Bilal Akar
Dün Zafer Diper’in Birgün’de yayınlanan “Bu muydu?! (1)” yazısını okuma fırsatım oldu. Yazı, yıllarını sanat dünyasına vermiş ama sonraları bir şekilde hayat koşulları kötüleşmiş, ekonomik durumları felakete uğramış ve çoğu insanın istemeyeceği bir biçimde yalnız ölmüş sanatçılardan bahsediyor.
Yazıdaki isimlerin, –Cahide Sonku, Deniz Akbulut, Sami Hazinses, Sevim Şengül, Suphi Kaner, Yıldırım Önal- kimini duydum, izledim, dinledim kimindense Diper’in yazısı sayesinde haberim oldu. Yazı, beni bazı kavramlar, söylemler üzerine düşünmeye itti.
Şöyle ki; bir sanatçının kötü bir duruma düşmesine dair ya üzülebilirim ya da bir şeyler yapabilirim. Sanat camiasında, bugün adına tiyatro dünyasının en prestijli ödüllerinden biri verilen Afife Jale başta olmak üzere bir çok hazin hikaye mevcut. Sormak istediğim soru ise şu: Bütün bu insanlara, insan emeğine, insanın var oluşuna ve umutlarına, dayanışmaya bıçak bileyen bir sistemin mağdurları oldukları için mi üzülüp destek vereceğiz yoksa aynı felakete uğrayan diğer insanların yanı sıra “sanatçı” sıfatına haiz oldukları için mi?
Lütfen bu yazdıklarıma, basma kalıp hezeyanlar ve sanatın ve sanatçının kutsallığı üzerine söylevlerle tepki verilmesin. Amacım birilerine, bir şeylere saldırmak, çamur atmak, kimilerinin acılarını değersizleştirmek, “oh canıma değsin” demek olsaydı yazı yazmaktan başka yollar tercih etmek hem daha popüler hem de daha kullanışlı olurdu.
Düzene ve onun getirdiklerine, insana verdiği değere dar bakmadan bir eleştiri yapmak da mümkün, işin eleştiride kalmayıp bir mücadeleye dönmesi de. “Sanatçısına değer vermeyen ülke, halk” tartışmasından ve söyleminden birazcık sıkılmaya başladım. Sanatçı kimliğini, toplumdan bu derece soyutlamak, sanatçıyı bütün koşullardan ve durumlardan bağımsız üst bir mevkide görmek ve sistemi böyle sorunsallaştırmak ne derece doğru? Yanlış anlaşılmasın “bu isimler halkın sanatçısı değildiler ondan böyle oldular” gibi bir iddiam, söylemim yok. Ancak sorunsallaştırma bu şekilde yapıldığında sisteme verilen tepki de çarpık oluyor. Örneğin, işçi eylemlerinde, cumartesi annelerinin buluşmalarında üç beş gazeteci toplayıp bir açıklama yapan, herhangi bir mücadele alanının öznesi ve aktivisti olmadan, “sanatçı” kimliğinin getirdiği öne çıkarılma haliyle söylemsel olarak “destek” veren sanatçılar ortaya çıkıyor. Ömer Faruk Kurhan’ın, Sanatçılar Girişimi’nin şenlikli, küfürlü, ana akım eğilimli Bostancı Kültür Merkezi organizasyonundan sonra kaleme aldığı bir yazıdan alıntılamak istiyorum:
Ne zaman ki sanatçılar (ve tabii genel olarak entelektüeller) toplumun üzerinde ve ötesinde gösteriler düzenlemeyi bırakıp sıradan vatandaş kimliğiyle kendi örgütlerini kurma konusunda samimiyet gösterirler, o zaman etkili ve “toplumsal muhalefet” adlandırmasını hak eden bir hareketin bileşeni olmayı başarırlar. Söz gelimi Tekel işçileri direnişe geçtiğinde ön saflarda kol kola resim çektiren ya da uzatılan mikrofonlara demeç veren, direniş ortadan kalktığında dağılıp başka bir direniş adresi arayan bir entelektüel duruşun absürtlüğü algılanmadığı sürece, Sanatçılar Girişimi’nin aşılması da mümkün olmayacak.
