[Radikal’de yayınlanan, Almanya Dışişleri Bakanlığı himayesindeki Tarabya Kültür Akademisi’nin misafiri olarak İstanbul’da bulunan çok satan romancı ve Almanya’nın başarılı tiyatro yazarlarından Moritz Rinke’nin Gezi direnişi hakkında yazdıklarını paylaşıyoruz.] Kılıfı çoktan Gezi Parkı’nda yırtılmış damatlığımla yüzüme kapatmak zorunda kalıyorum…
31 Mayıs Cuma, akşam saatleri: Taksim Meydanı’nın yanıbaşındaki İstiklal Caddesi’nden bir takım elbise aldım kendime, kendi düğünüm için bir damatlık.
Elimde kılıfı içindeki damatlığımla insanların ağaçların kesilmesini protesto etmek maksadıyla toplandıkları Taksim Meydanı’nın hemen yanındaki Gezi Parkı içinden geçiyorum. Oyuncu arkadaşım Serkan, bana bu parkın İstanbul’un kent merkezinde son kalan parkı olduğunu ve hükümetin buraya devasa bir alışveriş merkezi inşa etmeyi planladığını anlatıyor. İstanbul’un 86. AVM’si, bu kez bir Osmanlı Kışlası suretinde.
Serkan telefonda. Güya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tweet atarak, azınlıklar ve anarşistler protesto etsin etmesin bu AVM’nin her şekilde yapılacağını söylemiş.
Kalabalık gittikçe artıyor. Her yerden geliyorlar: Sanatçı mahallesi Cihangir’den, şehrin son dönemde pahalı mahallerinden biri haline gelmiş Beşiktaş’tan; muhafazakar Fatih’den, karşıda Asya yakasında yer alan Kadiköy’den geliyorlar.
Kırmızı alın bantları takmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resmedildiği bayrakları sallayan insanlar. Beşiktaş taraftarlarının hayran olduğu St.-Pauli formalı solcu aktivistler. Başörtülü kadınlar, küçük çocuklarıyla gelmiş kadınlar. Çimlerin üzerinde pankart hazırlayan ve çadır kuran çocuklar ve gençler. Bir ağacın altında adamın biri Cumhuriyet Halk Partisi destekçilerine konuşma yapıyor, hemen yanıbaşında komünistler duruyor, arka planda ise Intercontinental, Hyatt ve Hilton otelleri uzanıyor.
Serkan şimdiden parkta üç eski sevgilisiyle karşılaştığını ve böylesi bir çeşitliliği bugüne kadar İstanbul’da görmediğini söylüyor. Üniversite öğrencileri, memurlar, ev hanımları, akademisyenler, işadamları, doktorlar, futbol takımları, emekliler, balıkçılar, transseksüeller, eşcinseller, Aleviler, Kemalistler, Sünniler ve Kürtler hep birlikte yan yana duruyorlar.
Serkan’a bugüne değin kaç tane sevgilisinin olduğunu ve bunun üzerinden acaba Başbakan’ın burada toplanmış kalabalığın azınlık olduğuna dair iddiasının haklı olup olmama ihtimalini sorguluyorum. Bir anda kalabalığın arasından bir çığlık yükseliyor. Türkiye’de çok tanınmış bir kadın dizi oyuncusu, peşinde histerik kameraman ordusuyla Gezi Parkı’ndan geçiyor.
Parktan çıkmaya çalışırken ara sıra damatlığımın askısı protestoculara takılıyor. Özür dileyip yoluma yeniden devam ediyorum.
Cumhuriyetin en büyük meydanı olan Taksim Meydanı’nda en az 100 bin kişi var. Ankara, Antalya, Dersim ve Adana gibi diğer şehirlerde de insanların sokağa çıktığı haberlerini alıyorum. Mesele artık sadece Gezi-Parkı’ndaki ağaçlar meselesi olmaktan çıktı.
