Zehra İpşiroğlu
Ders Kitaplarında Cinsiyet Ayırımcılığı
Kadının toplumdaki yeri ve konumunun sorgulanması, cinsiyet ayırımcılığına karşı çıkılması yıllardır roman ve öykülerimizin ağırlık noktasını oluştururken, çocuklara ve gençlere yönelik yayınlarda genellikle bu konu ya göz ardı ediliyor ya da bilinçli bir biçimde ayırımcılığı savunan bir söylem benimsetilmeye çalışılıyor.
Okullarda okutulan ders kitapları cinsiyet ayrımcılığını doğal bir biçimde destekliyor. Örneğin ilkokullardaki Hayat Bilgisi derslerinde gerek kullanılan görsel malzemede, gerek aktarılan bilgilerde erkek ve kız çocuklar belli rollere göre yönlendiriliyorlar. Baba evde televizyon izler, erkek çocuk oyun oynarken, anne ev işleriyle uğraşıyor, kız da ona yardım ediyor. Ama bu sadece küçük bir örnek. Cinsiyet ayırımcılığını bütün ders kitaplarında görüyoruz.[1] Örneğin matematik dersindeki bir ödev çok çarpıcı ‚Bir okulun 400 öğrencisinden yüzde dördü kız öğrencidir. Bu okuldaki kız öğrencilerin sayısı kaçtır?’ [2] Sabancı Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada incelenen lise edebiyat kitaplarında 440 erkek yazardan söz edilirken, sadece 9 kadın yazardan söz ediliyor.[3] Bu yazarlar Leyla Saz, Şuküfe Nihal, Halide Edip gibi seksen yıl öncesinin yazarları. Sanki o günden bu güne hiç kadın yazar olmamış gibi. Yalnız ders kitapları değil, Milli Eğitim Bakanlığının çıkardığı çocuk kitapları da bu tür örneklerle dolup taşıyor.
F. Gümüşoğlu “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet” adlı kitabında bu alanda Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze değin nasıl bir gelişme olduğunu inceliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyetin ideolojine uygun olarak cinsiyet ayırımcılığına pek yer verilmezken, aradan geçen yıllar için tam tersi bir gelişim ortaya çıkıyor. Buna aile ideolojisini örnek getirebiliriz. Sözgelimi otuzlu yıllarda anne ve çocuklar ne kadar ezilirlerse ezilsinler, aile içinde ne kadar şiddet olursa olsun aile birliği her şeyden önemlidir gibi bir bakış yoktu. O dönemin Yurt Bilgisi kitabında kadının kocasından hakaret görüyorsa ayrılmak üzere hukuk mahkemesine başvurabileceğine dikkat çekiliyordu. Oysa 1987 yılında yayınlanan “Sosyal Bilgiler” kitabında ailenin bütünlüğünün bozulması ve boşanma olgusu büyük bir felaket olarak sunulurken çocuklara da altından kalkamayacakları kadar ağır bir yükümlülük veriliyor.“Baba, anne ve çocuklar hep bir aileyi meydana getirir. Onların birbirinden ayrılması çok acı ve çok zordur. Böyle bir acı ölünceye kadar sürer hiç unutulmaz. Ana baba arasında geçimsizlik hiç istenmeyen bir şeydir. Böyle bir geçimsizlik ortadan kaldırılabilir. Bu uğurda çocuklar anne ve babalarına yardım edebilirler. İyi huylu ve çok sevilen başarılı çocuklar anne ile babayı birbirine daha çok bağlar.” (Bak. Firdevs Gümüşoğlu, Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet, s.86).
Aile birliği adı altında çocuk haklarını hiçe sayan, dahası çocuğa aile birliğini koruması için baskı yapan bu görüş çok düşündürücü. BM Çocuk Hakları sözleşmesine göre özel ve dokunulmaz alan sayılan, dolayısıyla müdahale edilemeyen aile kurumu içinde yaşanan şiddetin varlığının saptanıp bu alanda çocuğun koruma altına alınması gerekiyor. Böylece aile içi iktidar ilişkileri sorgulanıyor ve bin yıllardır aile içinde üstü örtülerek sürdürülen dayak, ensest, evlilik içi tecavüz gibi konular gündeme geliyor. (Bak. F. Berktay, Kadın Olarak Yaşamak Yazmak, s.95)
Ders kitaplarında yazımın başında da değindiğim gibi ailede kadın ve erkeğin iş bölümü de kesin çizgilerle belirlenmiştir: “Bir evde oturan ailenin dirlik, düzen içinde yaşaması için herkesin kendine düşen görevi yerine getirmesi gerekiyor. Örneğin anne evin temiz tutulması, yemeyin zamanında hazırlanıp sofraya getirilmesi, ütü, çamaşır gibi çeşitli ev işlerini yürütür. Baba çalışarak ailenin geçimini sağlar. Kız çocuklar anneye yardımcı olur. Böylece ailede kendiliğinden iş bölümü olur”. (Aynı kitap s.53).