Sanırım “sanatçı” kimliğini dünyevileştirmenin ve sanatçıları verilen mücadelelerin “vitrin mankenleri” pozisyonundan çıkarmak gerekiyor. Çünkü ben 2012 bir mayısında olduğu üzere Fırat Tanış, Rutkay Aziz, Mert Fırat gibi isimlerin pesten kullandıkları sesleriyle okudukları şiirleri değil, kendinin ve arkadaşlarının işten çıkarılması üzerine verdikleri ve kazandıkları sendikal mücadeleyi anlatan emekçi abiyi dinlemek istiyorum. -Gerçi o emekçi abinin konuşması da sendika başkanlarının “birbirinin kopyası ve çığır açan” konuşmalarının uzunluğu nedeniyle kısa kestirilmişti.- Ha bu isimler kendi dizi, sinema dünyalarında yaşadıkları emek sömürüleriyle, her türlü ayrımcılıkla mücadele adına söz alır, eyleme geçerler, sabaha kadar dinler, tartışır ve elimden gelen dayanışmayı gösteririm. Kişisel dayanışma pratiğimin açıklama yapmaktan öteye gitmesini ummayı da ihmal etmiyorum, gerçi birey olarak yapacağım açıklamalarla kamuoyu çalkalanmayacağı da düşünülürse örgütlü mücadele ve kamusallaştırma alanlarında dayanışma göstermeye çalışmam daha gerçekçi olacaktır. Yine de böyle bir mücadelenin sorumluları, ilk elden olayın özneleri ve mağdurlarıdır.
ONK Ajans’ın, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın sahnelediği Brecht oyundan telif talep etmesi ve buna yönelik başlayan “amatör tiyatrolar telifi tartışıyor” kampanyası hala devam etmekte. Var oluş mantığı itibariyle kar amacı gütmeyen ve telif ajanslarının nemalanabileceği rantları üretmeyen amatör tiyatrolara, varlıklarına yönelik telif sorunsalı ortaya çıktığında mücadelenin özneleri ilk elden farklı amatör tiyatrolar, özellikle de üniversite tiyatroları oldu. Bu mücadelede profesyonel olarak bu işi yapan sanatçıların sorumluluk almasını beklemek yukarıdaki örnekte bahsettiğim gibi abesle iştigaldir. Yine de “muhalif” kimlikleriyle ortada dolaşıp demeç veren profesyonellerin en azından söylemsel destek vermeleri ve konunun kamusallaşmasına yardımcı olmaları fena olmazdı. Sanat alanında yürütülen bu mücadele, hukukçularla yapılan görüşmelerle, otuzun üstünde grubun tartışıp imzaladığı bildirilerle, grupların yayınladığı destek yazılarıyla, bireylerin kaleme aldığı yazılarla, medyada hukuki ve teatral boyutuyla gündemleştirilmesiyle “naçizane” ve “amatör” bir örnek olarak duruyor.[1] Konuyla ilgilenmek isteyen herkese, hem kapımız ve 5 Mayıs’ta İATG (İstanbul Amatör Tiyatro Günleri) kapsamında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen hukukçuların, yazarların, yayıncıların, çevirmenlerin, öğrencilerin, amatör ve profesyonel tiyatrocuların yer almasını beklediğimiz panelimiz açıktır.
Son olarak ezilen insan ve ezilen sanatçı ikilemi üzerine şöyle bir örnekle yazıyı bitirmek istiyorum:
Zafer Diper, yazısında Cahide Sonku’dan bahsettiği bölümde şu cümleleri kullanıyor:
“Kendisinin de bastığı yerlere halı serilen, ayakkabısından şampanya içilen Cahide Sonku, tiyatro ve sinema dünyamızın yıldızıydı. Aşkları, evlilikleri, zenginliği, güzelliğiyle çevresini çok etkilemişti; parıltılıydı yaşamı. Ama sonra, yoksulluk içinde, Beyoğlu’nun izbe meyhanelerine düştü. Selim İleri: “Beyoğlu’nun arka sokaklarında gördüm Cahide’yi…” diye yazıyordu; “Yüzünün çizgileri hala incecik ama teni paralanmışçasına… Sağ elinde mavi ispirto şişesi vardı. Sol eliyle de dudakları arasında bekçi düdüğünü tutuyordu. Uzun uzadıya çaldı o düdüğü…” 1981’de, yaşama veda etti Cahide. Gençliğinin güzel günlerinde bir giydiğini bir daha giymeyen, giysileri Paris’ten gelen sanatçının, öldüğünde üstünde kirli ve sökük bir hırka vardı… Bu muydu?!”
Cahide Sonku, hayat tarzı açısından nispeten şanslıymış çünkü önüne hiç kırmızı halı serilmemiş, ayakkabısından şampanya içilmemiş, giysileri Paris’ten gelmemiş, aksine ömrü boyunca üstünde kirli ve sökük bir hırkayla sağ ellerinde ispirto şişesi olan insanlar biliyorum ben.
[1] http://amatortiyatrolartelifitartisiyor.blogspot.com/