleriyle de “coup d’état”nın yani revizyonun bir parçası haline gelmişlerdir. Aslında seyircisi oldukları bir oyunda tanrının eli göründüğünde sahneye atlamak, o elin peşine takılıp siyasetçi rolü yapmaya başlamak peşindedirler. Bu türden sahneye atlamalı tiyatral performanslara drama sanatı alanında “tiyatro sporu” diyorlar; öyleyse siyaset alanında buna tekabül eden etkinliğe de “siyaset sporu” adı verebiliriz. Tiyatro sporu, adı üzerinde gerçek bir tiyatral etkinlik değildir; spor olsun diye yapılır. Prova estetiğine sahiptir ve arkadaşlar arasında eğleniyoruz seviyesindedir. Öyleyse bunun muadili olan siyaset sporu da spor olsun diye yapılmaktadır.
Peki ne yapıyor bu siyaset sporu aktörleri? Tanrının elinin onlara sunduğu yeni temaları doğaçlıyorlar. Yaşadığımız vakada “yetim hakkı yemek” pek beğenilen bir tema haline geliyor. Peki bu yeni tema “yetim bırakmaktan” daha vahim bir suç mudur? Neden katliamlar yaşanırken seyirci kalıp diğeri için vuz vuz vuzulduyorlar? Ana babalar çocuksuz, çocuklar yetim ve öksüz bırakılırken bunun bir parçası olmak ya da seyircisi olmak hoşlarına mı gidiyor? Yüz lira ya da yüz milyon lira bir hayattan daha mı değerlidir? Katledilenlerin ardından açılan ya da açılamayan soruşturmalar, davalar hep paçavraya dönüştürülmüyor mu? En büyük sorunumuz olan toplumsal barışın gelmesinin gecikmesi hep bu “coup d’état” lar yüzünden olmadı mı?
Bu dramanın sonu bir türlü gelemiyor. Çünkü gerçek hayattaki coup d’état’lar kurgusal düzlemdeki bir “deus ex machina” bile değiller. Sorunu çözmek şöyle dursun işleri iyice karıştırıyorlar. İzlediğimiz traji-komedya da sonu gelmez bir post dramatik oyuna dönüşüyor. Oyunun sonunda klasik bir çözüm umarak “toplumsal barış” bekleyen saf seyirci birden bire kendini Godot’yu beklerken oyununda buluveriyor. Olan barışa oluyor.