İki saat sonra: Polis Gezi-Parkı’na giriyor, çadırları yakıp yine biber gazı sıkıyor. Muhafazakar İslamcı iktidar partisi AKP milletvekili Şirin Ünal tweet atıyor: “Sanırım bazı insanların gaza ihtiyacı var.” İnsanlar parktan Taksim Meydanı’na doğru kaçışıyor. Oradaysa polis TOMA’larla pusu kurmuş insanları bekliyor. Kılıfı çoktan Gezi Parkı’nda yırtılmış olan damatlığımla suratımı kapatmak zorunda kalıyorum.
Serkan ortalıklarda yok. Çok sayıda yaralı var. Taksim’deki tüm güvenlik kameraları kapatılmış. Kırmızı elbiseli bir kadın görüyorum, omuzunda çantasıyla polislerin önünde tek başına duruyor ve gaz tabancasıyla doğrudan suratına gaz sıkılıyor.
Birkaç gün önce Berlin’e dönmek zorunda kalan Türkiye kökenli sevgilim Kreuzberg’de bilgisayar başında Facebook üzerinden Taksim Meydanı’ndaki arkadaşlarını koordine ediyor: “İstiklal Caddesi’nin girişindeki Porta Pera-Cafe’nin önünde bekle! İsmail, Yavuz, Tan, Bihter, Selda ve Hilal de oraya gelecekler, orada organize olun!”
“Tamam, bekliyorum” diye geri yazıyorum. Cafe’de sürekli reklam veren bir televizyon kanalı açık. Garsondan haberleri açmasını rica ediyorum, olur ya kanallardan birisi kapının önünde neler olup bittiğine dair haber yapıyordur. Garson CNN Türk’ü açıyor, ekranda kebabın Amerika’da nasıl popüler hale geldiği üzerine bir belgesel yayınlanıyor.
“Yavuz, gelirken yanında gazmaskesi getir! Olduğun yerde kal! Eylem! Devrim! Direnistanbul!”, Kreuzberg’den gelen bir sonraki mesaj bu.
“Bana buradan bir çıkış yolu olup olmadığını yazman şu an işime daha çok yarayacak sanırım” diye cevap veriyorum. “Damatlığım yanımda, buradan bir şekilde çıkabilirsem çok iyi olacak.”
“Metro ve caddeler kapatılmış, vapurlar çalışmıyor! Köprü’nün resimlerini gördün mü?”
“Hayır.”
“Benimle evlenmek istiyorsan sen de devrime katılmak zorundasın!” Ne cümle ama…
1 Haziran Cumartesi, sabah saatleri:
Köprüden görüntüler! Gece şehrin Asya yakasından kalabalıklar yürüyerek Bogaziçi Köprüsü’nden Taksim Meydanı’na geldiler. İnternette buna dair Facebook resimlerini görüyorum. Köprünün üzeri insan dolu. Şafak vakti, denizin üstünden Taksim’e doğru yürümekte olan binlerce insan! Ayağa kalkış bu olsa gerek!
Kız arkadaşım sürekli yeni resimler gönderiyor: Taksim Meydanı’na otobüslerini sürerek, ateş eden polislerle protestocuların arasına barikat yapan otobüs şoförleri. Polis tomasını ele geçirmeyi başarmış olan Beşiktaş Çarşı taraftar grubu. Gezi Parkı’nda ateş almış sarı ve portakal renginde buldozerler. Yaralılar için yer açan Beyoğlu’ndaki genelevlerin resimleri.
Sabah: Erdoğan’ı televizyonda konuşurken görüyorum. Vücut dili gergin. “Taksim” dediğinde ya elini yumruk yapıyor ya da küçümseyici mimiklerle gülümsüyor. Beden dili her şeyi ifşa eder. Yer yer ‘demokrasi’ diye vurguluyor Erdoğan, ama beden dilinden anlaşılıyor ki, demokrasi onun için sadece bir kavram olmaktan öteye geçmediği gibi; şayet onu kimse durdurmazsa, ulaşmak istediği yere varabilmek adına kullandığı tren.
