Mimesis Çeviri / 2013 Ocak ayında Münih’te Dramaturgi Topluluğu’nun yıllık konferansında ana gündem “Sahne üstünde konuşmak -ve tiyatro hakkında [konuşmak]” temasıydı.
Goethe Institut. Ocak 2013, Çeviri: Gökhan Gökçen
Μünih Oda Tiyatrosu’nun en büyük oyuncularından biri olan Doris Schade’nin hala sahnedeki o sihirli yeri bildiği rivayet edilir: o sihirli akustik nokta, sahnenin ortalarında bir yerlerdedir ve oradaki oyuncunun söyledikleri en uzaktakiler dahil bütün seyirciler tarafından anlaşılabilir. Bu sırrı mezara götürse bile oyuncu meslektaşları çok şey kaybetmezdi. Çağdaş tiyatroda iyi konuşan bir şair oyuncu ideali yanı sıra her şeyin anlaşılmasının gerektiği görüşü de terk edilmekte. Konuşma tekniği açısından çağdaş oyuncu mütevazı bir sanatçıdır artık. Olabildiğince doğal ve normal duyulmalıdır ve oyunu bir “drama”ya çevirmemelidir. Buna ek olarak araya ironik bir mesafe koyarak metni ve kendini icra eder. Bir postmodern oyuncu, becerisi ile jargon ve tonlamayı değiştirir. Bağırmaları ve şarkıları için mikrofon vardır: mahrem sahnelerde ise mini-mikrofonlar kullanır.
Bu duruma yapılan eleştiriyi gayet iyi biliyoruz: söz geriye itiliyor ve Alman sahnelerinde konuşma sanatı kayboluyor. Buna karşı istediğiniz tavrı alabilirsiniz, ama Münih Oda Tiyatrosu Baş Dramaturgu Julia Lochte haklı: bu tarz şikayetler “tiyatronun kendisi kadar eski”. Güvenebileceğimiz bir yüksek sahne dilinin olmamasını ve onun yerine farklı dillerin, farklı konuşma biçimlerinin ve araçlarının olmasını küreselleşmiş ve çok dilli bir dünyada bir kayıp olarak görmüyor, aksine bunu bir “kazanım” olarak görüyor; böylece bütün bu tekniklerin en iyi şekilde “farklılıkları ile beraber kullanılabileceği”ni belirtiyor.
Buna Münih’deki Dramaturgi Topluluğunun yıllık toplantısında genel olarak şöyle bakıldı. “Söylenen Söz Geçerlidir” başlığı altında ocak ayında 250’den fazla dramaturg, rejisör ve diğer tiyatro ile ilgili sanatçı “Sahne üstünde konuşmak -ve tiyatro hakkında [konuşmak] ” teması üzerinde çalışıyor. Basit varsayım aynı zamanda sonuç: klasik drama oyunculuk sanatında belirleyiciliğini kaybetmiş olsa bile tiyatro hala “konuşmanın sergilendiği bir sahne.”
Sahnede, söylenen söz geçerlidir. Ve bu yazılı olan kutsal ve dokunulmaz olarak görülmemeye başladıkça daha da fazla geçerli. Ama iletişimi tek başına sağlayan sözel konuşma değil. Film, mikrofon, video, üstses veya popüler mini mikrofonlar gibi teknik araçlar kendi dilleriyle postdramatik tiyatronun çoksesliliğine katılıyorlar, beden ve sesi birbirinden ayırıp, yabancılaştırma ve üst üste bindirme efektleri yaratıyorlar, algı kırılmalarına ve iritasyona sebep oluyorlar. Beden dili ve görsel dil söylenen dile eşlik ediyor, tamamlıyor, önüne geçiyor, rahatsız ediyor, gerilimler yaratıyor, anlam kaydırıyor. Bütün bunlar bugün “sahne dili” dediğimiz şeye hizmet ediyor. Bununla 19. yüzyıldan beri tiyatroya yerleşmiş olan (sadece) örnek diksiyon kastedilmiyor artık.
Tarihsel olarak lehçelerden arındırılmış tek tip sahne dilinin oluşturulması bir ulus kurma sürecinin bir parçasıydı. 18. yüzyılda Alman eyaletlerinde oldukça homojen bir yazı dili kullanılmaktaydı, ancak yukarı, orta ve aşağı Almanya’da uzun süre bölgelere ait ağızlarda konuşulmaya devam edildi. Sadece sahnede yazı dilinin sanatlı bir şekilde seslendirildiği bir biçim oluşturuldu. Goethe “Oyuncular İçin Kurallar”ında (1803) şöyle diyor: “Sahnede bölgecilik olmaz. Orada sadece saf Alman dilinin hakimiyeti olmalı(…)!”
