Üstün Akmen
Geçtiğimiz bayram günlerinde İstanbul dışındaydım.
Bayramın ilk günü öğle saatlerinde, bir grup dostla deniz kıyısında dostum İsmet Çolak’ın anısını yaşatan ardıç ağacının altında toplanıp, günün gülümsemeye bile olanak tanımayan gündem maddelerinden soyutlanmaya çabalarken, aklıma “Değişmeyen tek şey değişmedeki değişmezliktir” özdeyişi takılmaz mı?
Takıldı!
Takıldı ve bu söz, inanın o günümü ve devrisi günlerimi heder etti.
Düşündüm.
Düşündüm ve hiçbir şeyin aynı kalmadığını ve her şeyin korkutucu bir biçimde değiştiği bir zaman diliminde yaşadığımın bir kez daha ayırtına vardım.
Tam da: “Nerdeee o eski bayramlar” teranesine sığınacak ve sızlanacakken, “Değişmeyen tek şey değişmedeki değişmezliktir” tümcesinde asılı kaldım.
Öyle ya!
Doğal olarak “o eski bayramlar” da yerinde saymayacaktı.
O halde?
O halde, bu bayram, o eski bayramlara özlem duymama kararına vardım.
Karara vardım varmasına da, tam o sırada benim yaşımda geçmişe özlem duymamanın, anımsamamanın olanaksızlığıyla şırak diye yüz yüze kaldım.
Şekerci Alptekin
Dolayısıyla, her dinsel bayramda olduğu gibi gene ilk olarak Gündüz’ü anımsadım. Altmış yıl öncesinin Kör Bakkal Sokağı’nda, Kör Bakkal Hakkı’nın dükkanının karşısındaki eski çeşmenin önünde “Hamlet” oynayan bir Kör Bakkal Sokağı çocuğuydu Gündüz.
Yadsıyamam, fırıldak yapmayı bana o öğretmişti. Fırıldakları bayramlarda üretir, Kör Bakkal Sokağı’ndaki fırıldak üretemeyen ya da üretmeyen başka çocuklara satardık.
Sonrasında kazanılan parayı üleşir, Toptaşı’ya giderdik.
Toptaşı, Karacaahmet Mezarlığının kuzey kesimiyle Zeynepkamil Hastanesi’nin bulunduğu tepeden, Üsküdar’ın merkezine inen yamaçtaki semttir, belki bilirsiniz.
Toptaşı’da önce askeri hastane, sonra “bimarhane”, andığım dönemdeyse tütün bakım atölyesi olarak kullanılan, şimdiki meslek lisesi önünde bayram yeri kurulurdu. Daha bayram gelmeden “Şekerci Alptekin”den alınmış akide şekerlerini ceplerimize doldurur, Toptaşı’ya koşardık.
İnsan gücüyle çalışan dönme dolap, atlıkarınca, salıncak…
Zamanın acımasızlığı içinde ömürlerini tüketmiş olan macuncu, elma şekerci, baloncu, pamuk helvacı, kağıt helvacı…
Ve de şipşak fotoğrafçı.
Büyükannem, yedi adet deniz hayvanı kullanılarak oynanan “peçiç” oyununun başına komşu Seher Hanım ile oturmuş olurdu.
Televizyon Öncesi Günler
Kestirmeden söyleyeceğim şu ki televizyon öncesi günlerdi o günler.
Bugün; doğduğumda penisilinin bile bulunmamış olduğunu; Polio aşısının, donmuş yiyeceklerin, fotokopi makinesinin, faksın, videonun, plastik denen maddelerin ve “kontakt lens”in ne benim, ne de benim yaşımda olanların yaşantılarına çoook sonraları girmiş olduğunu anlattığımda şaşırıp kalıyor şimdiki gençler.
“Radardan önce doğmuştuk” diyorum, inanmıyorlar.
Kredi kartından, parçalanmış atomdan, lazer ışınından ve tükenmez kalemden bile önce doğmuştu benim kuşağım.
Bulaşık makinesinden, kuru temizlemeden, elektrikli battaniye, “air condition” ve aya insan ayağı değmesinden de önce doğmuştuk.
Anlamlı İlişki
Benim kuşağımın evlenip, sonra birlikte yaşayan son kuşak olduğunu anlatmakta bugün öyle zorlanıyorum ki, anlatamam size.
“O zamanlar kaplumbağalara Volkswagen denmezdi,” dediğimde, kimse bir şey anlamıyor.
“’Jean’ giymezdik biz, ‘anlamlı bir ilişki’ denilen şey, akrabalarla bir arada olmak anlamına gelirdi” diye söylendiğimde yalan söylediğimi sanıyorlar.
Eşcinsel haklarından da, bilgisayar programlarından da, İnternet evliliğinden de önce dünyaya gelmişiz, ne yapabilirim ki?
Hiç “FM Radyo” dinlemeden büyüdük. Kaset teypleri de, “Compact Disc”i de çok geç tanıdık. Elektrikli daktilo kullanmadık; yapay kalp nedir bilmedik.
Erkeğin küpe taktığını ise, korsan filmleri dışında hiç mi hiç görmedik.
Bizim için zamanı bölmek, birlikte vakit geçirmek demekti, hoşluğunu bilemedik.
Sızlanmak Yok
Günümüz gençliği, 1940’larda “Made in Japan” damgasının külüstür mal anlamında kullanıldığını; Pizza, Mc Donald’s ve Nescafé’nin ne anlama geldiğini kimsenin bilmediğini; “kuruş” diye bir para biriminin olduğunu, kendi ülkemde o dönemlerde beş kuruşa bir şeyler alabildiğimize inanmıyor.
“Cinsiyet farklılığının keşfinden önce değildik kuşkusuz, ama cinsiyet değiştirme modasından önceydik,” dediğimde gülüyorlar.
Elimizde ne varsa, onunla mutlu olmaya çalıştığımızı örnekliyorum, “Bizler, çocuk yapmak için evlenmek gerektiğine inanırdık,” diyorum, bana bir tuhaf bakıyorlar.
Bütün bu anılar ışığında, bu bayram: “Nerdeee o eski bayramlar” diye sızlanmadım.
Bayram kavramını; yitirdiğimiz, içi boşaltılmış değerlerimizden sadece biri olarak değerlendirdim.
İlk gün dudağıma bir de Yeni Türkü’nün türküsünü iliştirdim, gün boyu “Yenik düşüyor her şey zamana / Biz büyüdük ve kirlendi bu dünya” diye mırıldandım.
Dikta rejimiyle yönetilen, sömürülen, halkların kardeşliğinin sağlanamadığı bir ülkede bayram maryam kutlanmamalıydı.
Zaten ben de kutlamadım.