Türkiyeli yazarlara karşı üç kez futbol oynadım ve her seferinde aralarından bazıları hapiste olduğu için, karşıma başka bir takım kadrosuyla çıktılar. Genelde hep gururlu ve yaşam sevinci ile dolu Türkiyelilerin birçoğunun baskılar karşısında sessiz kalması ise onları çaresizliğe sevkediyordu.
Bir de şimdi olanlara bak.
İnternette inanılmaz bir fotoğraf yüzbinlerce defa paylaşılıyor: Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş taraftarları, kol kola, omuz omuza. Birbirlerine ölünceye dek düşman kalacak taraftar grupları bile böyle birleşebiliyorlarsa, gerçekten bir şeyler olmuş olmalı.
Öğleden sonra: Erdoğan konuşmasının yanlış anlaşıldığını ifade ediyor. Gezi Parkı’na belki de Osmanlı kışlası stilinde bir AVM yapılmayabilirmiş.
Sevgilim Antalya’da yaşayan anne ve babasının İstanbul’da ve ülkenin diğer şehirlerinde olan bitenden haberi olmadığını anlatıyor. Babası olayları takip edebilmek için kendisine bir bilgisayar almak üzere evden çıkmış.
2 Haziran Pazar, gece saatleri: Protestocular Beşiktaş’ta kurulan barikatı aşıp Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’ne doğru ilerlemeye çalışıyorlar. İstanbul dışında bir şarap bağı işleten arkadaşım Yavuz’la beraberim. Bir süre sonra dar ara sokaklardan ilerleyemez hale geliyoruz. Polis TOMA’lar sayesinde her yeri kuşatarak insanları çember içine almış. “Bu Çarşı grubunun polis TOMA’sını ele geçirmesinin intikamı” diyor Yavuz. Biber gazı bombalarının kör ettiği insanlar, çığlık çığlığa ara sokaklara kaçışıyor. Her yer boş gaz kapsülleri, ölü köpek ve kedilerle dolu. Kimisi çok ağır yaralanmalardan bahsediliyor, Amerikalıların Vietnam savaşında kullandığı portakal gazı bile kullanılmış şeklinde söylentiler dolaşıyor.
Sevgilimin kuzeni ve aynı zamanda Beşiktaş Kulubü takım doktoru olan İsmail, limon şişeleri, göz yanmasına iyi gelen süt ve mide krampları için ilaç temin etmeye çalışıyor. İnternet üzerinden, insanların açık yaralarına ve yanıklarına acil müdahele edebilmeleri için evlerini açan doktor arkadaşlarını koordine ediyor.
Yavuz ile lokantalarla dolu bir sokaktan İsmail’e ulaşmaya çalışırken, aniden bir lokantadan dört tane takım elbiseli ve altın kolyeli adam çıkıyor ve havaya ateş ederek bize yolu açıyorlar. “Mafya bile artık yardım ediyor” diye bağırıyor Yavuz.
İsmail’de televizyonu açıyorum. CNN Türk’de bir penguen belgeseli gösteriliyor…
Pazar, sabah saatleri:
Erdoğan yine tweet atıyor: “Muhalefetin 100 bin kişi topladığı yerde biz 1 milyon kişi toplarız ama bizim böyle bir derdimiz yok.” Adeta şu ana kadar istediği her şeyi yapmasına izin verilmiş şımarık, ortalığı dağıtan ve sürekli tweet atan koca bir çocuk gibi.
Tekrar Taksim Meydanı’na geliyorum. Erdoğan’ın demeçlerinin üzerinden iki saat geçmeden, yine 100 bin kişi toplanmış! Ve duyumlara göre, hükümet Ankara’dan takviye ‘emniyet güçleri’ sevk etmiş.
