Zafer Diper
Bizim Tiyatro, 32.yılında Çinli yazar Nick Rongjun Yu’nun Yalanın Ardındaki oyununu sergiliyor Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde… Basında çıkanlardan beğeni topladığı anlaşılıyor. Özetle şunlar denmiş:
“Yaşadığımız şehirlerde ölüler sokakları doldurmaya devam ediyor… Suça parmak izi bırakanlar bu ölülerin hakim olduğu şehirde özgürce sokaklarda ölü olarak dolaşmaya devam ediyor… Karısını öldürmekle suçlanan bir psikiyatristle, kendini cinayeti çözmeye adamış bir dedektif arasında geçen gerilim yüklü sorgulama, sorgulananla sorgulayanın ilginç yer değişimleri, izleyiciyi “suç ve ceza” kavramı üzerinde düşünmeye çağırıyor. Bir yandan da “erkek kişilik” tanımının irdelenmesi sayılabilecek iç çözümlemeleriyle oyun, ilginç bir biçime evriliyor. Erkekliğin, karşı cins üzerinden oluşumunu alabildiğine sorgulayan oyun, baskı-şiddet, psikolojik işkencenin toplumsal boyutlarını araştırıyor… Oyunun kurgusu ve sahneye uyarlanması çok başarılı… Oyuncular sahnede müthiş performans gösteriyor…”
“Hey ufaklık,” diyorum, “sen hala gidip izlemedin şu oyunu.” Eleştirime değinmiyor, “Sana diyeceklerim var,” diyor ciddiyetle. “Hayırdır,” diyorum içimden; “gene ne haltlar karıştırdı sınıfta? Görüşmeye mi çağıracak müdür yine?!” Ne düşündüğümü duyumsadığı belli oluyor: “Korkma,” diyor, “bir bela açmadım başına!” “Sen kendin bir belasın yavrucuğum!” diye takılsam da sevecen, aldırmıyor, geçiveriyor sorusuna: “Sen şu yalan’la ardındaki’ni anlatsana bir…” “Yalan; şu sana verdiğim kitabı okudun mu dediğimde, bir aydır sürekli ‘başlıyorum’ demen ama başlamamandır!” “Pekiii, ardındaki ne?” “Ne ne?” “Soruyor musun acaba bu çocuk ne yapıyor ne ediyor bütün gün okulda? Yorgun argın dönüyorum eve… Canım kitap yüzü görmek istemiyor.” “Sana ders kitaplarından değil; roman, öykü şiir ne olursa, söz verdiğin ‘her gün en az yirmi sayfa okuma’dan söz ediyorum.” “Ödevler de var, zaman kalmıyor.” “Vah vah vah,” diyorum, “ne de işkenceler çekiyormuş bizim ufaklık eğitim öğretimde…” “Alay ediyorsun benimle…” “Her yalanın ardında bir ‘neden(ler)’ vardır demek istiyorum… Gerekçesiz yalan olur mu hiç. Aldatmak amaçlı, bilerek ve isteyerek gerçeğe aykırı konuşuyorsan bunun adı yalan değil de nedir sence?” “Ben yalancı, kötü birisi miyim o zaman?” diye üzgün duruşlarda(pozlarda)alttan alıyor… “Genelde yalan, törel(etik) anlamda kötücül olarak nitelendirilse de her yalan için söylenemez bu, kimileyin yararlı da olabilir; örnekse, benim üzülmemem için söyleniyorsa hani… Değişken konu; koşullara ve yorumlara bağlı…” “Sen lisedeyken felsefe dersinden kaç alıyordun?” “Konuyu dağıtmasan olmuyor mu? Benim derslerim iyi değildi, bir tek kompozisyonun dışında…” “Yani güzel hoş da,” diyor, “zor, karışık anlatıyorsun biraz…” “Ne o kafan mı bulandı? Küçük beyimiz çok mu yorgunlar?” “Haydaaa…” “Peki, düz gidelim… Halkın, vatandaşın, senin sıradan yalanların bir yana da siyasette, devlette sonuçları ağır, korkulu(vahim)… ‘Eşitlik ve paylaşım’ var deniyorsa ama yoksa; ‘özgürlük ve bağımsızlık var’ deniyor da yerinde yeller esiyorsa, ‘yoksulluk yok, bitti’ deniyorsa ve diz boyu sürüyorsa gibi yalanlar, kimi birkaç örnek işte… Hele adalette!..” Bizim ufaklık kimileyin beni bilgiç bir öğretmen gibi görüyor ya aklı sıra dalgasını geçiyor gene: “Dur dur, bu kaçıncı ders; adalet, no kaç?..” “Ne sayısı!” diyorum. “Adalet, ana ders… Hani bu dersten çaktın mı sınıfta kaldın sayılırsın hep…”