Üstün Akmen
İngiliz yazar Philip Ridley (1964)’i ülkemizdeki sahnelenen diğer beş oyunundan, yani “Cam Yapraklar (Tiyatro yanetki)”dan, “Kürklü Merkür (DOT)”den, “Korku Tüneli (ikincikat)”nden ve “Kainatın En Hızlı Saati (ikincikat)”nden tanıyoruz.
Tiyatro Craft, Ridley’in ilk gösterimi 2000 yılında Hampstead Theatre’da yapılan ve London Festival Fringe’de “En İyi Oyun Ödülü”ne değer görülen “Uğrak Yeri-Vincent River” başlıklı oyununu, yazarın Türkiye’deki altıncı eseri olarak 2012-2013 sezonunda sahneleniyor.
Philip Ridley ve In-Yer-Face Denilince…
Philip Ridley, In-Yer-Face denilince Sarah Kane, Mark Ravenhill, Anthony Neilson’dan sonra gelen Simon Block, Jez Butterworth, David Eldridge, Nick Grosso, Che Walker, Tracv Letts, Martin McDonagh, Patrick Marber, Phyllis Nagy, Joe Penhall, Rebecca Prichard, Judy Upton, Naomi Wallace, Richard Zajdlic gibi adların arasında anılan bir yazar. Oyunlarındaki cafcaflı ve küstah imgeleri seyircinin beynine muşta ile vurarak oturtan, tiyatronun görsel yanını ön planda tutan, imgelerini duygularının motoru olarak kullanan bir yazar.
Eşcinsel Annesi Anita’nın Öyküsü
“Uğrak Yeri”, sonradan eşcinsel olduğunu öğrendiği oğlu bir “mahalle baskısı” cinayetinde eşcinsellerin uğrak yeri tren istasyonu yakınındaki umumi tuvalette işkence edilerek öldürülmüş; kendisi de toplumdan anlayış ve şefkat göreceği yerde eşcinsel annesi olduğu için yadırganmış, dışlanmış, dedikodusu yapılmış Anita (İpek Bilgin)’nın öyküsü.
Bir diğer anlamda, cinsel tercihimizle toplumdaki saygınlık mertebemizin saptanışının çarpıcı tütsüsü…
Toplumsal homofobinin (eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ya da ayrımcılık anlamında kullanıyorum) gözlerimizin önüne süssüz püssüz sürülüşü.
Oyunun İletisini Çabuk Kavrayacaksınız
Eşcinsel birinin, her 48 saatte bir homofobi ile bağlantılı şiddete maruz kalarak öldürüldüğünü biliyorsanız, Uluslararası Af Örgütü’nün yaklaşık 70 ülkede eşcinsellere zulmedilmekte olduğuna ilişkin raporlarını okumuşsanız, dahası sekiz ülkede eşcinsellere idam cezası verilmesinin sürdürüldüğü bilgisine vakıfsanız, oyunun iletisini eminim çabucak kavrayacaksınız.
Anita’nın, evlat acısı çekişinin üzerinden tam dört buçuk ay geçmişken, oğlunun sevgilisi Davey (Barış Gönenen) ile karşı karşıya gelişinde, toplumsal barışı, insanları ayrıştırarak beceremeyeceğimizin iletisini hayli sert, uyarı gücü müthiş yüksek, aynı zamanda şiirsel de sayılabilecek çok öfkeli iletisini (hiç kuşkum yok) çarçabuk anlayacaksınız.
Seda Yıldız’ın Çevirisi
Oyunu Seda Yıldız dilimize kazandırmış.
Eline, beynine dirlik, ama malûmunuzdur, tiyatro metinleri yalnızca okunan bir metin değil, dilin ve sözün dışında başka unsurların da işe karıştığı, sahnelenecek olan bir metindir.
Tiyatroda gösterim, yalnızca metinsel varlığıyla değil, görsel ve işitsel çeşitli araçların kullanılmasıyla ve oyuncuların katılımı ve yorumlarıyla gerçekleşir.
Seda Yıldız, çevirisini yaparken bu unsurları pek kaale almamış, normal koşullarda (yani, devrik yapısı falan olmayan durumlarda) en basit şekli ile özne ve yüklemden oluşan Türkçenin tümce yapısını (bilerek ya da istemeyerek) zaman zaman bozmuş, ama gene de tümüyle hiç de “kötü” denilemeyecek bir çeviriyi tiyatromuza kazandırmış.
Sami Berat Marçalı’nın Rejisi
Seda Yıldız’ın çevirdiği yazılı metni, benim her çalışmasına yürekten alkış tuttuğum genç yönetmen Sami Berat Marçalı almış, sahneye taşımış.
“İyi” oyuncu İpek Bilgin “Anita”, her oyununu “gönenerek” izlediğim pırıl pırıl oyuncu Barış Gönenen (1989) “Davey” rollerini üstlenmiş.
Bu ikili, konuyu içlerine sindirmiş, ellerinden geleni karakterlerine yedirmiş, ama bu emek sahnede kopuk kopuk, hatta neredeyse bölük pörçükmüş gibi işlenmiş.
Evrelerin arasındaki geçiş ve vurgu farkları silinmiş.
Geçiş ve vurgu farkları ortadan kalkınca, oyuncuda çok-ritimlilik olgusu ya da ritmik vurguların karşılıklı dengelenmesiyle farklı özel ritimlerin üst üste binmesi de gerçekleşememiş.
Hal böyle olunca, oyun durmuş-oturmuş bir gösteri olmaktan çıkmış, daha rejisi kotarılmamış bir oyunun provası haline gelmiş.
Sahnelenişteki Boşluklar
Oyun izlenirken, yazılı metnin her dizgesinin (yani, bir bütün oluşturacak biçimde birbirine bağlı öğelerin bütününün) içine, ritmik çerçevelerin yerleşmediği/yerleştirilmediği anlaşılıyor.
Yazılı metin çok sağlam, oyunculuklar mükemmel, ama Marçalı’nın sahneleme yaklaşımı “savsaklanmış” mertebesinde eksik gelişiyor.
Oyuncuların oyun içindeki konumlandırılmaları, yanı sıra finaldeki o ne idüğü belirsiz “kel alaka” müzik bile, bu savsaklamanın somut örneği haline geliyor.
Bütün bunları bir kenara bırakırsak, bakıyorsunuz ki, “Uğrak Yeri”, üst düzey oyunculukları, bizim de gülerek baktığımız, oysa buzdağımızın öbür yüzü olan mahalle baskısı tehlikesinin bireylerdeki psikolojik ve fizyolojik sonuçlarını sorgulamamız açısından (hiç kuşkunuz olmasın), eleştiri sınırlarını daraltarak da olsa izlenmeye değiyor.