İnsanlar Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı temizlemeye başlıyor. Hayatımda böyle bir şey görmedim. Temizlik yapan ve kırılmış kaldırım taşlarını yerine koyan protestocular. Arada sürekli yeniden yükselen alkışlar. İnsanlar ‘Tayyip istifa’ diye haykırıyorlar. Binlerce kadın evlerinde camlarını açarak tencere ve tavalara vuruyor.
Akşamın ilerleyen saatleri:
İsmail arıyor ve Beşiktaş’ta polislerin insanlara saldırdığını ve bunun üzerine kalabalığın bir camiye sığındığını anlatıyor. Evde CNN Türk’ü açtığımda, bu kez Mars’taki radyasyon oranı üzerine bir belgesel ile karşılaşıyorum.
3 Haziran Pazartesi, sabah saatleri: Sevgilim arıyor: “Çabuk NTV’yi aç!”
“Niye ki? Penguenler ve Mars hakkında yeterince şey öğrendim zaten.”
“Dün gece NTV Maslak binası önünde bir protesto düzenledik! Nihayet yayına girdiler!!!”
“Bu gerçekten de bir devrim” diye yanıtlıyorum. “Keşke Almanya’da da televizyon programları bu kadar kolay değiştirilebilse!”
Gece: Taksim Meydanı’ndan çıkıyorum. Gezi Parkı’nın üstünde takip ışıklarıyla, havadan gaz bombaları bırakan helikopterler dolaşıyor. İnsanlar bağırıyor. Yanımdan Serkan’ın geçtiğini görüyorum.
4 Haziran Salı, gündüz: Sevgilim son günlerde hiç olmadığı kadar çok şey yazdı. Yüzlerce e-posta, kısa mesaj ve facebook mesajı.
Az önce gelen son mesajını aynen aktarıyorum: “Ben ülkem insanını hiç böyle görmedim. Birbirlerine böyle yardım ettiklerini. Ne kadar korkusuz, ne kadar onurluydular. Böylesi bir hareket, böylesi bir güç. Belki görünürde bir şey değişmese bile, ülkem bu günlerde başka bir ülke oldu. Ve buna katkı sağlayan arkadaşlarımla öyle gurur duyuyorum ki. Eylem’in.”
Moritz Rinke (45), Çok satan bir romancı ve Almanya’nın en başarılı tiyatro yazarlarından. Tarabya Kültür Akademisi’nin misafiri olarak şu aralar İstanbul’da yaşıyor.
Elimde kılıfı içindeki damatlığımla insanların ağaçların kesilmesini protesto etmek maksadıyla toplandıkları Taksim Meydanı’nın hemen yanındaki Gezi Parkı içinden geçiyorum. Oyuncu arkadaşım Serkan, bana bu parkın İstanbul’un kent merkezinde son kalan parkı olduğunu ve hükümetin buraya devasa bir alışveriş merkezi inşa etmeyi planladığını anlatıyor. İstanbul’un 86. AVM’si, bu kez bir Osmanlı Kışlası suretinde.
Serkan telefonda. Güya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tweet atarak, azınlıklar ve anarşistler protesto etsin etmesin bu AVM’nin her şekilde yapılacağını söylemiş.
Kalabalık gittikçe artıyor. Her yerden geliyorlar: Sanatçı mahallesi Cihangir’den, şehrin son dönemde pahalı mahallerinden biri haline gelmiş Beşiktaş’tan; muhafazakar Fatih’den, karşıda Asya yakasında yer alan Kadiköy’den geliyorlar.
Kırmızı alın bantları takmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resmedildiği bayrakları sallayan insanlar. Beşiktaş taraftarlarının hayran olduğu St.-Pauli formalı solcu aktivistler. Başörtülü kadınlar, küçük çocuklarıyla gelmiş kadınlar. Çimlerin üzerinde pankart hazırlayan ve çadır kuran çocuklar ve gençler. Bir ağacın altında adamın biri Cumhuriyet Halk Partisi destekçilerine konuşma yapıyor, hemen yanıbaşında komünistler duruyor, arka planda ise Intercontinental, Hyatt ve Hilton otelleri uzanıyor.