Aynı kitapta bin dokuz yüz yirmili yıllarda çıkan kitaplarda kadının meslek sahibi olabileceğinden söz edilirken, 1953 deki Yurttaşlık Bilgisi kitabında anne evde temizlik ve ev işlerini kendi yaparsa evde herkesin rahat edeceği belirleniyor. Anne kocasının her bakımdan yardımcısı olarak değerlendirilirken, annenin de gerektiğinde dışarıda çalışabileceği ama dışarıda çalışan asıl bireyin baba olduğu vurgulanıyor. (A.K. s.71)
Resmi ideolojinin yıllardır planlı ve programlı bir biçimde nasıl bir cinsiyet ayırımcılığı yaptığını göz önüne alacak olursak, bugünkü genç kuşakta giderek yoğunlaşan tutuculuğa, örneğin kadınların birçoğunun, kendilerini erkeğin boyunduruğunda görmelerine, dahası nişanlandıklarında ya da evlendiklerinde kapanmalarına pek şaşırmamamız gerekir. Son yıllarda sayıları giderek artan dinci basın da çocuklara ve gençlere yönelik kitaplarla cinsiyet ayırımcılığını başarıyla destekliyor.[4]
Örneğin dinci çocuk ve gençlik yayınlarında kadın da çocuk gibi kendi kendine karar veremeyen bağımlı bir varlık olarak değerlendirilir. Bunu da kadını yücelterek ona doğaüstü bazı özellikler tanıyarak gerçekleştirir. Böylece üstün bir varlık olarak gördüğü kadını koruma adına onu bağımlı kılar. Kadının batı toplumlarındaki özgür konumunu hep olumsuz yanıyla göstererek kendi görüşlerini kanıtlamaya çalışır. Sözgelimi Batı toplumlarındaki cinsel özgürlüğün kadını metaya dönüştürdüğü düşüncesinden yola çıkarak iç güzellikleri olan İslami kadın görüşünü savunur. “Kadın, toplumun omurgası olmaktan çıkıp eti haline gelmiştir”, düşüncesiyle kadının örtünmesini o üstün ve yüce kişiliğin korunması olarak değerlendirir. Ya da gerek anne gerek ev kadını gerek işkadını olarak aşırı derece sömürülen ve ezilen kadına alternatif olarak ‘kadının yeri ailesidir’, görüşünü sürer ve çalışan kadına karşı çıkar. Bu konuda en son çıkan yayınlardan birinde kadının kariyer yapmasının ailenin çatısını nasıl yıkabileceği dile getirilirken ‘kariyer, bir karaçalı gibi aşkları bitirip son sevgi kırıntısını da yok eden bir baş belası olup çıkmakta’, kadın üstelik de bir hemcinsi tarafından alabildiğine aşağılanmaktadır. Bu ve benzeri örnekler dinci yayınlarda giderek yaygınlaşmakta.
Aile Kurumunun Sorgulanması
Ancak resmi ideolojinin dışında kalan çocuk ve gençlik yazınında son yirmi yıldır bir dönüşüm yaşandığı gibi son yıllarda kutsal aile ve kutsal devlet imajını kıran gençlik romanları da göze çarpıyor. Sözgelimi Ahmet Büke’nin “Mevzumuz Derin” romanında kutsal aile imajı kırılıyor. Annesi ve dedesiyle birlikte yaşayan Roman bir arkadaşı olan kitap kurdu Bedo’ya kaptan olan babasının o bebekken bir kazada ölmüş olduğu söylenmiştir. Böylece Bedo yıllarca babanın ölümüyle büyük bir felaket yaşamış olan mutlu aile tablosuna inanıyor. Sonra bir gün annesinin babasından o küçükken ayrıldığını ve babasının hala yaşadığını öğrenip de ailesiyle ilgili sırrı keşfettiğinde beyninden vurulmuşa dönüyor..Ucu geçmişe, politik çalkantılarla dolu bir döneme ve devlet şiddetine değin uzanan bir yolculuğun sonunda seçimini yaparak büyüyor, olgunlaşıyor. Kan bağı her şeyden önemlidir gibi bir görüşün tersine hiçbir aile baskısına ödün vermeden kendi yolunda gidiyor, kendi olmayı öğreniyor. Şiddete karşı bir duruşu benimseyerek barışçıl yolu seçiyor bu süreçte. Şiddet, arkadaşlık, ihanet vb. izleklerin ele alındığı esprili olduğu kadar gerçekçi ve çarpıcı bir roman.
Çeviri yazının içinden Anne Laure Bondoux’un “Genç Linus’un Öfkesi” kitabı dikkati çekiyor. Günümüzden elli yıl sonra geçen bu romanda aile faşizan bir idareyle yöneltiliyorlar. Toplumsal yaşam zengin yoksul ayırımına göre bölgelere göre ayrılmış. 1.Bölge, zenginlerin fildişi kulelerinde yaşadıkları korunaklı alan. 2.Bölgedeki yaşam koşulları çok ağır.3.Bölgede ise toplum dışında yaşayanların sefaletine tanık oluyoruz. Kimin hangi bölgede yaşayacağına ise çocukların okuldaki başarılarına ve yaşadıkları düzene sağladıkları uyuma göre Büyük Düzenleyici karar veriyor. Ailelerinin yazgısı öncelikle gençlerin başarısına bağlı. Çocuklarda büyükler de faşist sisteme ayak uydurdukları oranda yaşamları garantiye alınıyor. Romanın başkişisi 1.bölgeden on dört yaşındaki Linus’un diğer bölgeleri merak etmesiyle başlayan olaylar George Orwell’in ünlü romanı “1984”ü anımsatıyor.
