[İlkim Şentepeli’nin Ayşe Emel Mesçi ve Hülya Savaş ile yaptığı Yeni Asır’da yayınlanan söyleşisini paylaşıyoruz.] Oyunda her şey gerçek hiçbir hayal mahsulü bilgi yok. Amacım modern toplum insanının bunu görmesini sağlamak ve ortaçağ şiddetinin ne olduğunu bir kere daha anlatmış olmak.
Bu yıl İzmir Devlet Tiyatroları sahnelerinde sergilenecek olan Son Çığlık oyunu geçtiğimiz günlerde seyirciyle buluştu. Etkileyici bir konuya sahip olan oyun, seyirciden tam not almayı başardı. Tiyatro camiasının önemli yönetmenlerinden, aynı zamanda Son çığlık oyunun yönetmeni olan Ayşe Emel Mesçi sorularımızı, oyunun çekim sürecinde yaşanan anılarından bahsederek samimi bir şekilde yanıtladı.
– Son çığlık nasıl bir oyun?
Ayşe Emel Mesçi: Son çığlık, Fransa’nın güneyinde 13. yüzyılda geçen bir tragedya. Burada Hz. İsa’nın ilk dönemine inanan bir mezhep var. İlk önce Bogomil ismiyle Balkanlar’da çıkmışlar. Başlarında Pop Bogomil isminde ünlü bir kişi var. Bu mezhebin görüşlerine inananlar, oradan İstanbul’a sürgün edilmiş ve öldürülmüş. Daha sonra İtalya’ya Fransa’nın güneyine İspanya’ya göç etmişler. Bunlar klise karşıtı bir mezhep. Yani zengin yoksul ayrımı yapmıyorlar, birlikte yatıp birlikte tüketen bir grubun üyeleri. Seçilmiş olanlar, başta rahipler olmak üzere hayvan öldürmekten mümkün olduğu kadar kaçınıyorlar ve et yemiyorlar. Yalan söylemek yasak olduğu için yalan söylemiyorlar, yoldaşsız dolaşmıyorlar ve en önemlisi mülkiyetçi değiller. O yüzden klise bunlara müthiş bir tepki göstererek engizisyon mahkemelerini kuruyor. Her yerde cadı avı başlıyor ve İtalya’da özellikle Oksitan bölgesininin Tunus, Perpignan, Bezye bölgelerinde bu mezhebe mensup kişileri direklere bağlayıp yakıyorlar. Onlarda Montsegur Kalesi’ne sığınıyorlar en son çırpınışları orda oluyor fakat 25 bin kişi topluca yakılıyor.
KARNAVAL DÜŞÜNCESİ
– Son çığlık oyununun sizin için ve Türk tiyatrosu için önemi nedir?
Benim için önemi, demokrasiye inanan bir sanatçı olarak oyunda ortaçağ karanlığının çok vahşi bir dönemini anlatıyor olmam. Oyunda her şey gerçek hiçbir hayal mahsulü bilgi yok. Amacım modern toplum insanının bunu görmesini sağlamak ve ortaçağ şiddetinin ne olduğunu bir kere daha anlatmış olmak. Öz olarak bu anlamda benim için önemli bir oyun, biçim olarak mümkün olduğu kadar o bölgeye yaklaşmaya çalıştım. Karnaval düşüncesi çok hakim o inanç içinde ve kostümüyle o düşünce biçimine de yaklaştığımı düşünüyorum.
– Bu oyunu Meyerhold tekniğiyle sahneliyormuşsunuz. Bundan bahseder misiniz?
Oyunu meyerhold tekniğiyle sahnelemiyorum, meyerhold tekniğiyle sadece oyuncuları çalıştırıyorum. Sahneleme biçimi tamamen bana ait. Meyerhold tekniği Rusya’da yani devrim öncesi ve sonrası oyuncuların, gündelik dışı yaşam alanı olan sahneye gündelik alışkanlıklarını getirmemeleri üzerine kurulu bir tekniktir. Tamamen bedeni tanımak; onun kaslarının, sinirinin, kanının, hareketinin bilincinde olmak, daha da ötesinde bedeni zıt ve bir fabrika işçisi, montaj işçisi gibi çalıştırmak ya da bir inşaat işçisinin dengesinde bir oyun çalıştırabilmek, ekonomik hareket edebilmektir. Bunun 80-90’a yakın egzersizi var. Biz burada ancak 15 tanesini falan çalışabildik.
-Bu oyunu İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahnelerken karşılaştığınız güçlükler nelerdir?
