Taksim Gezi Parkı onlarca siyasi parti ve çevrenin yığıldığı bir alan haline gelmiş durumda. Oradan ortak bir temsilci yapısı çıktı mı, çıkarılabilir mi belirsiz. Temsili Taksim Dayanışma Platformu üstlenmiş gibi görünüyor. Fakat bu gerçek bir temsil mi, yoksa mecburen bir boşluğu mu dolduruyo
r tartışmalı. Gezi Parkı direnişçilerinin özyönetim tecrübesi arttıkça çözülebilecek bir sorun.
Bu sırada, vahim hatalarından ders çıkarmış hükümet eylemcilere hafta sonuna kadar süre tanıdıktan sonra, planlı bir medya propagandası eşliğinde Taksim’e polis güçlerini sokuyor ve Gezi Parkı’nı kuşatma altına alıyor. 31 Mayıs’ta olduğu gibi kitlesel bir halk tepkisiyle karşı karşıya kalmayacakları hesabını yapıyorlar. Yanıldıkları söylenemez.
Taksim Dayanışma Platformu herkesi Taksim’e çağırıyor. Fakat bu defa kuşatılan polis olamıyor. Toplanan kalabalık dağıtılıyor ve Gezi Parkı dışında kalan bölge polis kontrolüne geçiyor. Eylemciler kontrolü ele geçirmek istediklerinde, yeniden polis müdahalesi yaşanıyor. Valilik kararlı: Taksim’i ele geçirecek ve ne yapıp edip iş makinalarını oraya sokacak; barikatları kaldıracak ve yollar trafiğe açılacak.
Bu tablo direnişin ihtiyaç duyulan örgütsel karar alma mekanizmalarını üretemediğini ve bu nedenle taktik bir belirsizliğe sürüklendiğini gösteriyor. Oysa yapılması gereken belliydi: Hafta sonu kutlamalarından sonra, direniş alanının Gezi Parkı ile sınırlanması ve kurtarılmış bir bölge olarak Taksim ısrarından vazgeçilmesi.
Böyle bir karar çıkmıyor, uygulanamıyor. Çünkü Taksim Gezi Parkı’na yerleşen siyasi gurup ve çevrelerin bir araya gelip makul bir direniş çizgisi belirleme imkânı yok. Temsil etme iddiası başka, gerçek bir temsil yeteneğine kavuşmak başka.
Herkes Başbakan’a yüklene dursun, Gezi Parkı Taksim meydanına giren polis tarafından kuşatıldığında, liberal çevrelerin yükselen yıldızı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül alkol düzenleme yasasını onaylayıverdi. Böylece Duman gurubunun direnişçilere adanmış “Eyvallah” parçasına da esin veren “Şerefine …” itaatsizliğinin yanıtı resmen verilmiş oldu. Yani hükümet ve parti olarak AKP, tepeden tırnağa fena bastırmaya başladı. Kısmen ülke çapına yayılan olayları bastırdıktan sonra zaferini kitle mitingleri ile taçlandırmak, seçim sürecine bu şekilde girmek istiyorlar.
Benim tahminim (ve umudum) Gezi Parkı direnişinin kolay kırılamayacağı ve aylara yayılacağı yönünde. Çok sağlam insani dayanakları var. Direnişçiler birilerine özel bir alanı işgal etmiş değiller. Halka açık bir park alanında konaklıyorlar.Bunu hükümet de itiraf ediyor. Fakat bir yolunu bulup bir an önce bu direnişi sona erdirmek istediğini saklamıyor. “Marjinal gurupların” Gezi Parkı’nı çatışma alanı olarak kabul etmesi için dua ediyorlar. Buna karşılık kelimenin gerçek anlamında örgütlü bir yeşil direniş inisiyatifinin meydana gelmesi ve kendisini muhatap haline getirebilmesi gerekiyor. Aksi takdirde alt kültür bölgesinde bin bir çeşit siyasi manipülasyonla karşı karşıya kalması ve sonunda pes etmesi kaçınılmazdır.
Barışçı sivil itaatsizliğe dayalı eylem tarzının Gezi Parkı’nı dolduran siyasi parti ve çevrelerin alışkın olmadığını, tepkisel protestoyu aşan niteliğini anlamakta zorlandığını biliyoruz. Olsalar, Taksim meydanının tamamını kontrol etmek gibi hayali bir hedefe kilitlenmezlerdi. Şeklen değil de, gerçekten çevreci öncülleri içselleştirmeye çalışırlardı.Sivil itaatsizlik eylemlerinden doğan sol hareketin örgütsel bileşenleri 1 Mayıs’ın rövanşını alacağız diyerekten yine tarihi tekerrür ettirdi. Oysa rövanş çoktan ve örgüt markalarına çok fazla ihtiyaç duyulmadan zaten alınmıştı. İşin suyunu çıkarmaya gerek yoktu. Yoksa Beyoğlu-Taksim Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilanına sebep olabilecek bir devrimci durum vardı da biz mi anlayamadık?