Sahne dilinin bir norm haline gelmesi Dil Bilimci Theodor Siebs (1862-1941) tarafından sağlanmıştır. İnisiyatif alarak 1898 Nisan’ında Berlin’de, kuzey Almanya tarzı telaffuzun belirgin şekilde öne çıkarıldığı, Alman dilinin telaffuzu ile ilgili bir kurallar silsilesi oluşturulması amacıyla bir uzmanlar komisyonunun kurulmasına önayak oldu. Sonuç olarak aynı yıl içinde Siebs “Alman Sahne Telaffuzu” isimli kısaca “Siebs” olarak bilinen klasik eserini yayınladı. Sahne dili daha sonra “Almanya’nın Yol göstericisi” olarak yüksek Almanca dili olarak belirlendi. Seslilerin ve çift seslilerin atlanmadan telaffuzu, sert (p, t, k) ile yuvarlak “dil-R”si ve yumuşak (b, d, g) sessizler arasındaki keskin ayrım gibi kodlamalar yapıldı. Eğitim kitabı “Der kleine Hey” de buna dayanır. Yirmili yıllarda radyo yayınları etkisi ile insanların konuşma ve dinleme alışkanlıkları sert bir şekilde değişti, ama tiyatroda Siebsçi sahne dili uzun sure korundu.
Fonetik uzmanı Uwe Hollmach’ın Dramaturji Topluluğu’nun Konferansında telaffuz konusunda gayet memnun edici şekilde olgu dolu sunumunda dinlettiği ünlü oyuncuların eski kayıtları, çok güzel bir şekilde konuşma tarzlarının ve dil algısının nasıl değiştiğini ve bu tarzların tarihsel olarak kendi dönemlerine özgü olduğunu gösterdi. Örneğin dillere destan Josef Kainz (1858-1910) Hamlet rolünde: nasıl patetik bir tremolo! Kainz kendi döneminde en modern konuşmaya sahip oyuncu olarak bilinir. Bugün ise hitabı abartılı, yapay ve adi duyuluyor. Hollmach’ın açıkladığına göre bu hastalıklı durumdan kopuş ancak ikinci dünya savaşından sonra, “nihayet Brecht’in etkisi ile” oluyor.
Bir zamanlar sahne dili toplumun konuşmasını etkilerken şimdi tam tersi. Tiyatro şimdi alabildiği her şeyi midesine indiriyor. Kullanabildiği her türlü düzyazı malzemesi, roman ve film adaptasyonları, amatör oyuncular ve halk koroları ile beraber konuşma şekli de değişiyor. Sahnede baskın olan dil farklı konuşma şekilleri ve tekniklerini farklı şekillerde kullanan ‘stilize bir günlük dil” (Hollmach.) En iyi durumda Viyana festivali oyuncu şefi Stefanie Carp’ın dediği gibi “farklı toplulukları bir araya getirme”yi hedefliyor, ki bu da günümüz tiyatrocularının önemli bir görevi. René Pollesch’in turbo hızlı söylem halkası, Volker Lösch’ün koroları veya Elfriede Jelinek’in her bir kahramanın dilinin metin seviyesine çıkarılması bu yelpazede yer aldığı gibi Alvis Hermani’nin rahatsız edici şekilde fısıltılı Hiper-realizmi veya Sebastian Nüblings’in Three Kingdoms eseri gibi üç dilli oyunlar da sayılabilir.
Hayır, tiyatronun dille işi bitmedi. Film ve tiyatro rejisörü Andres Veiel (Der Kick, Das Himbeerreich) açılış konuşmasında “söylenen söze odaklanılmasını” vurguladı, çünkü multimedya çağında görsel abartı sayesinde “çok az şeyin özgünlüğü algılanabiliyor”. İmaj, ses kodlamaları ve işaretler selini tekrar bir bağlama oturtmak, bir “duyulan değer” haline getirmek, bugün için bir meydan okuma: “Tiyatro burada bir boşluk yakaladı, ve bunu başka hiç bir ortam dolduramaz.”