“Ada”dan Yükselen Ses: Tiyatro Maskaralık Değildir!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yavuz Pak

Geçtiğimiz hafta İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Kıbrıs’tan bir konuğu vardı. Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun 11. Kıbrıs Tiyatro Festivali için hazırladığı “Ada” oyunu bir hafta boyunca İstanbullu tiyatroseverlerle buluştu ve izleyicilerin büyük beğenisini topladı. Hıncahınç salonu dolduran izleyicilerin, finalde kendilerini yansıtan dev aynalara yansıyan coşkusu ve heyecanı, Kıbrıs Tiyatrosu’na bir teşekkür olduğu kadar politik tiyatroya duyulan yakıcı gereksinimin de dışavurumu gibiydi. Oyunun yönetmeni Yaşar Ersoy, Kıbrıs’ın en saygın tiyatro insanlarından. İki kişilik bir tiyatro oyunu olan ‘Ada’, Athol Fugard’ın bir eseri. Fakat Yaşar Ersoy, yeni bir yorumla oyunu kadın eksenine çeviriyor. Orijinal metinde, iki erkek oyuncu bulunurken, Yaşar Ersoy, oyunu kadın bakış açısıyla tekrardan ele alıyor ve kadının sistem tarafından “iki kere” sömürülüşüne gönderme yapıyor.

LEFKOŞA BELEDİYE TİYATROSU VE ADA… 

Modernist kapitalizmin rahminde taşıdığı milliyetçilik ve milliyetçilikten peydahlanan faşizm canavarı, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi, Kıbrıs’ta da aynı göğü paylaşan kardeş halkları birbirine kırdırarak oluk oluk insan kanı dökerken, Lefkoşa Belediye Tiyatrosu (LBT) tarih sahnesindeki yerini alır. 12 Eylül’ün takip eden günlerinde, Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’ndan atılan Yaşar Ersoy ve arkadaşlarının öncülüğünde kurulan LBT’in 33 yıllık tarihi; dışarıdan gelip Kıbrıslı Türkleri siyasi, ekonomik, toplumsal alanlarda “kurtarmaya” çalışanların, tiyatro ve sanat alanında da giriştikleri “kurtarma” gayretlerinin bir özetini sunar bize. Kovuşturmalar, saldırılar, olanaksızlıklar ve her türden yıldırma politikalarıyla devam eden süreç, ironik bir biçimde Kıbrıs insanını “tiyatrodan kurtarma” sürecine dönüşür. Tüm baskılara direnen LBT, insanoğlunun dünyayı daha yaşanır kılma çabasına,   “tiyatro”  ile omuz vermeyi hedefler.                                                                                                                            

Nitekim, LBT’nin kuruluşunun 30. Yılı dolayısıyla Ada’nın yönetmeni Yaşar Ersoy tarafından yayına hazırlanan kitapta, “sevdasıyla ve kavgasıyla bu ülkenin yaşamında rol alan LBT’nin nabzı her daim demokrasi, barış ve özgürlük için atmıştır[1]deniliyor. Bu şiarla, uzun uğraşlar sonunda, 27 Mart 2004’de, Dünya Tiyatro Günü’nde Rum Satirigo Tiyatrosu ile iki tarafın faşist güruhlarının taşlı, sopalı saldırılarına rağmen başlattıkları Barış Karnavalı ve Barış İçin Tiyatro Geceleri etkinlikleri başlatılır. Post-modern durum dalgasına, depolitizasyona ve post-absürd yaklaşımlara inat, kültürel-politik öncüllerinden toplumsallığı soyutlamayan LBT, 30 yılda kolektif bir ruhla, düşünce, eğlence ve emek yüklü onlarca oyunu seyirciyle buluşturur.  Özetle, Ada’da yaşanan tragedyaya karşı, LBT politik duruşu ve muhalif yapısıyla mücadele eder on yıllardır. Bu politik duruşu eleştirenlere yanıtı Augusto Boal’den verelim: “Tarihsel olarak tiyatronun politik olmadığını savunanların tezleri, bizzat tarih tarafından çürütülmüştür. Zira, tarihteki politik mücadelelerde, tiyatronun ve sanatın etkin rolü görmezden gelinemeyecek binlerce örneklerle doludur” [2]