Bu durumdan “marjinal guruplar” sorumludur demenin bir anlamı yok. Çünkü aynı “marjinal guruplar” sivil itaatsizlik eylemlerinin de kahramanları haline gelebiliyorlar. Sempati yaratmaları için mutlaka üzerlerinde şu ya da bu futbol takımının forması olması gerekmiyor. Asıl sorun şu kadar siyasi parti, sendika ve çevreyi yöneten, bazıları on yıllara yayılan deneyime sahip, bin bir badire atlatmış insanların basiretsizliği, değişmeme ve değişime karşı direnci.
Taksim Dayanışma Platformu’nun halkı yardıma çağırması umutsuz bir çığlıktı. Ne kitle sendikası yöneticileri ne de fırsatçı ve savaş provokatörü CHP yönetimi kitle seferberliği ilan ederek yardıma koştu. Eylemlerin merkezinin Gezi Parkı dışına kaymasını düzenli olarak teşvik eden CHP yöneticilerinin İstanbul ve diğer illerde meydan gelen siyasi kargaşadan rant elde etmenin ötesinde bir kaygısı olmadı. Olmayacak darbeye amin demenin ötesinde bir siyasi duruşları olmadı.
Politika aynı zamanda hızlı analiz ve öngörüyle hareket etme sanatı. Bu sanatı icra etme becerisinden yoksun ve popülizme gömülmüş bir yüksek siyaset cephesiyle mevcut hükümet çok kolay başa çıkar. Basiretsizlik ve fırsatçılık aradan çekilse ve yeşil direnişi kendi haline bıraksalar daha hayırlı olacak, ama tüketici ve fırsatçı muhalefet de realitenin bir parçası. Yine de avunmak mümkün: En azından içerden güçlü bir provokasyon yaşanmış değil. “Mustafa Kemal’in askerleri” çevreye rahatsızlık verme dışında çok ileri gidebilmiş değil. Üstelik Gezi Parkı direnişi çerçevesinde, öznel muhataplık evrenleri tamamen geçerliliğini yitirmiş durumda.
Sonuçta Büyük Şehir Belediye Başkanı Topbaş’ın başından beri seçenekler arasında saydığı “Gezi Parkı için referandum önerisi” resmen hükümetin tezi haline geldi. Karşısında durulması zor bir tez; artık muhalefet hükümeti değil, hükümet muhalefeti köşeye sıkıştırıyor. Meydana gelen direniş muhalefetinin evrimi içinde, geleneksel muhalefet edememe devreye girmeye başladığı oranda işler yolunda gitmiyor.
Sol muhalefet kendini yenileme konusunda başarısız oldu ve olmaya devam ediyor. Ne çevreci duyarlılığın yayılmasını sağladı ne de AKP hükümetinin Türk-İslam sentezi anlayışının türevi, rahatlıkla somut muhalefet etme biçimleri alabilecek güncel uygulamaları (alkol düzenleme yasası ve “Yavuz Sultan Selim Köprüsü”) karşısında harekete geçebildi. Her ne kadar CHP’nin barış karşıtı söylemleri toplumsal bir karşılık bulamamış olsa da, barış ve demokrasi vurguları henüz iç içe geçmiş değil.
Bununla birlikte kazanımları küçümsememek gerekiyor. AKP hükümetinin çoğunluk diktasına dayalı Türk-İslam faşizmi siyaseti iflas etti. 31 Mayıs sivil itaatsizlik eylemlerinin meşruiyeti resmen kabul edildi. Toplum içinde temsili demokrasi ile katılımcı demokrasi arasında yapıcı bir ilişkinin kurulması tezi güç kazandı.
Genç kuşaktan çok sayıda insan politik bir direniş deneyiminin öznesi haline gelmesi ve politik özgüvenin apolitik duruşa galebe çalması çok önemli gelişmeler. Sosyal ahlâk bakımından bireyci yüceltme bireysel özgürlük arayışları karşısında paralize oldu, hatta “Kim bu anlayamadığımız yepyeni ve sevimli kuşaklar?” diyerek gençlik popülizmine yatırım yapan ve “içerden” tavır alanlar bile oldu. Gençler arasında çevreci duyarlılık güçlü bir siyasi değişken haline geldi ve anti-kapitalist siyaset ile arasındaki mesafenin aslında sıfır olduğu anlaşıldı.
Şu anda Gezi Parkı direnişçileri onlarca siyasi parti ve çevrenin işin içinde olduğu bir özyönetim deneyimi yaşıyor. Bu özyönetim deneyiminin gelişmesi ve alt kültür çerçevesine sıkışmaması için, katılımcı siyasetin damgasını vurduğu ve AKP seçmen tabanına da ulaşmayı hedefleyen bir siyaset tarzını benimseyebilmek gerekiyor. Hükümetin de belediyenin de muhatabı Gezi Parkı direnişçileri ve bizzat bu özyönetim deneyiminin ortaya çıkaracağı temsili yapılar olmalıdır.
Bu harekete destek veren siyasi parti ve çevreler, gerçekten ülke genelinde her yerin Gezi Parkı olmasını istiyorlarsa, bunun yollarını araştırsın ve ihtiyaç duydukları kökten değişimi kendilerine itiraf etmeye, gereklerini yerine getirmeye başlasınlar.