Serkan şimdiden parkta üç eski sevgilisiyle karşılaştığını ve böylesi bir çeşitliliği bugüne kadar İstanbul’da görmediğini söylüyor. Üniversite öğrencileri, memurlar, ev hanımları, akademisyenler, işadamları, doktorlar, futbol takımları, emekliler, balıkçılar, transseksüeller, eşcinseller, Aleviler, Kemalistler, Sünniler ve Kürtler hep birlikte yan yana duruyorlar.
Serkan’a bugüne değin kaç tane sevgilisinin olduğunu ve bunun üzerinden acaba Başbakan’ın burada toplanmış kalabalığın azınlık olduğuna dair iddiasının haklı olup olmama ihtimalini sorguluyorum. Bir anda kalabalığın arasından bir çığlık yükseliyor. Türkiye’de çok tanınmış bir kadın dizi oyuncusu, peşinde histerik kameraman ordusuyla Gezi Parkı’ndan geçiyor.
Parktan çıkmaya çalışırken ara sıra damatlığımın askısı protestoculara takılıyor. Özür dileyip yoluma yeniden devam ediyorum.
Cumhuriyetin en büyük meydanı olan Taksim Meydanı’nda en az 100 bin kişi var. Ankara, Antalya, Dersim ve Adana gibi diğer şehirlerde de insanların sokağa çıktığı haberlerini alıyorum. Mesele artık sadece Gezi-Parkı’ndaki ağaçlar meselesi olmaktan çıktı.
İki saat sonra: Polis Gezi-Parkı’na giriyor, çadırları yakıp yine biber gazı sıkıyor. Muhafazakar İslamcı iktidar partisi AKP milletvekili Şirin Ünal tweet atıyor: “Sanırım bazı insanların gaza ihtiyacı var.” İnsanlar parktan Taksim Meydanı’na doğru kaçışıyor. Oradaysa polis TOMA’larla pusu kurmuş insanları bekliyor. Kılıfı çoktan Gezi Parkı’nda yırtılmış olan damatlığımla suratımı kapatmak zorunda kalıyorum.
Serkan ortalıklarda yok. Çok sayıda yaralı var. Taksim’deki tüm güvenlik kameraları kapatılmış. Kırmızı elbiseli bir kadın görüyorum, omuzunda çantasıyla polislerin önünde tek başına duruyor ve gaz tabancasıyla doğrudan suratına gaz sıkılıyor.
Birkaç gün önce Berlin’e dönmek zorunda kalan Türkiye kökenli sevgilim Kreuzberg’de bilgisayar başında Facebook üzerinden Taksim Meydanı’ndaki arkadaşlarını koordine ediyor: “İstiklal Caddesi’nin girişindeki Porta Pera-Cafe’nin önünde bekle! İsmail, Yavuz, Tan, Bihter, Selda ve Hilal de oraya gelecekler, orada organize olun!”
“Tamam, bekliyorum” diye geri yazıyorum. Cafe’de sürekli reklam veren bir televizyon kanalı açık. Garsondan haberleri açmasını rica ediyorum, olur ya kanallardan birisi kapının önünde neler olup bittiğine dair haber yapıyordur. Garson CNN Türk’ü açıyor, ekranda kebabın Amerika’da nasıl popüler hale geldiği üzerine bir belgesel yayınlanıyor.
“Yavuz, gelirken yanında gazmaskesi getir! Olduğun yerde kal! Eylem! Devrim! Direnistanbul!”, Kreuzberg’den gelen bir sonraki mesaj bu.
“Bana buradan bir çıkış yolu olup olmadığını yazman şu an işime daha çok yarayacak sanırım” diye cevap veriyorum. “Damatlığım yanımda, buradan bir şekilde çıkabilirsem çok iyi olacak.”
“Metro ve caddeler kapatılmış, vapurlar çalışmıyor! Köprü’nün resimlerini gördün mü?”