ada1        

Sömürünün, baskının, her türden eşitsizliğin ve adaletsizliğin eşlik ettiği faşizm kalelerinden biri olarak tarihe geçen Güney Afrika’daki apartheid rejimini ve bu rejime karşı eşitlik ve özgürlük şiarının sesi olan Nelson Mandela’ya gönderme yapan “Ada” oyunu, 1973 yılında Athol Fugard tarafından kaleme alınan bir oyun. Mandela’nın uzun yıllar hapis yattığı Robben adasından esinlenen Fugard, bir adada ülkelerinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele ederken mahkum edilen insanların işkence ve baskı dolu hapishane yaşamlarını anlatırken, özgürlüğün düşünü kurar ve direnişin sesini yükseltir. Oyunda, iki mahkûmun hücrelerinde hazırlanarak diğer mahkûmlara sahnelediği, Sophokles’in Antigone oyunundan kesitler sunularak, “doğal hak/pozitif hukuk” ikilemi üzerinden özgürlük ve bağımsızlık kavramlarının apartheid rejimi ile uzlaşmaz çelişkileri yansıtılır. Bu andan itibaren, sahne artık, tarihsel olarak faşizmin ve totaliter rejimlerin yargılandığı bir platforma dönüşmüştür. Oyun içinde oyun kurgusunun bir diğer veçhesi, tiyatronun tarihsel işlevinin ve politik etkilerinin yansıtılmasıdır. İşte tam bu nokta, LBT’nin ve Yaşar Ersoy’un Ada’yı, çeyrek asır sonra ısrarla yeniden sahnelemelerindeki asıl hedefe işaret etmektedir.

ada2

ADA’NIN SÖZÜ…               

Sanatın modern özerkliği ile Antik Yunan felsefesini bir araya getirdiğimizde sanatın alanına gireriz. Politika hakkındaki belli bir anlayışın sanatla yanyana gelmesine karşı çıkan ve bunun tehlikeli olduğuna inanan zihniyet, sanatın modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan” özerkliği” merkezine alır. Sanat bu anlayışa göre, her türlü amaçtan bağımsız olmalı, hatta özenle kaçınmalıdır. Oysa, modernizme kadar, filozoflar sanat ile politikadan söz ettiklerinde, genellikle politika alanın içinde olurlardı. Örneğin, Platon gibi Jean-Jacques Rousseau da toplumun istikrarı ve ahlâkı, şenlikler ve tiyatro ile “eğlenme” ihtiyacından çok daha öncelikli idi. 18. Yüzyıldan itibaren, modernizmin etkisiyle, sanatın temel ölçütünün toplumun gönenci olduğu fikri bir kenara itilmeye başlandı. Sanatın politikayla ilişkilendirilmesi, sanat ve felsefe ya da estetik alanlarına ihanet sayıldı ve otoriterizmle özdeşleştirildi. Böylesi “barbarca” görüşleri savunanlar tereddütsüzce politikacı, ideolog ve manipülatif olarak yaftalandı.

Sanatçının ve sanatsal üretimin kendisi politikadan bağımsız ve estetik açıdan sorumlu  biçimde, “özerk” iradesiyle karar verme gücüne sahip olarak, içermenin ve dışlamanın sınırlarında yaşamalıydı artık. Bu bağlamda, Platon’un estetik hazza dair politik eleştirisi ile modernitenin sanatsal özerklik algısıyla biraraya getiren yaklaşım, özerk-kurumsallaşmış-elit ya da yüksek- sanat alanın içindedir ve estetik haz politikasıyla iktidar politikasını karşı karşıya koyar. Gerçekte bu yaklaşım, estetik hazzın iktidara dayanan “köklerinin” de iktidar ile estetik haz arasındaki ya da genel olarak politika ile sanat arasındaki “kaçınılmaz ve sürekli ilişkinin” de muğlaklaştırılarak üzerinin örtülmesi çabasına eşlik eder.[3] Ancak neylerse eylesin, bu manipülasyon gayreti tarihsel olarak “beyhude” bir çabadan ötesine geçemez zira tarihin kendisi, sanat-politika diyalektik bütünselliğinin zincirlerini kırmaya hiçbir erkin gücünün yetemediğine tanıklık eder asırlardan beri.

ada3

Bugün, paradoksal bir biçimde, tarihsel olarak karşısına konumladığı iddiasıyla, ideolojik/kültürel temellerini modernizm eleştirisi üzerine kuran liberal/muhafazakâr iktidarın, toplumsal rıza üretimi ve depolitizasyon süreçlerini inşa ederken, ehlileştirmeyi hedeflediği sanata dair söylemi, modernizmin bu “beyhude” çabasıyla ile birebir örtüşüyor. Zaman zaman post-modernizm ile” misket havası katkılı valse” soyunan liberal/muhafazakâr yaklaşımın,  ezberleri kutsayarak ilerleyen düşünsel deviniminden farklı bir sonuç beklenemezdi gerçekte. Sanat, hele hele politikaya uzaktan da olsa ilişmiş sanat, tam da “içine tükürülecek” bir “ucube” nasıl olsa!

