Zafer Diper
Bıraktığım yerde geçen hafta(1); oyun sonrası, “Hükümetten ne gibi yardım istersiniz” derken, açıkçası “dile benden ne dilersen” demek istemiyor mu Mustafa Kemal, başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere sanatçılara?! İsmet İnönü’yü de çağırttırıyor. “O akşam Gazi Hazretleri”, diye yazıyor Muhsin Ertuğrul, “genç Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen bütün önde gelenlerinin ortasında, Türk tiyatro sanatçıları için cömertçe dağıttıkları bin bir iltifattan sonra, söyledikleri sözleri şöyle bitirmişlerdi: ‘Efendiler! Hepiniz me’bus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkar olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.”
Bu yaklaşıma denecek “Ne sevgisi?!” en doğrusu belki, günümüzde…
Muhsin Ertuğrul’un, Haysiyet Divanı’na verilmesine neden olan ve Türk Tiyatrosu dergisinden yırtılarak çıkartılan Perde Açılıyor (1964) yazısına bir göz atalım:
“(…) Her tiyatro, örgüt bakımından bazı yerde devlete, bazı yerde Belediye’ye bağlıdır ama işine ve idaresine sanatçılardan gayrısı, burnunu sokmamıştır. Çünkü Tiyatro Aristophanes zamanından beri topluma önderlik eder, devleti, hükümeti idare edenleri denetler. Her konuda yol gösterir, Görevi gerçeği, güzeli, iyiyi tanıtmaktır. Bunu nasıl yapar bilir misiniz? Şöyle: Gerçeği, yalancıların, mürailerin, yobazların, dalaverecilerin, gözü doymaz midecilerin ahlaksızlığını, kapkaççılığını, kalpazanlığını ortaya koyarak gösterir. (…)Eski Yunan’da tiyatronun görevi, toplumun yararına güdülecek amacı çizmekti. Onun için Eflatun, Atina cumhuriyetinin demokrasiyle değil, tiyatrokrasi (theatrocrat) ile yönetildiğini söylemiştir. Resmi iktidar çevresinin dışındaki gerçek iktidar yalnız tiyatrodaydı. Bugün dünyada basının yaptığı görevi, tiyatro yapıyordu. Gören göz, işiten kulak, söyleyen ağız, hüküm veren hakim sorguya çeken savcı tiyatroydu. (…) Haydi bu zevat bunları okumadılar, duymadılar, diyelim. Yakın yılların Türk tiyatro tarihini de mi işitmediler? Memleketimizde tiyatronun, çocukluk çağı sayılan senelerinde sarayın istibdadı, zaptiyesi, sansürü, zindanı, sürgünü altında bile tiyatronun Osmanlı imparatoruna başkaldırdığını, kafa tuttuğunu da mı okumadılar? (…)Tiyatro her zaman olduğu gibi o günlerde bile öncülerin tek sığınağı olmuştur. Her zaman, her yerde olduğu gibi gericileri ürküten, kötüleri korkutan niteliğini bugün de kaybetmemiştir. O zamanlar padişahın emriyle Saray Başkatibi Ali Rıza Paşa tarafından Sadrazamlığa gönderilen şu mektuba bakınız: ‘Tiyatroda icra olunan oyunla tertip edenler tarafından asla ehemmiyet verilmeyip hürriyet kelimesinin dahi haddinden fazla kullanılarak birtakım münasebetsiz oyunlar oynandığından bundan böyle bunun gibi ahlak bozucu olan oyunların yasak edilmesine dikkat ve itina olunması.’ Bu vesika ile Şehir Meclisi’nden tiyatroya dil uzatan ağız arasındaki benzerliğe bakınız bir kere.”
Bu benzerlikleri “günümüz”le koşutlayarak sürdürmeye çalışacağım; “siyasal erk-yerel yönetim”, aracı “sanat” ve Ayşegül Çelik’in “Ölmeyi Bilen Adam-Muhsin Ertuğrul” adlı önemli kitabından yararlanarak…
Fırat Güllü Mimesis’teki yazısında diyor ki: “(…) Sanatın olanaklarını ve ifade araçlarını geliştirmeye dönük bitip tükenmek bilmez bir araştırma ve öğrenme çabası. (…) İktidar ve bürokrasi mekanizmaları karşısında asla taviz vermeyen onurlu bir duruş. Ayşegül Çelik’in Muhsin Ertuğrul’u en genel hatlarıyla bu değerlerin bir toplamı olarak çıkıyor karşımıza.”