Bilal Akar
“Franz Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası, oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün, sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlet var. Size işkence etmesine bile gerek yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ana bir adım ilerleme olmuş mudur? Franz Kafka’nın babası hepimizin babasıdır: Sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korkusuyla delice geberten baba.”
Leylâ Erbil
Leyla Erbil’in bu yazısı olmasaydı ve devlet baba son dönemde bu kadar üstümüze gelmeseydi bu yazıyı bir sonraki sezona bırakacaktım. Zira bir lanet gibi bir türlü başlayamadığım bu eleştiriyi bitirmek de haliyle kabil olmamıştı. Sonra Leylâ Erbil’in bu şairane cümleleri düştü gözlerimden imgelemime. Şairane bir cümleyle başlayan her yazının sonu gelir, gelmese bile o eksiklik okuyanın zihnine ilk cümleyi daha da güçlü nakşeder.
Bir başka sebep de devlet babanın, yüksek öğrenimde beşinci senemi doldurmam sebebiyle bursumu keserek beni biyolojik babamın maddi desteğiyle baş başa bırakırken, yüksek öğrenimde beşinci senemi doldurmama rağmen elindeki gaz bombalarından mahrum bırakmaması. Ki belirtmek isterim bursum bundan sonra nakdi olarak değil, maddenin gaz halinde verilecekse en azından bir ön bilgilendirmeyi hak ediyorum. Ön bilgilendirmeden kastımın gaz tabancasından çıkan “pat” sesi olmadığını da bir kenara not edelim.
Bu gayri ciddi addedilebilecek giriş için de “mizah ciddi bir iştir” cümlesini sarf ederek kendimi savunabilirim. Mizah ciddi ve tehlikelidir, tabi ki benim yaptığım gibi git gide uzatarak bir fiyaskoya çevirmiyorsanız. Her ne olursa olsun bu yazının başındaki herhangi bir okur cümleleri bilgisayar ekranından zihnine zerk ederken ben, onun benim hakkımda söylediklerini duyamayacak kadar uzakta olacağım.
Yazıya bu üslupta devam edip etmemeyi düşünürken mütereddit kaldım; derken Can Merdan Doğan’ın aynı kararsızlığa vurgu yapan açılış cümlesi parmaklarımın ucundan klavyeye döküldü: Gönül isterdi ki sararmış kağıtlara tükenmez kalemle işlenen bir el yazısı olarak görünsün ama hem yazım kötüdür hem de şu yazıyı online mecralarda yayınlamak için çeşitli teknik sorunlar çıkabiliyor. Neyse tekrarda iki nokta üst üste koyup sözü Can Merdan Doğan ‘a bırakıyorum:
“ Müsebbibisin daim kararsızlığımın!”
Can Merdan’ın metnini analiz etmek bu yazının işi değil belki ilerde bir tez çalışması olarak ele alınabilir zira Shakespeare’den Kafka’ya, Oğuz Atay’dan Orhan Pamuk’a bir çok yazardan parçalar ihtiva ediyor. Bunun yanı sıra baba-oğul ilişkisi ve metaforu üzerinden konumlanan iktidar ilişkilerini irdelemeye girişecek bir kişinin Sofokles’in Oidipus’unu kompleksi hale getiren Freud’u, “komplekssiz Oidipus” u yazarak onu Freud’un elinden kurtamaya çalışan Vernant ve Naquet’i ve de eline geçirdiği her türlü iktidar analizini hatmetmesi gerekiyor. Metinin selam çaktığı dramaturjik dehlizin derinliklerinde kaybolmak işten bile değil. Bu kadar açıklamadan sonra bir başka babaya, yaradana sığınıp oyuna gelelim.
