Devlet ve Tiyatro İdeali Üzerine Düşünceler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ali Cabbar

Devlet tiyatrolarının yeniden düzenlenmesinden sonra, konu üzerine tiyatro camiasının içinden olan ya da ona gönül vermiş kişilerle konuştukça, hemen hemen herkesin görüşünü belirleyen bir iki nokta var gibi görünüyor. Bunların birincisini oluşturan grup Devlet Tiyatrolarının hükümetin istediği biçimde yeniden düzenlenmesini isteyen yeni muhafazakarlardan oluşuyor. Diğerini ise Devlet Tiyatrolarının mevcut yapısını savunmamakla birlikte, ülkedeki tek sanat yapan kurum olması, Doğu ve Güneydoğu da yaptığı turneler, siyasal İslamcı gerici çevrelerin saldırılarına karşı tiyatroyu savunması gibi argümanlarla, “AKP elini tiyatrodan çek!” diyen grup oluşturuyor. Aslında bu iki karşıtlı bakış açısının bizim pek de yabancısı olduğumuz söylenemez. Bunu gündelik hayattan tutun da siyasal hayatımızdaki argümanlara kadar her yerde görürüz. Biz de hep tek bir şey yapılabilir. O da ya iyidir ya da kötü. Onun dışında kalanlar hikaye… Bu yüzden bu bakışa eğiyorum bütün kafamı.

Tahmin ettiğiniz gibi birinci bakış açısını tartışmayacağız. Çünkü oradan çıkabilecek nokta her zaman bellidir: Devletin şefkatli elleri… Burada bizi ilgilendiren temel nokta, ikinci bakış açısı ve onun kendi içinde barındırdığı sakatlıklar oluyor. Bizim ülkemizde ve milliyetçi, ırkçı hesaplaşmanın tam anlamıyla yapılamadığı dünyanın diğer yerlerinde de görüldüğü gibi, “ortada sanat yapmak isteyen bir grup vardır, otoritenin her türlüsüne karşıdır, sanatın üstünde hiçbir iradeyi tanımaz ama mevcut baskı aygıtıyla da bağını bir türlü koparamaz.” Bu günlerde tiyatroyla ilgilenen kiminle karşılaşsam bana alt metni bu olan süslü cümleler kuruyor. Müthiş bir paradoks! Bu noktada ister istemez akla bazı sorular geliyor. Tiyatro ve devlet ideali mümkün müdür? Tarihte nasıldı bu ilişki? Türkiye’de nasıl oldu? Hep iki yol mu vardır? Üçüncü bir bakış açısı oluşturamaz mıyız?

Yasa koyucu ve onun karşısında duranlar için genellikle iki yol vardır. Birisi ona sahip olanların izlediği yol; diğeri ise ona sahip olmak isteyenlerin izlediği yoldur. Bu iki yoldan hangisi sonuca ermiş olursa olsun, ikisinin de dönüp dolaşıp geleceği yer her zaman aynı olmuştur: Yabancılaşma! İster Antik Yunan döneminde, ister günümüz modern toplumunda olsun, hangi vaat ve amaçla gelmiş olursa olsun, her türlü iktidar tiyatroyla ilişkisini onu kullanmak ya da susturmak üzerinden kurgulamıştır. Çünkü çocukça iddia edilenin aksine, “devlet onlardan bize geçtiğinde” hiçbir şey değişmeyecektir. Çünkü otoritenin kurumları her şekilde kendini var edecek ve her otoritenin yaptığı gibi kendisine yönelen tehditleri ortadan kaldırmak için uğraşacaktır. Önünde, arkasında, altında, üstünde nasıl isimler barındırırlarsa barındırsınlar, hangi yönetimle yönetilirlerse yönetilsinler, istisnasız bütün devletler, aslında Platon’un Devlet’idir. Bu devlette tiyatro misyonu her zaman biçilmiştir. Mevcut düzeni eleştirmeyecek, ahlak yasalarını yüceltecek vb. vb. Burada özellikle sosyalist yazını iddia ettiği “kapitalizmin araçlarının sosyalist bir mantıkla örgütlenmesi” gibi yanılgıları biraz açmakta fayda var gibi görünüyor. Anlaşılması gereken şudur: Hangi sistemde olursa olsun, devlet devlettir. Devlet doğası gereği zorbadır, insanı yok eder, her türlü bireysel – toplumsal gelişmenin önünde engeldir. Nitekim tarih hem kapitalizm açısından, hem de insanların umutlarını bağladığı ve yine yıkılışını izledikleri Sovyetler Birliği açısından bunu birçok kereler bize göstermiştir. Yirminci yüzyıl boyunca tanık olduğumuz tek şey; İnsanlığın binlerce yıllık düşlerinin gerçekleşmesi ve yine bu düşlerinin küle dönmesidir!

