Zafer Diper
Geçen yazıdaki örneklerim Cahide Sonku, Deniz Akbulut, Sami Hazinses, Sevim Şengül, Suphi Kaner ve Yıldırım Önal’dı…
Bir yazar dostum, “Onlar sahne sanatlarına, gösteri dünyasına gönüllerini vermişler…” diye kestirmeden şiirsel girişince, peki ben ne dedim ona: “Gönlün batsın e mi!”
Oyuncu Yadigar Ejder: Dile mile kolay değil, saysan dilin kurur: 1000 film çevirmiş Yadigar… Kendisine ait bir evceğizi nasıl olmaz?! Hadi geçtik iyeliğinden(mülkiyet), kira parası cebinde olmaz mı?! İkisi de olmadı… Kışın ortasında, kirayı ödeyemediği için evinden atılıp da, Taksim Parkı’nda, bir banka uzanınca, sabah temizliği yapan çöpçüler ne buldular dersiniz acaba? Soğuktan kaskatı kesilmiş, donmuş bir beden…
Mesut Engin: 1973’de Ses Dergisi’nin düzenlediği Artist Yarışması’nda ‘kral’ seçiliyor; ardından da fotomodellik, mankenlik yapıyor, çok sayıda filmde oynuyor. 1976’da geçirdiği trafik kazasında sağ el bileğinin sinirleri kesiliyor, yaşama küsüyor ve alkolle sığınıyor. Ünü, işi mişi bitiyor. Giderek çevredeki esnafın ‘dede’ diye seslendiği Engin, bir süre İzmir’de Karayolları Bölge Müdürlüğü karşısındaki otobüs duraklarında, banklarda yatıp kalkıyor. Onların desteğiyle yaşamını sürdürüyor… Bir dilenci çetesi tarafından zorla dilendirildiği bile söyleniyor. Darülaceze’ye yerleştiriliyor. 2011 yılında öldüğünde dostlarından arayanlar olup olmadığı yönündeki soruya karşılık kardeşi Engin Kundak; “Kimse aramadı. Kimseyi de suçlamıyorum. Cenazeden haberleri olmamış olabilir…” diyor; ne desin?!.. Bir gazetede bir okuyucu bu konuya şöyle değiniyor: “Dizilerden milyonlarca dolarlar kazanılıyor. Neden hiçbir makam; dizi, televizyon ve film yayınlarından gelir getiren bir fon kurup bakıma muhtaç kişilere yardım etmiyor…” Ayrıca, diyor ki: “Yeşilçam utansın!” Bence sözün doğrusu: devlet utansın!
Türk devletinin korumasız, güvencesiz bıraktığı sanatçılara yapıp ettikleri, çektirdiği acılar, ayıplar anlatmakla bitmez. İnanılması güç öykülerdir çoğu; geçmişten günümüze dek sürüp giden… Derken, dirsek teması bir konu, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü girmez mi araya… Ve bildirilerde demeçlerde şöylesi tümceler geçmez mi: “Tiyatrocular ve oyun yazarları tarihte birçok sıkıntılarla karşılaştılar ancak tiyatro her zaman varlığını sürdürdü…” Bize ne “varlığından, hep var olacağından”… Şimdilerde, cep delik cepken delik çoğu tiyatro okullarını bitirmiş gençler deli danalar gibi sağa sola koşturup dururken, bir iş bir aş ararken, bu tip konuşmalar beni çıldırtıyor… ”Özgürlükçüdür, özgürlüktür tiyatro” derken bildirinin birinde, ben tersten okuyorum bunu da ve herhalde umarsızlıktan ve “açlıktan ölebilme özgürlüğü”nden söz ediliyor diye düşünüyorum. Devamına da bakıyorum: “Aydınlanmadır. Uygar insan düşünen, yorumlayan, araştıran, eleştiren, özgün insan olmalıdır.” Bu laf salatalarıyla bir sanatçının karnının doymayacağı, kendisine gereksindiği donanımlara ulaşamayacağı ve böylelikle kendini geliştiremeyeceği de ortada. Çünkü kitap alamaz, gidemez, göremez, yiyemez içemez, gezemez… Bu gençlerin parası yok ki… Yazar dostuma, bir yaşantıyı aktarıyorum: “Şimdi utanıyorum kendimden… Öyle dedim, çalışmaya geç gelen bir oyuncuya…” “Ne dedin?” “Neden zamanında sahnede değilsin, herkes seni bekliyor!” dedim. “O ne dedi?” “Yol parası 4 TL. tutuyor. Onu da zor buldum buluşturdum bir yerden…” dedi. “Benden isteseydin ya…” dedim ve sonra da saçmaladım: “Para bulamıyorsan tiyatro yapma! Sanatla uğraşma…” Ama ben bu işsizliği çözeceğim, kendimi bağışlatacağım…” “Ne zaman?” “Haftaya!” “Nasıl yapacaksın bunu?.. “E, ben de yazıyorum, değil mi?” Önce şaşırıyor, “Yani anlamadım,” diyor, “yazıyla mı?” “Evet… Evet de, ne gülüyorsun öyle sinsi sinsi…” “Kusura bakma” diyor, “sinirlerimi bozdun da biraz…”