Gülden Ateş
Pal Sokağı Çocukları oyunu üzerinden şiddet, iktidar, güç ilişkilerini deşifre etmek amacıyla yola çıkmadı bu yazı. Ancak ayağı “erkeklik” kavramının içeriğine takılınca rotayı o yöne çevirdi. Sonuç biraz düşündürücüydü. Sürece bakalım önce, sonuca varırız ne de olsa.
Bir huzursuzluk, çalkalanma döneminin romanı Pal Sokağı Çocukları…1900’lerin başlarında yayımlanan, sanayileşme devrinin, Fransız devrimi sonrası yaygınlaşan milliyetçilik, vatanseverlik gibi kavramların izlerini taşıyan kitap,kendilerini Pal Sokağı Çocukları olarak adlandıran bir grup erkek çocuğunun, oynayacak oyun alanları kalmayan, Kızıl Gömlekliler olarak bilinen Füveszkert’lere karşı Arsa’ları için mücadele etmelerini konu ediyor.Savaşın sonunda Pal Sokağı Çocukları zafere ulaşsalar da , Arsa’larında inşaatın başlamasıyla çocuklar alanlarından ediliyor.
Oyun alanı/ savaş alanı, oyun arkadaşı/ silah arkadaşı, arkadaş topluluğu/ askeri birlik, grup liderliği/ generallik gibi ikili anlamlarda, eril bir dilin aracılığıyla kullanılan kavramlar, büyüklerin dünyasına öykünmeye çalışan çocuklar üzerinden “erkeklik” imgesinin altını doldurarak güncelleştiriyor. Oyun alanının vatan olarak simgeleştirilip, gözüpek erkek olmanın yürekli asker olmakla özdeşleştirilmesi; her türlü duygusallığın, çocuksuluğun, korkaklığın dışlanıp alaya alınması; iktidarın otoriterleşme sürecinin normalleştirilip ,iktidara eklemlenme çabalarının olumlanması ve bu çabaların sonuçlarının önemsizleştirilmesi, (yetişkin) okurun yapıta dikkatli bakmasına sebep oluyor.
Özellikle Pal Sokağı Çocukları’ndan Boka (başkan) , Nemecsek (er), Gereb (teğmen) ve Kızıl Gömlekliler’den Feri Ats (başkan) ile Pasztor kardeşler üzerinden iktidar, güç,şiddet ve erkeklik kavramlarının nasıl işlediğini görmek mümkün.Kitap iki farklı mekan tasviri yapıyor.Oyun alanı ile okul,aile arasındaki diğer rütin alan. Pal Sokağı Çocukları’nın Arsa’sı ve Kızıl Gömlekliler’in Füzeskert Parkı çocukların serbestçe oyun oynadıkları mekanlarken, aynı zamanda askeri bir hiyerarşik yapılanma içersinde erkekçe davranışın gereklerini yerine getirmeyi öğrendikleri “er meydanı” olarak işlev görüyor. Eleştirel bakışla değerlendirildiğinde, iktidarın örgütlenme biçimini, kendini meşru kılma yöntemlerini ve şiddetin normalleşme süreçlerini yapıt üzerinden okumak mümkün. Yazar, iktidar ve güç ilişkisini eleştirmiyor, aksine karakterler üzerinden duygudaşlık kurmayı sağlayarak zeminini güçlendiriyor. Mesela Namecsek karakteri; zayıf, çelimsiz, duygusal, çocuksu yönleriyle hem birliğin “ezilen” kişisi olarak, hem de iktidar olanın gücünü ispatlamasında dişil olanın “zayıflığına” ihtiyaç duymasının ispatı olarak okunabilir. Baskın olan görüşe uyumlanmak, “erkek” olduğunu ispatlamak için Namecsek; daha atılgan, daha cesur davranmaya,iktidarın beklentilerine, taleplerine uygun davranmaya çabalayacak ve çabası ölümle sonuçlanacaktır.
Otoritenin kontrol altına alma yöntemleri ise Boka’nın liderliğinde, gücünde, şiddeti ve erkekliğinde yankısını buluyor. Boka’nın gücü, stratejik olarak şiddet yöntemlerini başarıyla kullanabilme becerisinden geliyor. Namecsek grubun ” kurbanı” olarak terfisini ağlayarak istediğinde, Boka önce onu herkesin önünde sert biçimde gruptan atmakla tehdit edip küçümseyecek, ardından sevecenlikle yaklaşıp itaat etmeye devam ederse ilerde terfi ettirebileceği vaadinde bulunup, aynı sevecenlikle emir vermeye devam edecektir.
Böylece şiddetin kullanılma yöntemlerinden biriyle tanışmış oluyoruz. “Ezen” önce aşağılayıp küçümseyerek,sonra da yakınlık göstererek “kurbanda “duygusal-düşünsel karmaşa yaratıyor.Kurbanın otoriteye kendini adama duygusunu arttırarak kurbanın bağımlılığını güçlendiriyor ve bu yolla onun üzerinde kontrol sağlıyor.Bu arada da yaptığı işkencenin acısı da yükseliyor.. Boka (iktidar) bu tarz görünmeyen işkence yöntemleriyle güç uyguladığı grubun diğer üyelerine de erkek olmayı öğretirken, kendilerini değiştirme arzularını kamçılıyor, bir diğer anlamda kendilerini zayıf görmelerini sağlıyor. Ancak tüm bu süreç içersinde sevecenliğini de elden bırakmıyor.Sevgi ve şiddet arasındaki sınırın ortadan kalkmasıyla şiddetin deneyimlenmesi ve uygulanması normalleşiyor,içselleşiyor.