Oyun baba Hamdi Bey, oğul Bay Kel ve evin hizmetçisi, sığınmış kızı Mürüvvet teslisi üzerine kurulmuş. Yıllardır babasına ve babasının kendisini getirdiğini iddia ettiği hale küstüğü için evden çıkmayan, babasının kendisine verdiği Kemal ismini kendine çok görerek “Kel” dönüştüren bir oğlan, var olduğu hale, kendisine ve bir devre küsmüş bir baba ve bu ikisinin arasında evin tek işler haldeki canlısı, evin hadim hakimi Mürüvvet. Oyunun hikayesini özetlemek gibi bir niyetim yok, baba-oğul arasında da olsa bir iktidar mücadelesini sadece olayları anlatarak özetleyemezsiniz fakat aksi mümkün ki Marks bütün insanlık tarihini sınıf savaşlarının tarihi olarak özetliyor. Savaş ve mücadeleleri başka türlü açıklamak oldukça zor her ne kadar genellemeler genelde hatalı da olsa. Bu örneği destekleyecek olursak bir hocamın, Prof. Dr. Abbas Vali’nin sözlerine başvurabiliriz: “Sınıflar hakimiyet için savaşırlar keyiften değil!”
Bu baba-oğul arasında oğlun artık kendiliğinden sürdürdüğü babayı devirme ve başarısızlıklarından onu sorumlu kılma çabası ile babanın sorgulanmayan ve kaynağı araştırılmayan otoritesi arasında sürüp giden bir bakıma sürüncemede kalan bu kavgaya evin hizmetçisi Mürüvvet bir son verme çağrısında bulunuyor. Bu tercih öyle rastgele yapılmış da değil, zira Mürüvvet karakteri sadece bu iki karakter arasındaki ilişkiyi kurmakla kalmıyor gerekli eleştirelliği ve sorgulamayı da hiç de üstten olmayan bir biçimde taşıyor. Baba-oğul arasındaki bu durgunluk teori değil praksisi benimsemiş Mürüvvet’in hamleleriyle bozularak deviniyor ve Bay Kel ile baba Hamdi Bey, Bay Kel’in Mürüvvet ile hazırladıkları bir tiyatro oyunuyla hesaplaşıyorlar. Bu iktidar oyununu çözümlemek için bir başka oyuna başvurulması ve bunun bir tiyatro oyunu içinde yapılması ise seyircinin dudaklarında müphem bir gülümseme yaratıyor.
Mürüvvet ise kendi hikayesini bu iktidar mücadeleleri içerisinde var eden bir yandan bu ilişkilenmeyi ve oyunu, tiyatroya ilk gittiği gün babasının maden göçüğünde kalmasıyla birlikte reddeden bir karakter. Oyunun en sade ama imgeleri en özgün karakteri aynı zamanda. Kocasının madende kaldığını öğrendikten sonra kendi üstüne toprak serperek kendini gömmeye çalışan bir annenin kızı. Oğul Bay Kel, babasıyla olan iktidar münakaşasına saplanmışken gerçekleri ve gözünün önünden kayıp giden farklı ilişkileri net bir biçimde onun yüzüne çarpan, empatik bir karakter. Oyunu izlediğim iki seferde de oyunculuğuna hayran kaldığım, Şehsuvar Aktaş ile beraber gölge oyunu geleneğine ve anlatıcı üslubuna dair yaptıkları çalışmalarla beni oldukça heyecanlandıran Ayşe Selen’in bu performansı Afife jürisinin de gözünden kaçmayarak ona bir ödül de getirdi.
BGST-Tiyatro Boğaziçi’nin bir çok oyununda kendini çokça kanıtlamış Cüneyt Yalaz’ın oyunculuğu ve Metin Göksel’in hem oyuncu hem de yönetmen olarak sergilediği performans oyunu üst seviyede tutan etmenlerden.
Oyunun, bence, aksayan yanlarına gelecek olursak iki temel başlıkta toplayabiliriz. Birincisi metnin dili ve muhteviyatı. Metin, seyirciden pür dikkat kesilmesini ve aynı zamanda söylenen her cümlenin arka planda yaptığı göndermeleri ve referans noktalarını takip etmesini istiyor. Bu durum hele ki hızlıca tüketmeye alışmış bir toplumun üyeleri olarak biz seyircileri oldukça zorluyor. Oyun temel ve basit bir çatışma üzerinden büyük ve köklü bir iktidar tartışması yaparken bu tartışmanın ağırlığını kaldırmak biz seyircilere düşüyor. Çünkü Can Merdan, sözlere ve dolayısıyla seyircilere çok fazla anlam yüklüyor. Bir yandan da metnin dili Oğuz Atay’ın yalınlığından ve rahatlığından uzak olunca bir çok nokta gözden ve zihinden kaçabiliyor. Belki de bu yüzden Metin Göksel, sade, akışkan ve seyirciyi yormayacak durgunlukta bir sahneleme tercih etmiş. İzlediğim iki gösterimde de aklıma takılan bir diğer husus var: Her ne kadar Bay Kel, bir şeyleri temsil etse de aynı zamanda derinliği, çelişkileri ve çizgisi olan bir insan. Bu durumda Bay Kel’in yıllarca evden dışarı adımı atmamış biri olması hem metinde hem de oyunculukta haklılaşmıyor. Karakter böyle bir kısıtlanmanın ötesinde oldukça rahat duruyor. Özellikle tercih edilmiş veyahut Bay Kel’in evden dışarı çıkmamasına bu derece fiziki bir anlam yüklenmemiş olabilir ama oyunun genel üslubuna bakınca bu durum gerçekçiliği zedeliyor.
İkinci nokta ise sahnelemeden kaynaklanan sorunlar. Oyun sahnelemeye anlama ve seyirci takibine oldukça önem veren bir ışık-dekor kullanımına sahip. İzlediğim oyunlar içerisinde en başarılısı bile denebilir. Dış seslerde teknik olarak bir anlatım sorunu olduğunu düşünmüyorum ancak seyirciyi böylesine yoran bir metinde, karanlıkta dışarıdan gelen sesleri dinler ve beynimiz kendisini tekrar toparlamaya çalışırken bu kısımlar büyük ölçüde kaçırılıyor. Bunun dışında seyirci olarak izlekten koptuğum tek yer Mürüvvet ile Bay Kel’in birbirinden kopuk olarak dışarıyı seyrederken aslında karşılıklı oynadıkları sahne. Böylesine kötü kurulmuş bir cümleyle tanımladığım bu sahnede sadece oyuncular değil seyirciler de birbirlerinden kopuyor, ortada salınan bir anlamlar dizisi etrafında kim neyi kaparsa onu anlıyor.
Metnin arazlarından bahsederken vurgulamadan geçtiğim, bence metni ve oyunu bu derece başarılı kılan şey ise Can Merdan’ın böylesine büyük bir konuyu olağanüstü bir biçimde sade bir çatışmayla kotarabilmesi. Evet, metin vukuattan ziyade anlatıma yükleniyor ama bir yazarın söylenebilecek bu kadar söz ve aforizma içerisinde klişelere kaçmadan ve elinize alıp okuduğunuzda edebi bir haz veren bir metin üretmesi oldukça zor bir işin üstesinden geldiğini gösteriyor. Tiyatro Boğaziçi, diğer oyunlarından oldukça farklı bir üslupta ele aldığı “Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık” da hem kendini denemiş hem de seyircisine böyle bir deneyimin hazzını yaşatmış oluyor.
Son olarak bir kaç cümleyle toparlayacak olursak, bizimki gibi kendini sorgulanamaz bir hami konumuna koyan güç odaklarının, devletin, babaların, devlet babalarının, doktorların, öğretmenlerin, ismiyle müsemma uzmanların bu derece bol olduğu bir ortamda Tiyatro Boğaziçi slogan atmayı değil, sormayı sorgulamayı ön plana çıkaran bir oyun sahneliyor. Seyirci dramaturjisi bağlamında olarak oyunu Brechtyenlikten çıkararak Piscatorlaştıracak bir müdahaleden uzak duruyor. Ben de yazıyı adet olduğu üzere güçlü bir sonla bitirmek isterim, bu yüzden Can Merdan’ın kaleminden Hamdi Bey’in oğluna Mürüvvet’in sesiyle ilettiği son sözleri alıntılıyorum:
“ Suskunluk ne yapacağını bilememekten mi kaynaklanır yoksa bir çözüm müdür, bilmiyorum… bu yüzden sessizliği seçtim sanırım, tepkiden de öte bir şey bulamadığım için. Sorumluluk için oğul rolünden vazgeç, ben de baba rolünden vazgeçeyim bu sayede. Oğlum bu evde oturduysam, baba olma zorunluluğunu yerine getirmek için oturdum. Sen babanı suçla diye yani, ama baban kalkacak yerinden… Şimdi sıra sende? Oturacak mısın koltuğa?
Not: Adil bir baba yoktur oğul, adil bir dünyada babaya ihtiyaç olmadığından.”