“Hayır.”
“Benimle evlenmek istiyorsan sen de devrime katılmak zorundasın!” Ne cümle ama…
1 Haziran Cumartesi, sabah saatleri:
Köprüden görüntüler! Gece şehrin Asya yakasından kalabalıklar yürüyerek Bogaziçi Köprüsü’nden Taksim Meydanı’na geldiler. İnternette buna dair Facebook resimlerini görüyorum. Köprünün üzeri insan dolu. Şafak vakti, denizin üstünden Taksim’e doğru yürümekte olan binlerce insan! Ayağa kalkış bu olsa gerek!
Kız arkadaşım sürekli yeni resimler gönderiyor: Taksim Meydanı’na otobüslerini sürerek, ateş eden polislerle protestocuların arasına barikat yapan otobüs şoförleri. Polis tomasını ele geçirmeyi başarmış olan Beşiktaş Çarşı taraftar grubu. Gezi Parkı’nda ateş almış sarı ve portakal renginde buldozerler. Yaralılar için yer açan Beyoğlu’ndaki genelevlerin resimleri.
Sabah: Erdoğan’ı televizyonda konuşurken görüyorum. Vücut dili gergin. “Taksim” dediğinde ya elini yumruk yapıyor ya da küçümseyici mimiklerle gülümsüyor. Beden dili her şeyi ifşa eder. Yer yer ‘demokrasi’ diye vurguluyor Erdoğan, ama beden dilinden anlaşılıyor ki, demokrasi onun için sadece bir kavram olmaktan öteye geçmediği gibi; şayet onu kimse durdurmazsa, ulaşmak istediği yere varabilmek adına kullandığı tren.
Türkiyeli yazarlara karşı üç kez futbol oynadım ve her seferinde aralarından bazıları hapiste olduğu için, karşıma başka bir takım kadrosuyla çıktılar. Genelde hep gururlu ve yaşam sevinci ile dolu Türkiyelilerin birçoğunun baskılar karşısında sessiz kalması ise onları çaresizliğe sevkediyordu.
Bir de şimdi olanlara bak.
İnternette inanılmaz bir fotoğraf yüzbinlerce defa paylaşılıyor: Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş taraftarları, kol kola, omuz omuza. Birbirlerine ölünceye dek düşman kalacak taraftar grupları bile böyle birleşebiliyorlarsa, gerçekten bir şeyler olmuş olmalı.
Öğleden sonra: Erdoğan konuşmasının yanlış anlaşıldığını ifade ediyor. Gezi Parkı’na belki de Osmanlı kışlası stilinde bir AVM yapılmayabilirmiş.
Sevgilim Antalya’da yaşayan anne ve babasının İstanbul’da ve ülkenin diğer şehirlerinde olan bitenden haberi olmadığını anlatıyor. Babası olayları takip edebilmek için kendisine bir bilgisayar almak üzere evden çıkmış.
2 Haziran Pazar, gece saatleri: Protestocular Beşiktaş’ta kurulan barikatı aşıp Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’ne doğru ilerlemeye çalışıyorlar. İstanbul dışında bir şarap bağı işleten arkadaşım Yavuz’la beraberim. Bir süre sonra dar ara sokaklardan ilerleyemez hale geliyoruz. Polis TOMA’lar sayesinde her yeri kuşatarak insanları çember içine almış. “Bu Çarşı grubunun polis TOMA’sını ele geçirmesinin intikamı” diyor Yavuz. Biber gazı bombalarının kör ettiği insanlar, çığlık çığlığa ara sokaklara kaçışıyor. Her yer boş gaz kapsülleri, ölü köpek ve kedilerle dolu. Kimisi çok ağır yaralanmalardan bahsediliyor, Amerikalıların Vietnam savaşında kullandığı portakal gazı bile kullanılmış şeklinde söylentiler dolaşıyor.