İzmir Devlet Tiyatrosu çok güzel bir tiyatro. Gördüğünüz gibi bir tarihin içindesiniz. Her gün yeni bir şeyini keşfediyorum binanın. Oyuncularından çok memnunum, gayet güzel bir ekibim var ve o ekip şu yanda gördüğünüz 20 metre karelik salonda bu oyunu çıkartmış oldu. Sahneye yeni indik. Çünkü bildiğiniz gibi başka bir oyun çıkıyordu. Bu biraz zor oldu benim için. Çünkü yaklaşık 30 kişiydik. Onun dışında İzmir Devlet Tiyatrosu’nun hatta İzmir’in çok önemli olduğunu düşünüyorum. Soylu ve tiyatro tarihi de çok güçlü bir kent İzmir. O bakımdan umuyorum ki kısa zamanda birkaç tiyatrosu olsun ve prova salonları olsun. Bu kentte bu eziyete değmez çünkü.
İLGİNÇ BİR ANISI VAR
– Kendi yönetmenlik kariyerinizde bu oyun nasıl bir yer kaplıyor?
Bu benim yönetmenlik kariyerimde çok önemli anıları olan bir oyun. Yani 20 sene önceden bakarsak çok tuhaf bir anısı var. Biz genel provayı 2 Temmuz 1993’te yapmıştık, 3 Temmuz’da prömiyeri vardı. Genel provasına da Avignon Festivali’nin çekim ekibi geldi. Saat 4.5- 5 civarında oyuncular provaya hazırlanırken Türkiye’den bir haber geldi. “Şu anda Madımak Oteli yanıyor, aydınlarımız yanıyor” diye. O psikolojiyle çıktık bu oyuna. Bende azareis oynuyordum. Yani hem yönetiyordum hem de orada önemli bir rol vardı onu oynuyordum. Deli rolünü oynayan oyuncu prologdan konuşurken kibriti çaktı ve burası Oksitanya şu anda Anatolya’da insanlar yanıyor diye bir cümle kurdu. O da tarihe geçti yani o cümle ile birlikte çekilmiş oldu oyun.
– İlk prömiyerini 20 yıl önce yaptığınızı söylediniz. O gün sahnelenen oyunla bugün sahnelenen oyun arasında ne gibi farklar var, neler değişti?
İnsan ikinci kere bir oyunu yaptığı zaman kendini tekrar etmemelidir çünkü aradan 20 yıl geçtiyse çok şey de geride kalmıştır. Bu bakımdan tabii ki de aynı oyunu yapmadım ama çok önemli özelliklerini aldım. Benim için anısı olan iki şey vardı. Bir tanesi; Montsegur’de Oksitan bölgesine gittiğimde, kaleden baktığım zaman bir buğday tarlası görmüştüm. Aşağıdan bir kağnı arabası geçiyordu. Arkadaşıma, “Bak kağnı arabası geçiyor” dedim. “Ne kağnısı?” dedi. Baktı, “Kağnı mağnı geçmiyor” dedi. “Ya geçiyor görmüyor musun?” dedim. “Bir dakika, sen iyi misin?” dedi bana ama ben hakikaten görüyordum. O beni çok etkilemişti. Sonra ordaki trobodurlardan birine sordum, trobodurlar bizdeki aşık geleneğinin karşılığı. Her şeyi görebilirsin. Orası ölüm tarlası. Orada yakıldılar dedi. Ondan sonra, “Oraya yakın bir yerdeki kamışları kesip bana gönderir misiniz onlar benim oyuncularım olacak” dedim. Oradan bir sürü kamış kestiler ve gönderdiler. Ben de onları yaşattım sahnede. Zaten oyun atmosferini onunla kurmuştum çok güzel olmuştu. Burada da aynı şeyi yapıyorum. İzmir’in de çevresi kamış. Dekor olarak yine arabayı kullanıyorum. Onun dışında oyun ilk kez Türkçe oynanacak. Müziklerinde büyük değişiklikler oldu. Orada kutsayan günler yapmıştım burada müzikleri Tahsin İncirci yaptı. Bence harika bir müzik oldu. Oyuna çok uyum sağladı. Birçok değişiklik yaptım sahnede. Fransa’daki çok daha sade bir rejiydi. Yazar Türkçe’ye çevirirken yeni sahneler yazdı. 20 yılda tekst de gelişti mesela Şeyh Bedrettin bölümü çıktı. Başka bir şey seyredecek seyirci.
– Çıkarılan Şeyh Bedrettin bölümünden biraz bahseder misiniz?
