Ölümsüz Gururun Şövalyesi: Cyrano De Bergerac

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

20. Yüzyılın ilk yıllarında Fransa’nın en ünlü adamıydı. 1 Nisan 1868’de doğdu, 1918’de öldü.  Çocukluğu kuklalarını konuşturmak için metinler yazmakla geçti. Marsilya Lisesi’nin çalışkan öğrencisi, giyiminde aşırı titiz, hukuk mezunu, tiyatro ve edebiyat düşkünü Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac adlı oyunu, daha önce fazla ses getirmemiş birkaç piyesinden sonra, 27 Aralık 1897 gecesi Porte-Saint-Martin tiyatrosunda sahneye konuldu.

Oyunun yazarının ünü çok geçmeden dünyaya yayılacaktı. Rostand, bir dönem Avrupa sahnelerinde kayıtsız krallığını ilan eden fakat gerçekçi tiyatroyla birlikte unutulmaya yüz tutan manzum tiyatronun şatafatlı bir cenaze törenini yapan adam olarak bilinecek ve kimi eleştirmenlerce daha kusursuz görülen başka eserleri hiçbir zaman Cyrano’nun ününe erişemeyecekti.

Oyuna konusunu veren şair Cyrano de Bergerac, 1619’da Paris’te doğdu. Salt şair de değil filozof, müzisyen, fizikçi ve silahşordu bu adam. Felsefe sosuyla süslenmiş tragedyalar, Moliere’e ilham veren komedyalar, değenin etini acıtan nükteli hicivler yazdı.

Zıt özellikler kişiliğinde harman olmuştu. Yüz kişiye meydan okuyacak denli cesur da olabiliyordu, taklidini yapan bir maymunu kılıçtan geçirecek kadar ölçüsüz de. Çirkindi, fakat sağlam kişilikliydi.

Rostand, şair Cyrano de Bergerac’tan yaşadığı dönem, büyük burnu ve birkaç anekdotundan başka pek bir şey almamıştı. Ama bu malzemeden yeni, neo-romantik bir Don Quijote yarattı. Oyunun tarihle örtüşmeyen yönleri eleştirildi; Dreyfus davasında Zola’yla birlikte saf tutan Rostand, yarattığı Bergerac tipi ulusal bir simge olarak değerlendirilerek Dreyfus düşmanlığı ile eleştirildi ve daha neler neler…

Ancak Cyrano karakteri ve oyunu önce birçok dile çevrilen oyunlarda, sonra operada ve sinemada yaşatıldı. Bugün de okuyanda, izleyende güçlü duygular uyandırıyor.

Kasapoğlu’nun ve Durukan Ordu’nun Cyrano’su

Işıl Kasapoğlu’nun Ankara DT’deki rejisi, Durukan Ordu’lu (Cyrano) ve Zeynep Yasa’lı (Roxanne) performansıyla, yüreği burnundan kat kat büyük şövalyeyi Ankara seyircisine, ayakta alkışlarla selamlatıyor. Ayakta alkışlamanın bu seyirci için artık mutat bir beğeni göstergesi olduğunu, dolayısıyla artık hiç de böyle bir gösterge olmadığı söylenebilir, ama ben bu kez bu itirazı askıya almayı önereceğim.

Cyrano’yu izlemeye gittiğimde, itiraf etmeliyim, çok şey beklemiyordum. Ama eseri Türkçeye kazandıran, aslında hakkını vermek gerekirse, eseri bir kez daha Türkçe yazan Sabri Esat Siyavuşgil’in çevirisini gözlerimi kapatıp dinlesem bile bu birkaç saati boşa geçirmeyeceğim kesindi. Turgut Hoca birinde bu çeviri için “Aslından daha iyi olduğundan şüpheleniyorum,” demişti.

Nasıl oldu neden oldu bilmiyorum, çok da şikayetçi değilim, bir sanat eseriyle karşılaşmadan önce yapılabilecek ön araştırmaların olanağı arttıkça benim araştırmacı ruhum çürüdü. Oyuna gitmeden önce ne Kasapoğlu rejisi olduğunu ne Durukan ve Zeynep’in oynadığını bilmiyordum.

Başkahramanının, dolayısıyla onu canlandıran oyuncunun gerek sahnesel gerek yazınsan metin üzerinde hegemonyasını böylesine kurduğu başka oyun aklıma gelmiyor. Hep takma olan burunlar ne kadar gösterişli olursa olsun oyuncusunu gizleyemeyen filmi “Depardieu’nün Cyrano’su” olarak bildiğimiz gibi bu oyunu da “Durukan’ın Cyrano’su” diye bileceğimiz kesin.