Her iki romanda da aile izleği toplumsal ve politik bağlamı içinde gündeme geliyor. Yine her iki romanın da özelliği yalnız mutlu aile kavramına değil aileyi parçalayan faşizan bir yapılanmaya da yoğun bir eleştiri getirmeleri. Büke’nin romanında bu eleştiri geçmişle hesaplaşma olarak ortaya çıkarken, Bondoux’da yoksul ve zengin ayırımının uç noktaya ulaştığı bir gerilim romanı olarak ele alınıyor.
Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Aile
Son yıllarda çıkan birçok kitapta gözlemlenen ilginç bir olgu kitapların başkişilerinin kız olması. Altmışlı yetmişli yıllarda yazılan çocuk ve gençlik kitaplarında başkişiler hep erkek çocukken, bunun değişmeye başlaması belki de Türkiye’de son yıllarda gelişen kadın hareketiyle, kadınların örgütlenerek giderek daha çok söz hakkı olmasıyla ilişkili. Çocuklar için yazan kadın yazarların sayılarının çokluğu da bir başka etken. Ancak doğrudan genç kızların sorunları üzerinde duran, cinsel ayırımcılık, seksizm, cinsel sömürü, şiddet, ensest vb. sorunları irdeleyen yayınlar oldukça az. Oysa toplumumuzun özellikle kırsal kesiminde özellikle kız çocukların yaşadıkları sorunlar, eğitimde kız erkek ayırımı, kızların okutulmaması, evden kaçan kızlar, zorla evlendirilme, cinsel taciz vb. olgular azımsanamayacak denli çok.
Bu konudaki duyarsızlığımıza ya da belki de korkularımıza kendi gözlemlerimden küçük bir örnek vermek istiyorum: Doksanlı yıllarda Düzlem yayınlarında ünlü Avusturyalı yazar Christine Nöstlinger’in bir dizi kitabını çıkartmıştık, kitapları seçen ve yayına hazırlayan bendim. Ancak bu çevirilerin içinden Selahattin Dilidüzgün’ün çevirisiyle çıkan “İlse Evden Kaçtı”, kitabını yayınlamamız hiç de kolay olmamıştı. Bu kitapta küçük bir kızın ailesiyle sorunları irdelenirken anne, baba ve çocuklar arasındaki diyalog kopukluğu, kardeşler arasındaki dostluk ve dayanışma, büyüklerle uyuşmazlık içinde olan çocukların başkaldırıları, yalan söyleme, dostluğun ve güvenin sarsılması vb. sorunlar üzerinde duruluyor. Çocuk yayınlarından alışık olduğumuz mutlu sonu da bulamayız kitapta. Ne var ki romanın başkişisi küçük Erika yaşadığı olaylar sonucu büyür, olgunlaşır, hem sorunlarının kendi kendine altından kalkmayı, kendi kendine karar vermeyi, sorumluluk taşımayı hem de yakınlarına karşı anlayışlı ve sabırlı olmayı öğrenir. Sorunlar gerilimli bir olaylar dizisi çerçevesinde özüne inilerek sorgulanırken yaşamın yalnızca ak-kara renklerde olmadığı, büyüklerin de yanlışlar yapabilecekleri ama bu yanlışların ardında mutlaka belli nedenler olduğu gösterilir.
Ancak “evden kaçma” düşüncesinin bile bir kitapta gündeme gelmesi Nöstlinger çevirilerini üstlenecek olan arkadaşlarla aramızda tartışmalara yol açmıştı. Türkiye’de günde kaç çocuğun evden kaçtığını düşünecek olursak aramızda böyle bir tartışmanın olması bile çok düşündürücüydü. Aradan geçen yıllar için Günışığı yayınlarını Christine Nöstlinger’in yayın haklarını satın alarak kitaplarını çıkartmaya başladı. Bizim çıkardığımız kitapları da “Konrad Konserve Kutudan Çıkan Çocuk”, “Kim Takar Salatalık Kralı’nı ve “Lollipop”da ilk yayınladığı kitaplar arasındaydı. Ancak “İlse Evden Kaçtı” kitabının yeni baskısı hiçbir zaman yapılamadı.
Batıda gençlere yönelik yayınlarda sorunlar büyük bir açık yüreklilikle ele alınırken, toplumsal cinsiyet sorunlarına, sözgelimi modern toplumdaki eril eğilimler, cinsiyet ayırımcılığı, cinsel taciz ve şiddet, eşcinsellik vb. konulara geniş çapta yer veriliyor. Çeviri kitaplarda nitelikli örneklerle bu tür konulara yer verilmesi yazınımız açısından kuşkusuz büyük bir kazanç olacaktır. Bizde de tanınan Amerikalı yazar J.C.Oates’in gençler için yazdığı Türkçeye de çevrilmiş olan psikolojik romanları örneğin “Deli Yeşil” ve “Seksi” buna güzel bir örnek veriyor. Sözgelimi „ Deli Yeşil“romanında on beş yaşındaki bir genç kızın bakışından aile içi şiddet izleği çok çarpıcı bir biçimde ele alınıyor. Çok ünlü ve varlıklı bir medya muhabirinin kızı olan Francesca herkesin gıptayla baktığı mutlu aile yaşantısının sadece bir yanılsama olduğunu keşfetmekle kalmayacak babasına olan güvenini ve hayranlığını da yitirecektir. Ne var ki yaşadıkları üstesinden kolay kolay gelemeyeceği kadar ağır ve vurucudur. Mutlu aile tablosunun yerle bir edildiği „Deli Yeşil“ sadece gençlere değil yetişkinlere de seslenen çok çarpıcı bir roman. Mutlu aile tablosunu korumaya çalışan Amerikan toplumunun ikiyüzlülüğünü çok çarpıcı bir biçimde vurguluyor.
“Seksi” de ise bu kez yakışlıklı bir delikanlının gözünden cinsel kimlik, cinsel taciz ve medeni cesaret temaları ayrıntılarıyla işlenir. Her iki romanın da ortak yanı iyi işlenilmiş karakterler ve gerilimli bir olaylar dizgesi aracılığıyla hem toplumsal cinsiyet temasına büyük bir duyarlılıkla yaklaşmaları hem de bir taşra kentindeki insanların ikiyüzlülüğünü sergilemeleridir.
Toplumsal Cinsiyet Sorununa Yaklaşımda Göz Önüne Alınması Gereken Ölçütler
Çocuk ve gençlik kitaplarını toplumsal cinsiyet açısından incelerken, şu ölçütlerden yola çıkabiliriz[5] :
1. Erkek çocuğun ya da gencin üstünlüğünün kabul edilmesi
Bu yukarıdaki ders kitabı örneklerinde verdiğim gibi açıkça ortaya çıkabileceği gibi, gizli bir biçimde de gündeme gelebilir. Sözgelimi roman ve öykülerin başkişilerinin çoğu kez sadece erkek olması gibi.
2. Kız çocuğun toplumsallaşma süreci içinde bağımlı bir konumda olması.
Kız çocuğun erkek çocuk kadar bağımsız ve özgür yetiştirilmemesi. Baskı ve yasakları çok daha yoğun bir biçimde yaşaması. Bu yaklaşım da birçok kitapta çok doğal bir biçimde kabul ediliyor. Erkek çocuklar çoğunlukla yönlendiren ve keşfeden bir konumdayken, kız çocuklar genellikle ikincil konumdalar. Öte yandan kız çocuğunu özellikle ergenlikten sonra iyice bağımlı konuma getiren namus anlayışı çocuk ve gençlik yazınında neredeyse hiç yer almıyor. Oysa bu nedenle nice acı olaylar yaşanıyor ülkemizde. Bu konunun hiç gündeme gelmemesi çok düşündürücü.
3. Ailenin merkez yapılması ve mutluluğun yalnızca ailede bulunması. Ailede boşanmanın tek yönlü bir biçimde çok olumsuz bir şey olarak gösterilmesi. Ailenin toplumsal ve politik sorunlardan bütünüyle soyutlanarak yansıtılması.
Erkek ve kadın rollerinin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı mutlu aile tablosu çoğu çocuk kitabının temelini oluşturuyor. Ayrılık vb. konulara genellikle yer verilmiyor, verilse de yalnızca olumsuz bir biçimde veriliyor. Bu bağlamda Mine Soysal’ın ‘Eylülde Aşklar’ kitabını bölünmüş bir ailenin sorununu hiç bir mutlu aile edebiyatı yapmadan gerçekçi bir biçimde dile getiren olumlu bir örnek olarak getirebilirim. Kendi yazdığım “Düş Hırsızlarına Karşı” kitabında da annesi ve babası ayrıldığı ve annesi kızıyla birlikte yalnız yaşadığı için okulda ayrımcılık gören küçük bir kızın öyküsü anlatılır. Çocuk ve gençlik yazınında mutlu aile tablosunu sorgulayan ayrılığı da gerekiyorsa doğal gören kitapların sayısı fazla değil. Ahmet Büke’nin yukarda örnek verdiğim romanı da ailenin bütünlüğü imgesinin nasıl bir yalana dayandığını gösteriyor. Çeviri edebiyatın içinde de Joyce Carol Oates’in “Deli Yeşil”i çarpıcı bir örnek veriyor.
4. Genç kızın bir mesleğinin olmasının ve o meslekte çalışmasının yalnızca evlilik öncesi bir geçiş dönemi olarak gündeme gelmesi. Genç kızın davranış biçiminin hep erkeğe göre belirlenmesi. Bu da kız çocukların sadece geleceğin anneleri olarak değerlendirildiği, ilerde iyi bir anne olmaları için mutlaka okumaları, dahası yüksek öğretim bile yapmaları gerektiği gibi bir görüşün savunulduğu dönemde oldukça hassas bir konu.
5. Çekicilik (erkekler üzerinde), edilgenlik, duygusallık gibi özelliklerin kadınsı özellikler olarak özendirilmesi. Buna karşılık erkeklerden de etkinlik, girişimcilik, kararlılık, sözünün eri olmak gibi davranışların beklenmesi.
Çocuk ve Gençlik Yayınlarında Toplumsal Cinsiyet
Kitaplara bu ölçütlerin ışığından baktığımızda üç eğilim göze çarpıyor:
1. Toplumsal cinsiyet sorununu bütünüyle yok sayan kitaplar.
2. Toplumsal cinsiyet sorununu ataerkil toplumun izin verdiği bir çerçeve içinde çok dikkatli ve sınırlı bir biçimde ele alan genellikle de çok fazla sorunsallaştırmadan kaçınan, kitaplar.
3. Toplumsal cinsiyet sorununu doğrudan gündeme getirmeye cesaret eden yayınlar:
Birinci eğilimi çocuk ve gençlik kitaplarının büyük çoğunluğunda görüyoruz.
İkinci eğilimi gündeme getiren kitaplarda geleneksel değerler genellikle pek sorgulanmıyor. Ancak toplumun beklentileri doğrultusunda başarılı toplumsallaşma süreçleri gösteriliyor. Bu açıdan da bu yayınlar çok satışı olan piyasa yazınının başını çekiyor.
Örneğin Nur İçözü ‚Reyhan’da çok yoksul koşullardan gelen bir kızın bin bir güçlükle parasız yatılı olarak okumasını, aşık olmasını, evlenmesini genç okuyucunun hoşuna gidecek bir başarı öyküsü olarak anlatır. Aynı yaklaşımı çok satışı olan Gülten Dayıoğlu ve İpek Ongun’un kitaplarında da görüyoruz. Bu kitaplarda genellikle toplumun beklentileri doğrultusunda başarılı toplumsallaşma süreçleri gösteriliyor. Dayıoğlu’nun sevilerek okunan ‘Yeşil Kiraz’ı gibi. Bu tür kitapların sorunun özüne inemese bile, okuyucuyu cesaretlendirme ve özendirme açısından önemli olduğu söylenebilir. Nitekim “Reyhan”ı hediye ettiğim genç bir üniversite öğrencisi bu öyküyle kendi yaşamı arasında benzerlikler bulduğu için çok etkilenmiş, bana kitapla ilgili uzun bir okuyucu mektubu yazmıştı.
Ne var ki bu tür kitaplarda sınırlı bir bakış açısının olduğunu görüyoruz.
Örneğin İpek Ongun’un ‘Bir Pırıltıdır Yaşamak’ kitabında anne ile kız arasında modern bir ilişki varmış gibi görünse bile, belli belirsiz bir baskı duyumsanıyor. Genç kız arkadaşlarıyla bir geziye gidecektir. Annesi bu bağlamda kendisine yazdığı mektupta içimizdeki gizli polisi harekete geçiren öğütlerde bulunuyor. Davranışlarım bana zarar veriyor mu, bundan utanacak mıyım, saygı duyduğum birinin yaptıklarımı görmesinden rahatsız olur muyum, yaptıklarım beni yalan söylemeye yönlendirecek mi gibi. Aslında ilk bakışta bu öğütlerin hiçbir tedirgin edici yanı yok. Sonuçta hepimizin yaşamını ve ilişkilerini yönlendiren belli ahlaksal (ahlaki) kurallar ve değerler. Ancak ‘yaptıklarım beni utandıracak mı ya da saygı duyduğum birinin bu davranışlarımı görmesinden tedirgin olur muyum’, sorusunun, toplumun özellikle geniş çevrelerinde gündeme gelen ‘başkaları ne der ?’, odaklı mahalle baskısından pek bir farkı olmadığı da söylenebilir. Çünkü‚ yaptıklarım beni utandıracak mı?’ sorusu bile‚ ben kendimi başkalarının gözünde nasıl görüyorum anlamına geliyor çoğu kez. Oysa önemli olan insanın bir birey olarak kendisini bulması, başkalarına göre değil de kendi seçimine göre karar verebilmesi. Bu bağlamda ‚ben duygularımı nasıl değerlendirebilirim, ne duyumsuyorum, ne yaşıyorum, yaşadıklarım bana ne kazandıracak’, gibi sorular öncelik kazanıyor kuşkusuz.
Namus konusundaki çok ilginç bir fotoğraf sergisinde bir video filmi izlemiştim. Toplumun çeşitli katmanlarından genç yaşlı insanlara ‘Namus Nedir?’ diye soruluyordu. Burada özellikle genç kuşaktan olanların verdikleri yanıtlar çok şaşırtıcıydı. Çünkü bu konudaki görüşler, kız erkek büyük çoğunluğun yalnızca kadın cinselliğinde odaklaşan namus kavramını hiç sorgulamadan içselleştirdiklerini ve kadınlar üzerinde kurulan baskı ve denetimi çok doğal karşıladıklarını gözler önüne seriyordu.