Şeyh Bedrettin destanı biliyorsunuz, Nazım’ın da var Şeyh Bedrettin destanı. Bu bölgede özellikle o Katarlardan 200 yıl sonra aynı düşüncede örgütlenmiş, tasavvufi düşünceye çok yakın bir kişilik olan 4. Murat döneminde yaşamış Şeyh Bedrettin’i de Serez çarşısında idam ettiler. Onun müritlerinden dörtlüce Mustafa’yı Karaburun’da çarmıha gerdiler. Şeyh Bedrettin ellerinden kaçmak için balkanlara sığınıyor orada Kara Ormanlar’da da bu mezhep var. Katarlar Bedrettin’i kurtarıyorlar. Sonra yine çok ilginç bir rastlantı demek istemiyorum. Çünkü bir tarihi yapmaya kalktığınız zaman evrenden çok büyük destek gelir. Simyacı Paulo Coelho’nun dediği gibi İnsanlık için bir şey yapmaya kalktığınızda evren sizi destekler. Katarların çok büyük bir bölümü gelip Filedelfiya’ya yerleşmiş, Alaşehir’e yani. Oyunun çok tuhaf bir kozmosu var bakalım ne olacak.
– Neden 20 yıl sonra sahnelemeye karar verdiniz?
Açıkçası oyun başta Fransızca yazıldığı için Türk seyircisini ne kadar ilgilendirir acaba Katar tragedyası diye düşünmüş olabiliriz. Ama şimdi hiç öyle düşünmüyorum, çünkü bir de tiyatro topluluğu var oyunun içinde gezici oyuncular var. Onların da başına bir sürü iş geliyor.
HÜLYA SAVAŞ
Evrensel bir oyun olduğu için herkese dokunacak
– Oynadığınız rolden biraz bahseder misiniz?
H.S: Gezici oyuncu kumpanyası içinde yer alan, daha doğrusu bu kumpanyanın sahibinin karısı rolünü canlandırıyorum. Bu kadın ayakları çok sağlam yere basan, söylediği sözün arkasında duran doğru insan modeli olan inançlı bir kadın. İnandığı şeye sonuna kadar sahip çıkan, inancının arkasında duran bir kadın ve aynı zamanda bir oyuncu.
ŞİKAYETİM YOK
– Çalışmalarınız nasıl gidiyor? Bu yoğun tempo hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tempodan memnunuz tabii. Biz kendi işimizi çok severek yaptığımız için yoğun olmasına rağmen tabii ki şikayet etmiyoruz. Elbette bazen insanüstü zaman ayırdığımız oluyor. Normal insanların dışarıda çalıştığı saatler dışında çalışıyoruz. Gece yarısı falan da çalışıyoruz. O yüzden çok yoğun tempoda geçiyor. Ama şikayetçi değiliz. Çünkü provalar çok keyifli ve çok yararlı geçiyor. Ayşe Hanım’dan çok şey öğreniyoruz. Gerçekten bize inanılmaz katkıları oldu.
– Oyunun devlet tiyatrolarına nasıl bir hareket getireceğini düşünüyorsunuz?
Ayşe Emel Mesci Türkiye’nin en iyi tiyatro yönetmeninden biri. Ben epey bir koştum Ayşe Hanımı ikna edip İzmir’e getirebilmek için. Yaptığı her iş bu güne kadar hep başarıyla sonuçlandı ve yıllarca oynayan oyunlara imza attı. Ben inanıyorum ki bu oyunda öyle olacak. İzmir çok farklı, çok değişik bir oyun izleyecek, bunu söyleyebilirim oyun için, gerisi sürpriz.
– Bu oyunun sanat hayatınıza katkıları nelerdir?
Bir kere farklı oyunculuk teknikleri öğreniyoruz Ayşe Hanım’dan. Öğrenmenin sonu yok. Ne kadar farklı yönetmenlerle çalışırsanız sizin için o kadar yararlı oluyor. Her yönetmenden aldığınız farklı şeyler var.
ÇARPICI BİR KONU
– Son olarak, bizi nasıl bir oyun bekliyor?
Oyun çok çarpıcı bir konuya sahip. İnançları yüzünden yakılan, katledilen insanları anlatıyor. Konusu itibariyle çok evrensel. 13. yüzyılda geçmiş bir olay bizim anlattığımız ama elbette yıllar içinde yaşanan olaylara baktığımız zaman bir takım olaylarla da örtüştüğünü görüyoruz. Bir kere yüreğinde insan sevgisi olan herkesin bu oyundan etkileneceğini düşünüyorum.