Yazar Ferenc Molnar’ın Kızıl Gömlekliler’in saldırganlığını Ruslara benzetmekten çekinmemesi ve kapalı olarak anti-komünist propaganda yapması kitaba ideolojik bir boyut daha katarak okuyanı yönlendirmeye yönelik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Arsa, fethedilecek ya da koruma altına alınacak bir alan olmasıyla, erkeğin şiddetini normalleştirebileceği, gücünü ispatlayabileceği, iktidarını koşturabileceği bir zemin olarak sunuluyor. Diğer taraftan paylaşım, uzlaşı, empati bu erkek dünyasının dili ve işleyişinde yeterli yeri bulamıyor. Dostluk, samimiyet, sevgi, güven gibi evrensel kavramlar çatışmacı dilin gölgesinde kalarak hakim düşünceyi destekleyici kavramlar olarak yer buluyor. Fethin, zaferin, çatışmanın empoze edildiği kitap, bu sebeplerle eleştirel okunmayı zorunlu kılıyor.
Tiyatro metni olarak uyarlanınca neler oluyor, bir de ona bakalım:
İki grup arasındaki çatışma sınıfsal bir temele oturtuluyor. Oyun alanlarına sahip çıkmak,onu zengin ve besili çocuklara bırakmamak için, dostluğun ve birlikteliğin gücünden destek alan Pal Sokağı Çocukları’na bu katkı oyuna yeni bir boyut katıyor.Arsa’nın tatbikat alanı olarak ön planda tutulması,askeri hiyerarşi,lidere sınırsız itaate dayalı yapı,zayıf olanı ezme yine eril bir dil üzerinden yankısını buluyor.Empati,uzlaşma,diyalog burada da maalesef silik kalıyor. Olumlu diğer bir katkı olarak Kızıl Gömlekliler, Kırmızı Gömlekliler olarak değiştirilerek ideolojik katmanlardan biri geri planda tutuluyor.
Peki ya sahneleme?
Metnin ruhuna sadık kalınarak tasarlanan kostümler üzerinden sınıfsal çatışmanın altı çizilip belirginleştirilmiş. Mekan yaratımında dekor parçalarının yer değişimi ve farklı yüzeylerinin kullanımıyla işlevsel bir tasarım elde edilmiş. Oyuncuların performanslarının başarılı olduğunu da ayrıca belirtelim. Dans ve şarkılardan beslenen oyun dinamik bir yapıda ilerliyor.
Ancak Pal Sokağı Çocukları’nın masum askercilik oyunundan hareketle tehlikeli sularda yüzmesi, ona mesafeli bir yaklaşımı da doğuruyor. Bu noktada sahnelemede şiddetin estetize edilerek kullanımı, her iki metine hakim olan dili ve yöntemi bir anlamda meşru kılıyor. Ve ister istemez bazı sorular kafamızı kurcalamaya başlıyor:
Estetize edilmiş şiddetin doruk noktası olan savaş sahnesinde, şiddetten haz duymayı sağlamak bir başarı mıdır? Uçan tekmeler, yumruklar havada uçuşurken insanın aklına neler gelmiyor ki! Sahneleme, otuz yılı aşkın bir süredir savaş gören ülkemiz topraklarındaki çocuk mağdurlara “masum askercilik oyunu”yla neyi vermeyi amaçlıyor? Nemecsek’in kadın oyuncu tarafından canlandırılması (İpek Atagün Gezener’in oyunculuk başarısını bir tarafta tutarsak), kadının iktidara (erkeğe) tabi olarak ölmeye yazgılı olacağının mı altını çiziyor?
Sorular burada bitmiyor.
Boka’ya karşı başkanlık seçimlerinde Gereb’in de iki oy alması grup içersinde karmaşaya, huzursuzluğa neden oluyor. Çocuklar bu iki oyun kimin vermiş olabileceği konusunda birbirini suçluyor. Peki nerede kaldı demokratik seçim? Nerede kaldı azınlığın tercihi? Boka’nın temsil ettiği şu çoğunluk neden tepelere çıkartılıyor da Gereb’in temsiliyetindeki azınlık hasıraltı ediliyor? Demokratik seçimlerin aslında göstermelik olduğu ve azınlıkta kalanın seçilme, seçme hakkının olamayacağı mı empoze ediliyor?
Sonuç olarak meşru müdafa hakkı üzerinden temellenen kitap, uyarlanan metin ve sahneleme; kullanılan dil, sunulan bakış açısı ve yöntemleriyle kaygan bir zemin yaratıyor. Sergilenen usta oyunculuklar, sahne üzerindeki coşkunun salona yayılması, dekordaki işlevli tasarıma rağmen tüm yukarda bahsettiğim göndermelere ek olarak şiddetin normalleştirilmesine katkı sunmaktan geri durmaması, şiddeti estetik bir haz aracı olarak kullanması verilen emeğin amacına gölge düşürüyor.