Bu tarihsel gerçeklik aynı zamanda tiyatronun gerçekliği olarak da görülebilir. Çünkü yıllarca sarayların, salonların, soyluların zevklerinin içine sıkışıp kalmış olan, kendi içinde barındırdığı türler ve biçimlerle de toplum gibi birbirinden ayrışmış bir tiyatro görürüz. Bunu da biraz dikkatli inceleyince görürüz. Yoksa tiyatro tarihi dedikleri şey, genellikle burjuva bireylerinin anlatıldığı, tipik bir ana akım tarihidir. Bu da genellikle hikayenin başladığı yerden, yani Antik Yunan’dan başlar. Başlangıç ve hikaye her birimiz için biraz sıkıcıdır. Çünkü bu gün yaşadığımızı gördüğümüz sorunları yine Antik Yunan’da ya da Roma’da da görürüz. Biz de nasıl salonlara gelmeyen, oyunları izlemeyen, devletin sanat politikalarını karşı sesini çıkarmayan, hatta en iyisinden ilgilenmeyen insanlarla, Roma’da Trenteus’un oyununu yarıda bırakıp, gladyatör dövüşüne giden insanlar kardeştir! Ruh ikizidir! İkisi de aynı karanlık dereden su içmiştir. Aynı karanlık zihniyetle büyütülmüşlerdir: Devlet!

O gün de bu gün de hayatımızın önündeki temel belirleyenlerden birisi olarak Devlet, aslında tam da karşı çıktığımız şeyi yapmakta, biz sesimizi çıkardıkça başımızı daha bir öne eğmektedir. İktidar onlardayken ya da “bizde” hiç fark etmez. Hep aynı şeyler gelir bizi bulur. Sovyetler Birliği’nde bile tiyatronun yalnızca devrime hizmet eden bir araç haline gelmesi, bir dönem Moskova Halk Tiyatrosu’nun bile kapatılmasının düşünülmesi bu düşünce birliğinin ürünü değilse nedir? Diğer taraftan tarih boyunca hep aynı şeylerle karşılaşmamız, hem bizim hem de dünya tiyatrosunun aynı dertlerle boğuşmasını ve aklı başında olan her insanın soracağı gibi “Abi biz neden hep aynı dertlerle boğuşuyoruz?”un cevabını bulmak isteyen devlete, neden bulamadığımızı merak edenler de içimizdeki iktidar sevdalılarına bakmalıdır.

Evet, devlet bütün sorunlarımızın başında gelir. Bu gün de tiyatronun başındaki en büyük bela devlettir. Her şeye burnunu sokması, her şeyi belirlemek istemesi, özel tiyatroları zaten eğlencelik yerler olarak görmesi belki bizi üzen şeylerdir ama tiyatro tarihi açısından yeni değildir. Bu tarihte pek çok kereler yaşanmıştır. İşin tuhafı bütün yaşanmışlığa tiyatromuzun hala devletle bağlarını koparamamış olmasıdır. Tiyatronun kendisini yapanlar, bununla yaşayanlar, çeşitli neden ve gerekçelerle hep devletle bir dirsek temasında olmuştur. Yani aslında günümüz koşullarında “gericilerin” tiyatroya saldırması, son devlet tiyatrosu programından da görüldüğü üzere, giderek onu kuşatmasına karşılık olarak bir şeyler yapmak cevap vermek, insandan, özgürlükten, aşktan ve sanattan yana olan şeyleri savunmak doğru, gerekli ve de zorunlu bir şeydir. Ancak bu savunuya “her ne olursa olsun…” deyip, özellikle bayatlamış “Doğu ve Güneydoğuya giden Devlet Tiyatrosu…”, “Sanat Kurumu…” gibi argümanlarla destek oluşturmak ve zaten hiçbir zaman rayında olmayan devlet tiyatrosunu desteklemesi üzerinden zemin hazırlamaya çalışmak ve bu desteği Kemalist- Orducu bir bakışa yaslamak, bütün bu cümleleri boşa düşürmektedir. Çünkü sırtını devlete yaslamış bir tiyatro, hiçbir zaman toplumla buluşamamış bir tiyatrodur. Nitekim bizim tiyatro hayatımızda da bu kopukluk her zaman hissedilmiştir. Çünkü tiyatro tarihini oluşturanlar, bizim tiyatroyu sevmemizi sağlayanlar, devletin verdiği arpayla yaşayanlar değil; onu bir anlatım, bir ifade ve halka ulaşma aracı olarak görenler olmuştur.

Burada kesip biraz durmak istiyoruz. Devlet ve Tiyatro olmazlığının genel arka planından sonra, önümüzdeki yazıda, Ülkemizde Devlet ve Tiyatro ilişkisi üzerinde duracak, aynı başlık altından devam edeceğiz. Soru ve görüşlerinizi okumaktan zevk duyarım.

Mail: taylanalicabbar@gmail.com

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ali Cabbar

Yanıtla