Bunu yaparak Roxanne’ı oynayan Zeynep Yasa’ya ve oyun ekibinin yaratıcı emeklerini esirgemeyen üyelerine haksızlık yapmak istemem. Çayyolu Sahnesi’ne bir minyatür Büyük Tiyatro oturtarak başlayan ve şarkılarla, danslarla, hacimli dekor transferleriyle ilerleyen –hiç değilse– ritmik rejiye de. Aslında bu sonuncusunun ne kadar iyi olduğuna emin değilim, ama burada bunu tartışmak istemiyorum. Yalnızca ilk kez DTCF Tiyatro’da Levent Suner’in İki Efendinin Uşağı rejisinde gördüğüm bir konseptin buraya da yakıştığını söylemeliyim: Eğlenceli müzikler çalarak Avrupa halk tiyatrosunun gezici kumpanyaları havasında fuayede dolaşan oyun ekibinin karnaval havası.

Ne var ki, sahnelerimizin en iyi erkek oyuncularından Durukan Ordu, o parlak çeviriyle birlikte Cyrano’nun başarısını belirleyen en önemli unsur. Özcan Alper’in acının ve güzelin keyfekeder bir istifinden ibaret gördüğüm Gelecek Uzun Sürer filminin en başarılı yönü yine onun oyunculuğuydu. “Aman ne var ki oyunculukta, yönetmen Diyarbakırlı bir Kürt genci bulmuş oynatmış işte” diyenlerce bir oyuncunun halktan alabileceği en büyük övgülerden birini de almıştı Konyalı oyuncu. Pek zayıf dramatik ve mitolojik temeller üzerinde duran Rab Şeytana Dedi Ki’yi bile ayakta tutmayı başarmıştı. En gerçekçi oyunda bile romantik oyunculuğun abartılı teatralliğine saplanıp kalan DT törelerine rağmen, bu neo-romantik dramda sahici bir ton tutturmayı başarıyor.

Oyunculuk, enstrümanistlik, dansçılık gibi “yorum” sanatlarının yazarlık, yönetmenlik, bestecilik, koreograflık gibi “üretim” sanatlarından daha az yaratıcılık gerektirdiği bir mitostur. Hatta üstündekini yutup görünmez kılmaya teşne güçlü temeller (drama, beste vs.) üzerine bina kurmak isteyenlerin çok daha değilse bile çok daha farklı bir biçimde yaratıcı olmaları gerekir. Durukan sözcüğün alışıldık anlamlarıyla bir yorumcu değil bir yaratıcı gibi davranarak bize bir Cyrano armağan ediyor.

Tüm bunlara rağmen, iki saati epey aşan oyunu öfleyip püflemeden izleyebildiysek, bundaki asılın da aslı pay Durukan’ın, genel olarak oyun ekibinin, Siyavuşgil çevirisinin ve hatta yazarın değil, Cyrano’nun. Onun da her adı geçtiğinde şapkasını çıkardığı “ölümsüz gençliğin şövalyesiDon Quijote’den sonraki en büyük şövalyeyi sevmemek mümkün değil; en azından, imkansızı isteyecek kadar değilse bile, dileyecek kadar insan kalmışlarımız için.

Peki Rostand’ın doğumundan 145 yıl, oyunun ilk sahneye konuluşundan 116 yıl, yazarın ölümünden 95 yıl sonra hâlâ Cyrano’yu neden seviyoruz?

Aşkta ve savaşta taşınacak silah değildir gurur,” diyordu Cyrano. Cemal Süreya, “Kartallar dolanıyor generalim” diye başlayıp “Ben asker değilim nişanlıyım” diye biten o anıtsal Mola şiirinde bu dizeyi doğrudan alıntılamıştı:

Ama düşman demeye dilim varmıyor

Zaten böyle durumlarda ve aşkta

Taşınacak silah değildir gurur.”

İtiraf etmeliyim ki bütün oyun boyunca, Cyrano’nun şiirinin bu “şahbeytini” duymayı bekledim ve duyamadım.  Bu talihsiz budamayı tamamen duygusal nedenlerle kınıyor ve sorduğum sorudan devam ediyorum: Neden seviyoruz biz bu Fransız şair-şövalyesini bunca yıldan sonra?

Aşk ve savaş da dahil, gurur silahını bellerinden bir an olsun eksik etmeyenlerin yaşadığı topraklarda bu soruya cevap vermeye gerek var mı?

Varsa, el cevap aşağıdaki gibidir.

Cyrano’yu Seviyoruz

Çünkü, hepimizin kocaman bir burnu var.

