Bilal Akar
Konuya doğrudan bir örnekle girecek olursak Joshua Bell’in metroda gerçekleştirdiği bir deneyi[1] paylaşmak isterim.
“Alanında kendini ispatlamış ve sayılı keman virtüözlerinden biri olarak gösterilen Joshua Bell, Washington’ın işlek metro istasyonlarından birine gider. Bir köşede oturur, önüne bir kutu koyar, kemanını çıkarıp çalmaya başlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hâkim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez,
alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı… “
Gelelim işin tiyatro ayağına. Avrupa çapında akla gelecek ünlü tiyatrolardan ya da sanat merkezlerinden bir kaçını düşünelim: Bolşoy, Piccolo, Berliner Ensemble, Globe, Teatro dell’Opera di Roma…
Bunlardan herhangi birine elinizi kolunuzu sallayarak gidip o günkü oyuna bilet almanız pek imkan dahilinde değildir. Hadi o günkü oyuna yer olmamasını makuldür ama bir ay boyunca herhangi bir gösterime yer kalmaması seyircinin büyük ilgisine ve takdirine mi işaret eder? Sanmıyorum.
Bu durum Türkiye’de de bazı oyunlar özelinde geçerlidir, örneğin İstanbul DT’nin “Profesyonel”i, Ankara DT’nin “Bir Delinin Hatıra Defteri”, geçtiğimiz sezon alternatif tiyatro mekanlarından Kumbaracı50’de sahnelenen Sumru Yavrucuk’un taşıdığı “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”. Bu oyunlara gidebilmek için önceden planınızı programınızı yapıp biletlerinizi ayarlamanız gerekir. Ancak bahsettiğim bu üç oyun sanatsal özellikleri ile yarattıkları bir çekim sonucu ilgi görmüşlerdir. Hiç biri bir mekana veyahut gruba bağlı olarak ilgi çekmemiştir. Evet, bu üç oyunda televizyonun getirdiği tanınırlığa sahip oyuncular yer almaktadır ancak bu oyunları aynı durumdaki diğer oyunlardan ayıran şey kabul görmüş sanatsal yeterlilikleridir.
Daha çok Bolşoy gibi tek temsil üzerinden ilerlemeyen mekanlardaki yoğunluğa ve buralarda yaratılan sanat-seyirci ilişkisine bakmak istiyorum. Mevzu biraz farklılaşmış durumda. Önümüzdeki bir ay için Bolşoy’da sahnelenen herhangi bir gösterime yer bulmanız mümkün değildir. Binanın önünde bekleyen karaborsacılar da bunun farkında oldukları için en ucuz biletleri 50 avrodan başlayan fiyatlarla satıyorlar.
Bütün bu unsurların etken olduğu bir seyirci-sanat eseri ilişkisi içerisinde nasıl ortamlar kurulduğu, nasıl algılar oluşturulduğu ayrı bir tartışma konusudur. Artık seyircinin sanat eserinin içeriğine bağlı olarak gösterdiği tepki veya seyircide uyanan etkiden ziyade oyunun sanat pazarındaki değeri ve bu değere bağlı olarak seyircilerin kendilerini tatminini tartışacak raddeye geldik. Bu yargıyı ve gözlemi desteklemek için “büyük” tiyatroların dışında kalan ve sanatsal değeri yüksek eserler üreten tiyatrolara olan ilgiyi test etmek söylemlerim açısından yerinde olacaktır. Konu seyircilerin birer “sanat sevicisi” olarak bu lüks tüketime daha ne kadar devam edecekleridir?
Bu nokta tam da ikinci olarak bahsetmek istediğim başlığa geliyor: seyirci performansı. Seyirci performansı tabiriyle kastettiğim şey ne seyircinin etken olarak oyun üzerine düşünmesi ne de Richard Schechner’in tanımladığı bağlamda performansın seyirci ile birlikte yaratılması. Bütün bunların dışında, Amerikalı bir teorisyen olan Jeffrey Alexander’in ortaya koyduğu performans tanımı. Alexander insanların günlük davranışlarının bir kısmı, insanların statülerine, sınıfsal özelliklerine ve ortaya koymaya çalıştıkları kimliklerine dair performanslar olarak görür. Yani homo ludens günümüz dünyasında yaratmaya çalıştığı “ben” kimliğine uygun olarak taktiksel, teatral ve kurgulanmış performanslar sergiler. Bu sadece davranışlarla kısıtlığı değildir bulunduğu yerler, kurduğu mizansenler de buna dahildir. Alexander bu performans kuramını çok geniş olarak tanımlar ve tarihselleştirir. Benim yukarda bahsetmek istediğim noktaya ilişkilendirdiğim kısım ise, sanat eserlerini lüks tüketim malzemesi haline getiren kimselerin bu durumda gösterdikleri performanslardır. Özetle söyleyecek olursak, bu tarz seyirci-sanat eseri buluşmalarında önemli olan ne sanat eseridir ne de seyirciyle kurulan ilişki. Önemli olan seyircilerin orada bulunarak kendilerine, kendi kimliklerine dair yaratmaya çalıştıkları algıdır. Shakespeare döneminde halka kendilerini izletmek için tiyatrolara giden soylu sınıfın bu günkü temsilcileri olarak addedebiliriz. Tabi ki bu burjuva kesim soyluların oluşturdukları fotoğrafı performansla zenginleştirerek hareketli bir hale getirmiştir.
Uzun lafın kısası sanat eserlerinin seyircilerin kendilerini tatmin etmesi ve yaratmaya çalıştıkları kimlikleri desteklemesi için kullanılması alenen sanatın ve verilen emeğin aşağılanmasıdır. Hele bu tarz seyirci performanslarını günümüzde anlamları, toplumla kurdukları ilişki ve neye hizmet ettikleri sıkça tartışılan “modern sanat” başlığıyla yan yana koyarsak durumun vahameti ortaya çıkacaktır. En başta bahsettiğim Joshua Bell örneğinde olduğu gibi önemli olan sanat değil bu sanatın tüketiminin seyircilerin performanslarındaki yeridir. Meramım özetle şudur ki sanat, sanat sevicilerinin sömürüsünden kurtulmadığı müddetçe istediği ilişkiyi ve hak ettiği yeri bulamayacaktır.
http://begonvilliev.wordpress.com/