Aslında günümüz dünyasında belirleyici olması gereken genç kıza özgüven duygusunun aşılanması ve ona kendi iç sesini dinleyebileceği bir özgürlük alanının sağlanması. Bu açıdan da erkekler için geçerli olan bütün değerlerin ve hakların kızlar için de hiç bir ayırımcılık olmadan aynı biçimde geçerli olması gerekiyor. Yalan söyleme olgusunun da üzerinde düşünmek gerekir. Günümüzde pek çok genç kızın yaşamı yalan ve gizlilik üstüne kurulu. Bunun nedeni onların yanlış bir davranışta mı bulunması mı, yoksa ailenin ve çevrenin baskısı mı, moda deyimle mahalle baskısı mı?
Son dönemde çıkan ve gene çok satışı olan kitaplardan Emre Kongar’ın cinsiyet ayırımcılığı sorununu açık yüreklilikle dile getiren, özellikle cinsellik ve bekaret konularında tam bir eşitliği savunan ‘Kızlarıma Mektuplarda’ bile toplumumuzda doğal sayılan erkek egemen söylemin izlerini görebiliyoruz. Yazar, kızlarına yazdığı bir mektubunda karşındakini dinlemenin ne büyük bir erdem olduğunu açıklarken, erkeklerin konuşan değil susmayı ve dinlemeyi bilen kadınlardan hoşlandığını anlatıyor.[6] Bu noktada konuşma ve dinleme kadın erkek arasında eşit düzeyde sürdürülen bir diyalog olmaktan çıkıyor. Mektupların genel söyleminde de Emre Kongar’ın her şeyi bilen ve açıklayan ve sürekli konuşan baskın ve üstün konumunu her an her dakika duyumsuyoruz. Kitapta ağırlıkta olan hep kendi başarıları ve ayrıcalıklı bir konumda olan başarılı ve üstün kızları. Kısaca başarılı kızlarına öğüt veren mutlu bir aile portresi çıkıyor. Ama bu kızların hiç bir sorunları olmamış mı, hiç bir engelle karşılaşmamışlar mı, babalarının da kızlarla ilişkisinde kendini çaresiz duyumsadığı hiç bir an olmamış mı, öte yandan kızların annelerinin bu baba kız ilişkisi içindeki konumu nedir? Bütün bu sorular havada kalıyor.
Bu kategoride inceleyebileceğimiz gençlik kitapları içinde Aytül Akal’ın ‘Kızım Ben Çocukken’, öykülerindeki mesajlar ‘Kızlarıma Mektuplar’daki her şeyi bilen otoriter söylemden uzak. Bu açıdan da bu kitabın didaktik olmayan özgün bir yanı var. Bu kez anlatıcı bir anne. Dokuz ve on beş yaşındaki iki kızıyla ilişkisinde her annenin yaşayabileceği kaygı ve korkuları yaşıyor. Ancak anne kendisini kızlarından kesinlikle üstün görmüyor. Tek sorunu şu çılgın kızlarıyla her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmadan nasıl başa çıkacağı. Kitap anne ve kızlar arasındaki söz çatışmalarıyla gelişen son derecede komik sahnelerden oluşuyor. Bu sahnelerde kimi kez roller değişiyor, anne kendini çocuk gibi duyumsuyor, buna karşılık çocuklar annenin ağzından girip burnundan çıkarak bugünün kendine güvenen kentsoylu çocukların seslerini dile getiriyor.Bu kitabın güçlü yanı yazarın, sorunları bir yetişkinin bakışından gündeme getirse de, hem çocukların söylemlerini ve davranışlarını çok net çıkartabilmesi hem de bir yetişkin olarak kendisini de karikatürleştirebilmesi. Ancak kitap sadece kısa kısa diyaloglardan oluştuğu için, henüz bitmemiş izlenimi yaratıyor. Yazarın hem yetişkinlerin hem de gençlerin sesini yakaladığı için, anlatı, roman gibi daha uzun soluklu yazınsal türlerde çok başarılı olabileceğini düşünüyorum.
Üçüncü olarak toplumsal cinsiyet sorununu gündeme getirmeye cesaret eden yayınları inceleyelim:
Kadın erkek eşitliği ve kız çocukların ve kadınların özgürleşmesi yolunda önemli bir adım atan bu kitapların içinde son yıllarda çıkan çocuk kitaplarından Seza Aksoy’un ‚Şişko Patates’ini, gençlik kitaplarından Pakize Özcan’ın ‚Üstüme Kar Yağdı’ ve Aslı Der’in “Defneyi Beklerken” adlı romanlarını, kurmaca olmayan yazın türünde ise bundan birkaç yıl önce yazdığım “Gençlere Mektuplar”ı örnek getirmek istiyorum.