Sevgilimin kuzeni ve aynı zamanda Beşiktaş Kulubü takım doktoru olan İsmail, limon şişeleri, göz yanmasına iyi gelen süt ve mide krampları için ilaç temin etmeye çalışıyor. İnternet üzerinden, insanların açık yaralarına ve yanıklarına acil müdahele edebilmeleri için evlerini açan doktor arkadaşlarını koordine ediyor.
Yavuz ile lokantalarla dolu bir sokaktan İsmail’e ulaşmaya çalışırken, aniden bir lokantadan dört tane takım elbiseli ve altın kolyeli adam çıkıyor ve havaya ateş ederek bize yolu açıyorlar. “Mafya bile artık yardım ediyor” diye bağırıyor Yavuz.
İsmail’de televizyonu açıyorum. CNN Türk’de bir penguen belgeseli gösteriliyor…
Pazar, sabah saatleri:
Erdoğan yine tweet atıyor: “Muhalefetin 100 bin kişi topladığı yerde biz 1 milyon kişi toplarız ama bizim böyle bir derdimiz yok.” Adeta şu ana kadar istediği her şeyi yapmasına izin verilmiş şımarık, ortalığı dağıtan ve sürekli tweet atan koca bir çocuk gibi.
Tekrar Taksim Meydanı’na geliyorum. Erdoğan’ın demeçlerinin üzerinden iki saat geçmeden, yine 100 bin kişi toplanmış! Ve duyumlara göre, hükümet Ankara’dan takviye ‘emniyet güçleri’ sevk etmiş.
İnsanlar Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı temizlemeye başlıyor. Hayatımda böyle bir şey görmedim. Temizlik yapan ve kırılmış kaldırım taşlarını yerine koyan protestocular. Arada sürekli yeniden yükselen alkışlar. İnsanlar ‘Tayyip istifa’ diye haykırıyorlar. Binlerce kadın evlerinde camlarını açarak tencere ve tavalara vuruyor.
Akşamın ilerleyen saatleri:
İsmail arıyor ve Beşiktaş’ta polislerin insanlara saldırdığını ve bunun üzerine kalabalığın bir camiye sığındığını anlatıyor. Evde CNN Türk’ü açtığımda, bu kez Mars’taki radyasyon oranı üzerine bir belgesel ile karşılaşıyorum.
3 Haziran Pazartesi, sabah saatleri: Sevgilim arıyor: “Çabuk NTV’yi aç!”
“Niye ki? Penguenler ve Mars hakkında yeterince şey öğrendim zaten.”
“Dün gece NTV Maslak binası önünde bir protesto düzenledik! Nihayet yayına girdiler!!!”
“Bu gerçekten de bir devrim” diye yanıtlıyorum. “Keşke Almanya’da da televizyon programları bu kadar kolay değiştirilebilse!”
Gece: Taksim Meydanı’ndan çıkıyorum. Gezi Parkı’nın üstünde takip ışıklarıyla, havadan gaz bombaları bırakan helikopterler dolaşıyor. İnsanlar bağırıyor. Yanımdan Serkan’ın geçtiğini görüyorum.
4 Haziran Salı, gündüz: Sevgilim son günlerde hiç olmadığı kadar çok şey yazdı. Yüzlerce e-posta, kısa mesaj ve facebook mesajı.
Az önce gelen son mesajını aynen aktarıyorum: “Ben ülkem insanını hiç böyle görmedim. Birbirlerine böyle yardım ettiklerini. Ne kadar korkusuz, ne kadar onurluydular. Böylesi bir hareket, böylesi bir güç. Belki görünürde bir şey değişmese bile, ülkem bu günlerde başka bir ülke oldu. Ve buna katkı sağlayan arkadaşlarımla öyle gurur duyuyorum ki. Eylem’in.”
Moritz Rinke (45), Çok satan bir romancı ve Almanya’nın en başarılı tiyatro yazarlarından. Tarabya Kültür Akademisi’nin misafiri olarak şu aralar İstanbul’da yaşıyor.