Bugün, Türkiye’de hükmünü süren otoriter muhafazakârlık, insanların inançlarından, ideolojilerinden yediklerine/içtiklerine, oradan da yatak odalarına kadar uzanarak, politikayı toplumsal yaşamın tüm hücrelerine alabildiğine sokarken, aynı iktidarın tiyatroya karşı duruşunun “objektif” olarak tanımlanması, ancak “aymazlıkla” açıklanabilir. Zira, Althusser’in dediği gibi,  “Birisi gelip size “siyaset yapmıyorum” derse,  o insanın siyaset yaptığından emin olabilirsiniz! Freud’un yadsıma dediği şeydir bu. Tiyatro söz konusu olduğunda da aynı durum aynıdır. Gece eğlencesi tiyatrosu,  mutfak tiyatrosu,  basit estetik zevk tiyatrosu… Adı ne olursa olsun siyaset yapmaktan sakındığını iddia eden tiyatro,  utanan tiyatrodur. Utanan felsefe nasıl teori hastasıysa,  utanan tiyatro da estetik üzerine eleştirel söylem hastasıdır ve her ikisi de bir uyutma,  bir baş dönmesi,  bir katıksız hazlanma görülür ve tiyatro bir tüketim ve haz nesnesine dönüşür.[4] Ne yazık ki bugün bu coğrafyada, baskı ve sansür/otosansür sarmalında kıvranan tiyatro “utanan ve uyutan” tiyatroya dönüşmüştür.

 Son yıllarda, Türkiye’de devlet ve şehir tiyatrolarından başlayarak, özel ve alternatif tiyatrolarda hızlı bir depolitizasyon süreci yaşanıyor. Öyle ki sahnelenen politik içerikli oyunlar sudan bahanelerle programlardan kaldırılıyor ve yerlerini vodviller, eğlencelik oyunlar, Broadway tarzı güldürüler dolduruyor. Otoriteryanizm hükmünü kurarken, tiyatrolar siniyor, sindiriliyor ve “sözsüz” bırakılıyor. Paralel Sorgu söyleşileri kapsamında konuştuğumuz sevgili Nedim Saban, bu manzarayı tüm çıplaklığıyla izah ediyor ve etik sorununun politik süreçlerden ayrı düşünülemeyeceğini, etik olan ile politik olan arasındaki diyalektik bütünselliğin önemini vurguluyordu: “Politik tiyatro tükendi bu ülkede. Bir enerji olması lazım bunun için. Kurumların bile yok edilmesine engel olunamıyor. Politik oyun yazılmıyor. Alternatif tiyatrolar da politik oyunlardan uzak duruyorlar. Devekuşu Kabare kadar bile politik değiller çoğu.

ada4

Anavatan hapşırdığında hastalanıp yataklara düşen yavru vatan, Türkiye’den esen otoriter/muhafazakâr politik rüzgârların yarattığı fırtınalarla boğuşuyor son yıllarda. Çözümsüzlük, geleceksizlik ve umutsuzluk ikliminde, yoksullukla pençeleşirken “besleme” muamelesine tabii tutuluyor ve kumar-fuhuş-mafya üçgenine sıkıştırılarak tüm toplumsal muhalefeti ezilmeye çalışılıyor. Tam da bu zalim koşullarda, “Ada’daki mahkumların” ellerinde direnişin ve başkaldırının silahına dönüşen tiyatro, bir başka adanın, Kıbrıs’ın insanlarının da umudu ve isyanı oluyor, sözünü söyleyerek politik mücadelenin simgesi haline geliyor ve “sözü kısılan” Türkiye tiyatrosuna “el veriyor”, “söz söylüyor”.

Nitekim, tarih boyunca tiyatro, sadece insanları düşünmeye ve eyleyişe yönlendirdiği için dahi doğal ve kaçınılmaz olarak politikaya içkin olagelmiştir. Politikanın belirleyiciliğin yaşamın her alanına ve anına hükmettiği otoriter/totaliter iktidar süreçlerinde dahi politikadan kaçan, sözünü söylemeyen tiyatro, kendisine ve tarihine ihanet eden tiyatro olabilir ancak.

“Ada” oyunundaki şu replik en güzel yanıtı veriyor bu ihanete:  “Tiyatro maskaralık değildir!”



[1] Ersoy, Yaşar. “Bir Ülkenin Yaşamında Rol Almak”, Khora Yayınları, Lefkoşa, s.23.
[2] Boal, Augusto. Ezilenlerin Tiyatrosu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2011, s.3.
[3] Kreft, Lev. “Sanatın Siyaseti ve Siyasetin Sanatı”, Sanat,  Siyaset. Ed.: Ali Artun,  İletişim Yayınları, İstanbul,  2011,  s.19.
[4] Althusser,  Louis. Sanat Üzerine Yazılar,  İthaki Yayınları,  İstanbul,  2004,  s.88.
Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Yavuz Pak

Yanıtla