Can Merdan Doğan
Komiğin çıkmayacağı ölümler vardır. Trajik sonun kendisi değildir komiğin çıkmamasının sebebi, sürecin yarattığı, sürecin, sonuçla iç içe geçtiği, ayrışmadığı zamanlarda yaşananlardır. Biz, hatta o bile bilir ki nefes almanın/sının kendisi ölüme yolculuktur, çoğunlukla “yolculuk” metaforu bile cümlenin bitişi içindir, ölümün varoluşu için gerekli değil. Somut olarak cansız bir bedeni görmeye bile gerek yoktur, bazen. Kadınlar, Aşklar, Şarkılar böyle bir oyun. Oyunun adı bile, iç içe geçmişliğini, ayrıştırılamayacağını, her birinin yalnız başına mevz-u bahis olamayacağını akla getiriyor. Çoğaltılabilir bir ölüm/neden ilişkisi var; her vuruşta, her sahne kararmasında, izlediğimiz her an/anlatıda. Çünkü, oyunun ilk cümlesinin bizde uyandırdığı duygu “Belki bin yıldır burada” olmamız. Bin yıldır burada oluşumuz, kesin bir yokluk değil, anlaşılmayı bekleyen bir uyku hali. Kaçıncı kez’lerin uyanışı.
Oyun bir “Domus Sanat Çiftliği” yapımı. Oyunun yazarı Şamil Yılmaz, yöneteni Serdest Vural, oynayanı ise Ahmet Melih Yılmaz.
Tek kişilik, fakat çok sesli bir oyun olarak tanıtılıyor Kadınlar, Aşklar, Şarkılar. Çok sesliliğini, oyunun içinde önemli bulduğum bir sahne kucaklıyor: Bir trans kadının, midye satıcısı olan adama karşı hissettiklerinin anlatıldığı sahne; kıyılarda ve kayalıklarda birbirine tutunarak var olmayı sürdüren midyelerin ontolojik çokluğu içinden çıkan, bir seslilik, seslenmeden. Birbirinden farklı hikayelerin ve ölümlerin anlatısı, tekilleşmiş ifadeler değil. Farklı karakterlerin ölümle kucaklaşması söz konusu olsa da, oyun “tek başına” bir trans kadının “çoklu ölümleri” olarak da okunabilir. Sahnelemede bu durum ikinci plana bırakılmış, keskin “hikaye” ayrımları tercih edilmemiş. İyi de olmuş bana kalırsa. Yazarın üslubu, öznenin varlığına göre değişiyor, sezgisel olarak sirayet eden sessizliği oyunu tekil ve çoğul olarak ayırmıyor, sahnelemedeki tercihi anlaşılır kılıyor.
Midyelerin “kadere inat” sesleri; ölümün, bedenin, yok oluşun altını çizmekten ziyade, varlığın bir sorusunun olmasıyla ilgili; inatlı bir soru bu; trans kadının, diğer bireylerden ayrılan fiziksel/toplumsal mağduriyetinde temellenmeyen bir soru. Belki bin yıldır burada olan, bize, sen-ben demeyen bir soru. Varlıksal bir inadı, aşkla ikileten üçleten bir soru. Katmanı, estetiği burada saklı oyunun. Bir oyunun şarkısını dinlemiyordum uzun zamandır, iyi geldi.
Şarkıları seslendiren, raks eden, susan, ölen oyuncuya gelirsek, Ahmet Melih Yılmaz’ı benzer yollardan geçsek de -okuldaşım, bölümdaşım- ilk kez izleme/dinleme fırsatı buldum. Oyunculuğundaki kıvrımları, sezgiselliği kıymetli, derin. Kan ter içindeki hali, bir başka sese geçerken hoş gözüküyor olsa da; bir sesin içindeyken, sessizliği hissettirmesi gereken anların olduğunu düşünüyorum. Üstüne fazladan katmasına gerek yok, askıda bırakması izleyene yetiyor. Umut Eser’i, Ayşegül Çaylı’yı, Nazlı Özdemir’i, Arman Uslu’yu, Ali Karaca’yı unutmamak gerek…
Bazı aşkların şarkısı vardır; kutsal olan aşkın şarkısı değil, söyleyenin vebasıdır. Ölürcesine, ninni ninni, tılsım tılsım, bin yıldır, elini kolunu nereye koyacağını bilemeden okur; gitgide elbisesindeki kırmızı olur, olmak ölüme benzer bazı şarkılarda. Gidin ve olun.