‘Şişko Patates’deki küçük kız ataerkil bir aile yapılanması içinde babası ve abisi tarafından sürekli olarak ezildiği için, kaçışı çok yemek yemekte ve düş dünyasına sığınmakta bulur. Sonuçta tıpkı kendisi gibi şişko bir erkek arkadaş bularak sorunlarını ilk kez gündeme getirir. Yeni bir dostlukla birlikte yeni umutlar yeşerir. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bu sevimli çocuk kitabı çocuk kitaplarının çoğuna özgü olan mutlu bir sonla biter.
‘Üstüme Kar Yağdı’, bir gençlik romanı olarak cinsiyet ayırımcılığı sorununu çok daha yürekli ve radikal bir biçimde ele alıyor. Bu romanda kasaba kökenli genç bir kız şiddet dolu feodal aile ilişkileri içinde tam bir bunalıma girer. Okumak ve mahalle baskısının yoğun olduğu kasabanın bunalımlı havasından kurtulmak istemektedir. Ancak babasının isteği de onu bir an önce evlendirmektir. Roman açık bir sonla biter. Genç kız kurtulmayı başaracak mıdır, yoksa kendisi için çizilen rolde mi ilerleyecektir belli değildir.
Romanın ilginç yanı sorunların diğer kitaplarda olduğu gibi yetişkinlerin gözüyle değil, doğrudan kızın bakış açısından anlatılmasıdır. Böylece yazar empati duygusuyla kendini genç kızın yerine koyarak onun direnişini, başkaldırışını dile getirir. Bu yaklaşım tıpkı Salinger’in ünlü‚ ‘Gönülçelen’ romanı gibi sorunlara mesafeli bakarak farklı bir açıdan yaklaşmamızı sağlıyor.
Örneğin romanın baş kişisi Asuman kız arkadaşlarıyla sokakta giderken yeşil takkeli Hacı Süleyman amcayla, üç adım gerisinde de büründüğü kara çarşafla ayakları dolaştığı için tökezleye tökezleye yürüyen karısı Şadiye yengeyle karşılaşır. Asuman korkudan hemen hırkasının düğmelerini ilikler sırtını kamburlaştırıp başını önüne eğer.
“Hacı amca sakalını sıvazlaya sıvazlaya geldi, tam karşımıza dikildi. Cildi terden mi yoksa yağdan mı bilmem ışıl ışıl parlıyor. Koca bedeninden çıkan incecik kadınsı sesiyle ‘Hayırlı günler’ dedi. ‘Nereye böyle kız başınıza? Serdar oğlumuz nerelerde? Mahmut kardaşım evde yok mu?’ Onun bu sorularının anlamı sorunun içinde gizli. Yani soru soruyormuş gibi yapıp aklı sıra diyor ki ‘Babanla ağabeyin evde yoklar, onlar evde olsaydı senin kız başına sokağa çıkmama izin vermezlerdi. Demek ki sen gizli saklı kötü şeyler peşindesin’. Benimle hep suç işlemeye hazır biriymişim gibi konuşur. ‘Öpeyim hacı amca’ dedim elimi uzatarak. Tesbih sarkan elini göğsüne yapıştırdı ‘Allah razı olsun’ dedi başını gövdesiyle birlikte öne arkaya sallaya sallaya, elim boşlukta kalakaldım… ‘Bir daha sizi adam yerine koyup da elinizi öpmeye kalkışırsam cehenneme kadar yolum var’ dedim içimden”.[7]
Asuman, içinde yaşadığı bunalımlı ortamın ikiyüzlülüğünü şöyle dile getiriyor: “Annemin rol yeteneği müthiştir şimdi de cana yakın teyzeyi oynuyor. Bizim buralarda evine konuk olmuş kişilere içinden küfretsen bile, ye, iç, kal’ diye ısrar etmek adettendir, konukseverlik gereği…”[8]
Romanda genç kızın yaşadığı baskıları yer yer karikatürize ederek komikleştiren başkaldıran bakışı ona sığınabileceği bir özgürlük alanı sağlıyor. Bu açıdan bu kitabın sorunları doğrudan yetişkinlerin bakış açısından ele alan kitaplardan belirgin bir biçimde ayrıldığını düşünüyorum.
Pakize Özcan’ın tersine yazar Aslı Der ise “Defne’yi Beklerken” adlı romanında toplumsal cinsiyet sorununu kentsoylu bir ailenin yaşamından sunduğu bir kesitle verir. Annesi çalışan, babası da yazar olan Defne yalnız bir kızdır, komşularla, sözgelimi kocasının baskısı altında olan genç bir kadınla ve hastalıklı yaşlı bir kadınla dostluk kurar. Ama okulda yalnızdır. Sürekli kitap okuyan kendisi gibi yalnız bir çocuktan hoşlanır. Zaman içinde çocuğun başına bir felaket gelmiş olduğunu öğrendiğinde ona olan ilgisi artar ama öylesine içine kapalıdır ki bunu dile getirmeye çekinir. Defne’nin sorunu sınıfındaki erkek çocukların kendisini taciz etmeleridir. Hem kendini savunamaması hem de kız arkadaşlarının da ona destek olmamaları üzerinde tam bir şok etkisi bırakmıştır. Erkek arkadaşları tarafından ikinci bir kez çok daha ciddi bir biçimde cinsel tacize uğradığında hoşlandığı çocuğun onu kurtarması aynı zamanda da ondan hoşlandığını belli etmesi Defne’yi tam anlamıyla allak bullak eder. Yaşadığı en kötü duygu özgüveninin olmaması ve kendisini savunacak gücü bulamamasıdır.