Kimimizin çipil gözlerinde o burun, kimimizin fazlaca heybetli kulaklarında. Kısa boyumuzda, uzun boynumuzda. Güzel olmasını istediğimiz fakat insanların güzel görmedikleri yerlerimizde. Göğsümüzde de belirdiği oluyor ve bebeklerimiz hiç de çirkin bulmuyor memelerimizi. Ellerimizde ortaya çıkıyor bazen, yaptığımız iş dışında herkesin çirkin gördüğü ellerimizde. Sesimizin tonunda, türkü söyleyişimizde, kafamızın çalışmasında, soğuk esprilerimizde. Hepsinde birer Cyrano burnu var. Kimsenin sevmediği bir burun.

Çünkü hepimiz yürekliyiz.

Yalan yok, yürekliyiz hepimiz, çünkü seviyoruz yüreklileri. Güçlüyü görünce sindiğimiz çok olur, aman başıma bir şey gelmesin diyerek sustuğumuz, kendi öfkemizden tavşan gibi korktuğumuz. Dışarıdan bakınca düpedüz ödleğiz çoğu zaman. Yine de yürekliyiz biz. Cyrano gibi burnumuza yan bakana kılıç çekemiyoruz belki, “aman kendine dikkat et” telkinlerine onun kadar kolay gülüp geçmiyoruz. Yine de en saklı köşesinde göğsümüzün bir yürek var ki, çarptı, çarpıyor ve çarpacak.

İsrail cipine canlı kalkan diye kelepçelenmiş bir Filistin çocuğunun gözlerinde; bütün silahlarını göğsümüze dayamış bir hasmın süngüsü kemiğe dayandığında; Güney Amerika cangıllarında, Nepal ormanlarında, Rusya steplerinde, Anadolu dağlarında, Arap çöllerinde durmaksızın atan, attıkça bizi sevince bozan bir yiğitlik sevdamız var. Ne zaman ve nerede, en çok de niçin vurulduğunu, asıldığını bile doğru dürüst bilmediklerimiz için, bazen adını bile layıkıyla telaffuz edemediklerimiz için “Commandante Che Guevara!” diye “Deniz mahkemeye düşmüş…” diye türküler söylüyorsak bu sevdadan. Lamı cimi yok,

Sevdalıyız çünkü.

Cyrano denli şanssız değiliz hepimiz; her fırsatı kaçırmıyoruz onun gibi. Ama kayıp giden çok şey de var kılıç tutmaya alışkın, gül tutmada acemi avuçlarımızdan. Söyleyemediğimiz sevdalarımız var, dilimizi yakan. Bir kadına, bir erkeğe, bir ülkeye. Hepimiz 15 sene saklamıyoruz bunları. Hepsini 15 sene saklamıyoruz. Ama saklayanlarımız da var, sakladıklarımız da. Roxane’larımız var bizim. Başkası adına sevgiler sunduğumuz ama kendimiz adına sevdalandığımız.

Çünkü gururluyuz.

Yok, yalan değil, gururluyuz. Zapata’nın sözünü dinlemeyerek elimizde şapkalarımızla çıkıyoruz efendilerin huzuruna. Eli silahlı, cebi paralı, anamıza sövse sustuğumuz oluyor da, komşumuz yan baksa, göğsünde bir bıçakla gönderiyoruz evine. Bizim gibi olanlara sonsuz gururluyuz da, dudaklarımızı ısırıyoruz dünyamıza kastedenlerin eti yerine. Yine de, evet, ne olmuş, yine de bir gururumuz var; bir vakitler ayaktaydı, şimdi ayakta ve ayağa kalkacak. Cyrano’nun gururunu seviyoruz çünkü, buruşuksuz bir mendil gibi aya taşıdığı gururunu.

Çünkü bitmedik henüz.

Don Kişot’ları boşuna hatırlatsınlar bize. Boşuna sıkıştırsınlar sözlerinin arasına: “Biz de böyleydik yavrum, abileriniz de böyleydi, bak şimdi kim kaldı?” Biliyoruz ki Cyrano’yu sevdikçe, Cyrano’nun kim olduğunu bilmeden Cyrano’ları sevdikçe biz, eşkıya türküleriyle haykırıp, eşkıya ağıtlarına ağladıkça, daha çokları doğrulacak sisin arasından ve yine umutsuzlar mırıldanacak “nafile, nafile”.

Oysa boşuna olan tek şey var, insanın insanlığını öldürme çabası o da.

Bu yazı ilk olarak “Aşk ve savaştan gayrı her yerde gururunu bir silah gibi taşıyan şövalye 116 yaşında” başlığıyla Taraf Pazar dergisinin 20 Aralık 2009 sayısında yayımlandı. Mimesis-Dergi için DT’nin rejisi bağlamında genişletildi.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla