Mimesis Portal’in haber sayfalarında da görülebileceği gibi tabiatın canlanmasına paralel bir biçimde tiyatro ortamımız da hızla canlanıyor. Birbirinin ardı sıra onlarca küçük, yerel tiyatro festivali duyurularını kamuoyuyla paylaşmaya başladılar. Festivaller verimli buluşmalara ve ön açıcı tartışmalara fırsat sağlayarak tabiatın yeniden doğuşuna eşlik edebilmeli.
Bahar döneminde perdelerin sıkça açılmasına vesile olarak tiyatroya can veren bu şenliklerden birisi de 21. kez düzenlenen İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’ydi. Bu yıl erken bir tarihte, 27 Mart’ta açılış yapan İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’nin ilk gününde sergilenen bir oyun farklı bir olguyu tiyatrocuların gündeme sokmayı denedi. Bir kaç yıl önce işlenen açık bir cinayetle önce tiyatro, ardından sinema tarihimize 150 yıla yakın bir süre hizmet vermiş bir mekanının, gizli saklı bir şekilde nasıl AVM’ye dönüştüğünden bahseden bir ön oyunla açılan “Muhsin ve Vahram” isimli bu oyun içinde yaşadığımız şu günlerin derin bir çelişkisine de değiniyordu: Tiyatroya can veren şenlikler, festivaller ve ritüellerin yanısıra bir başka insan faaliyeti, sınır tanımaz bir inşaa etme sevdası tarihi salonlarımızı bir bir yok ederek tiyatroyu öldürmeye devam ediyor. İşte bu yüzden, bu haftasonunda başka bir eski tiyatro, yeni sinema salonunun yıkımını engellemek için kitlelerin sokaklara dökülmesi ve Emek Sineması’nın AVM’leşmesine yüksek sesle “hayır” demesi yaşamdan yana olanların çoğunlukta olduğuna dair bir ümit duymamıza neden oldu.
Ama yine de tüm bu olanlara sadece Emek ekseninde bakmak kısıtlayıcı olabilir. Emek örneğinden yola çıkarak İstanbul’da ve Türkiye genelinde “kentsel dönüşüm” adı altında yaşam alanlarını ranta endeksli biçimde yeniden düzenlemeye dönük mevcut yaklaşımın, tiyatro sanatını geniş bir kültür endüstrisinin alt kollarından birisine dönüştürme ve AVM’ler içerisine sıkıştırma, kısacası “yaşatma” adı altında damla damla öldürme stratejisini de sorgulamak durumundayız. Dün Odeon Tiyatrosu, bugün Emek, belki yarın diğerleri… Tarihi tiyatro mekanlarımız sayıca zaten çok az. Soyları tükenmekte olan bu mekanları restore edip koruma altına almak yerine, son bir darbe daha vurmak ve yerlerine “fast food” tiyatroları inşa etmek, bu ülkede kurulduğu günden bu yana tiyatro sanatına karşı işlenmiş / işlenecek en büyük günahlardan birisi olarak tarihe geçti ve geçmeye devam ediyor.
Sayıları her geçen yıl artan küçük ölçekli, yerel tiyatro şenlikleri ile tiyatronun nefes almasına katkı sunmak ve her geçen gün rant uğruna yok edilen tarihi değerlerimize sahip çıkmak… Açıkça yaşamdan yana olmak… Tiyatrocular olarak ihtiyacımız olan bu galiba.