Okuyucu Defne’nin iç çatışmalarını günlüğü aracılığıyla öğrenir. Yazar ergenlik çağındaki çocukların bunalımlarını gündeme getiriyor bu kitapta. Ancak Pakize Özcan’ın kitabının tersine sorunları yeterince somutlaştırmıyor. Aslında günlük türü yazara yaşanılanları tüm yoğunluğuyla anlatma fırsatını veriyor. Çünkü günlüğün özelliği bir iç dökme olması, insanın kendi duygularını, korkularını ifade edebilmesi. Ama bu gerçekleştirilemiyor. Defne’nin günlüğünde yaşadıkları hep üstü kapalı bir biçimde kısa kısa anlatılıyor… Böylece anlatılanlar havada kalıyor. Sözgelimi Defne neden arkadaşlarıyla iletişim kuramıyor, erkek çocukları neden özellikle onu kurban olarak seçiyorlar, kız arkadaşları neden ona yardım etmiyorlar vb. sorular bütünüyle havada kaldığı gibi çevresindeki tipler de belli klişelerle anlatıldığı için yeterince inandırıcı değil. Örneğin Defne’nin hiçbir arkadaşını gözümüzün önünde canlandıramıyoruz. Kişiler de olaylar da iyice soyut kaldığından gerçekçilik kazanamıyor. Bu açıdan yazarın önemli bir sorunu ele almak cesaretini gösterse der bu sorunu anlatmada zorluk çektiğini görüyoruz.
“Gençlere Mektuplar” ise gençlerle işbirliğiyle kaleme aldığım interaktif bir kitap. Geleneklerden mahalle baskısına, toplumuzda yaşanan kadın-erkek eşitsizliğinden tüketim toplumunun sorunlarına değin gençlerin dünyasına giren çeşitli konularla hesaplaşırken toplumsal cinsiyet konusuna ağırlık veriyor. Kitap çıktıktan sonra farklı toplumsal katmanlardan gelen gençlerden aldığım mektuplar kitabın okuyucusuna ulaştığını gösteriyor.
İçimizdeki Polis
Çocuk ve gençlik yazını, genellikle yazın ve eğitimi buluşturma kaygısında olduğu için, yetişkinler için yazılan yazının her zaman gerisinde gitmiştir. Bu açıdan da toplumsal cinsiyet sorununun kitaplarda daha yeni yeni gündeme gelmesine, yeterince işlenememesine ya da çok soyut ve şematik kalmasına pek şaşırmamak gerekir. Şu bir gerçek ki yazarlar kendi içlerindeki gizli polisten, daha somut bir deyişle geleneklerin baskısından kurtuldukları anda bu alanda daha verimli ürünler vermeye başlayacaklardır. Günümüz çocuklarına ille bir şeyler dayatmamız ve öğretmemiz gerekmiyor. Önemli olan kadın erkek eşitliğinin geçerli olduğu, kadının hiç bir biçimde ikinci plana itilmemesi gerektiği çağdaş bir anlayışın didaktik olmadan gündeme gelebilmesi. Ancak kadın erkek eşitliğinin benimsenmiş olduğu batı çocuk ve gençlik yazınında bile bu alanda eksikler olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda kadın hakları savunucusu Bell Hooks inanç ve kimliklerin çocukluk çağında belirlendiğine dikkati çekerek batı ülkelerinde de bugün hala toplumsal cinsiyete dair bağnaz görüşlerin etkin olduğunu söylüyor. Bu açıdan da çocuk yazınında eleştirel bir bilincin uyandırılmasında ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. 9)
Ancak bizdeki çocuk ve gençlik yazınına baktığımızda sorunu sadece toplumsal cinsiyet alanındaki farkındalığın eksikliğiyle açıklayamayız. En temel nokta çocuk ve gençlik yazınında gerçekçilik anlayışının yeterince gelişmemiş olması. Bu açıdan da yazarlar özellikle sorun odaklı kitaplarda sorunları çoğu kez şematik bir biçimde dile getiriyorlar, yani, yeterince somutlaştıramıyorlar ya da didaktik kalıyorlar. Toplumsal cinsiyet sorunu gibi hassas bir konunun da yeterince işlenememesi bu nedenden kaynaklanıyor.
Not: 2013 de çıkan Gençlerle Diyalog kitabımda yayınladığım bu yazı yeni örneklerle geliştirilerek güncelleştirildi.
[5] Malte Dahrendorf Maedchenliteratur, Kinder. Und Jugendliteratur Stuttgart 1984
9 Bell Hooks, Feminizm Herkes İçindir, İstanbul 2002