Zafer Diper
Gazetemizde yayınlandıktan sonra, kimi siteler köşelerine koyuyorlar yazımı. Galata Gazete, Mimesis, Tiyatronline gibi… Başı çeken bir diğeri de (dört yıla yakın) Evet benim (evetbenim.com)… Yöneticisi de ekinsel (kültürel) birikimi, niteliğiyle sevgili Tevfik Yalçın. Geçenlerde, şunları sordu: “Merak ediyorum. Şu sizin ufaklığı çizmeye kalksak nasıl çizeriz? Yaşı kaç? Ne giyer, nasıl oturur, elinde ne taşır?..” Ben de yanıtladım: “Ufaklık’ın, betimsiz olması, daha güzel değil mi?.. Yine de belki bir gün dile getirilebilir. Ne var ki önce benim bilmem gerek(!)…” Şimdi düşünüyorum da şakayla karışık konuyu geçiştirdim mi acaba? Şöyle mi demeliydim yoksa: “Ufaklık’ın özellikleri saymakla bitmez gerçekte ama onları dillendirsem var ya, beladır bela. Aman bulaşmayın. Evet, bunca yıllık hukukumuza dayanarak bir iyilik yapmış olayım, ayrıntılarına girmeyeyim ve siz de bunun için bana teşekkür edin…”
Bizim ufaklık dün gene çöreklendi başıma. “, Sorgusundan sualinden hoşlanmıyorum değil, ancak vır vır vır: “Barış… İmralı… Barış süreci???” Öyle sıkıştırıp durma beni!” diyorum; “Kazık kadar oldun ama sürekli hooop armut piş ağzıma düş…” “Ben tembel değilim!” diye çıkışıyor. “Kendin oku araştır canım; öncelikle ‘savaş’ ne?..” “Öyle yapıyorum, taa Osmanlı’dan… Ha, senin Savaştan Barıştan oyun metninden arakladım biraz, söyleyeyim…” “Kopya mı çekiyorsun?” “İzin ver de, nerde tıkanmış kalmışım, neden yardım istiyorum, anlatayım…” “Ay, yardım mı istiyorsun? Ders falan mı bu? Böyle ödev vereceklerini hiç sanmıyorum…” “Dinleee!” diye sesini bir yükseltiyor ki… Vallahi haklı, çıldırttım çocuğu. Susuyorum. Elindeki kağıda bir sürü notlar almış, okuyor: “Osmanlı imparatorluğu hep yayılma politikası izlemiştir. Yönetim bu niteliğini İslamlığı yayma yani cihat ülküsüyle süslemiştir. Aklı ve bilimi ihmal etmiş, son dönemlerinde ekonominin tamamen dışa bağımlı hale gelmesiyle de, sanayileşme ve kültürel aydınlanma konusunda geç kalınmıştır… Osmanlı toplumunun ekonomisi sanayi ve ticaretten çok fetihlere ve ganimete dayanıyordu. Halk, kendi topraklarında geçimini sağlamak, yaşamını sürdürebilmek yerine, cepheden cepheye koşturulmuştur…” Birden, bir attın üstüne biner gibi yapıyor, “Dehhh…” diyorum, “dıgıdık dıgıdık… Seferden sefere… Kanuni kumandasındaki Osmanlı ordusu… İleri, Belgrat üzerinden Viyana’ya…“ Sultan Süleyman’lı at olmam ufaklığın hoşuna gidiyor ve bana öykünerek odanın ortasında “dıgıdık dıgıdık” diyerek dönüp duruyor… Ama uzattıkça uzatıyor. Durduruyorum: “Atçılık oynamayı bırak artık!” “Ama sen başlattın,” diyor. Didişmeye gelmez: “Sulandırma,” diyorum sertçe, “sordunsa, dinle!.. Savaş, sınıfların doğuşu ve sömürünün başlamasıyla ortaya çıkıyor. Eski çağlarda savaş bir ülkeyi yurt edinme, yağmalama, haraca bağlama ve köleleştirme amaçlarıyla yapılıyor. Yeniçağlarda, tüketim pazarları ile hammadde kaynakları bulmak, ülkeleri sömürgeleştirmek ve halkları bağımlılaştırmak için savaşılmakta. Altında ekonomik etkenler, sınıfsal çıkarlar yatıyor. Ayrıca, sömürgeleşmiş, bağımlılaşmış ülkeler de özgürlükleri için savaşıyorlar…” Öyle durmuş, izliyor mu dinliyor mu belli değil. “Aval aval bakma yüzüme çocuğum,” diyorum. “Bunları da yazsana!” O, başka yerlerde; “Dünya Savaşıyla ilgili belgesel izledim dün…” diyor. “İyi yapmışın da,” diyorum, “hangisini? Sıraya koyarsak Birinci ve İkinci Dünya Savaşı… Sonra Soğuk Savaş Dönemi… Vietnam… Sonra…” “Yorma kendini,” diyor, “çocuk oyuncağı benim için. Bulur çıkartırım hepsini metninden. Sen de nasılsa tırtıklamışsındır onları bir yerlerden.” “Bak şuna; kafamdan mı uydursaydım yani?!” diyorum. “Konuyu dağıttın,” diyor, “sorular, uçtu gitti kafamdan…” “Barış’ı soruyordun…” diyorum; “Ben de diyorum ki sana: önce ‘savaş’ı sorgula!”