[Aşağıda Emine Kınacı tarafından, Zehra İpşiroğlu ile yeni kitabı “Aydınlanan Yollar, Kardelen Öyküleri” ile ilgili yapılmış bir söyleşiyi bulabilirsiniz.]
Zehra İpşiroğlu’nun “Aydınlanan Yollar, Kardelen Öyküleri” için, daha önce yazdığı “Özgürlük Yolları” kitabının devamı niteliğinde diyebiliriz. Özgürlük Yolları’nda göçmen işçi çocukların hikayeleri anlatılıyordu. “Aydınlanan Yollar”da ise, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin burslu kız öğrencilerinin hikayeleri anlatılıyor. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Van’daki kardelen hikayeleri var. Bu bölümde henüz yaşamlarına nasıl yön vereceklerini bilmediğimiz, kendilerine dayatılan yaşamları mı kabul edecekler yoksa kendi yaşamları için mücadele mi edecekler diye sorguladığımız bitmemiş öyküler yer alıyor. İkinci bölüm ise, onlara dayatılan yaşamdan sıyrılmış ve kendilerine İstanbul’da yeni bir yaşam kurmuş iki kardelen hikayesinden oluşuyor. “Aydınlanan Yolla”r kitabını okurken, aklımda hep Toplum ve Bilim Dergisinin “Erkeklik” sayısı vardı. Derginin bu sayısında, birçok değerli yazarın “erkeklik” kavramı üzerine yazdığı makaleler var. Kitaptaki yaşamları okurken hep bu makalelerden cümleler geliyordu aklıma. Erk, erkek, güç, iktidar ve bu iktidarın devamlılığını sağlamak…Van’daki kız çocuklarının yaşamlarını bu kavram yönetiyordu ve bunun devamlılığını sağlayan ya da kırmayı başaran ise yine kadınlardı. “Kırmayı başaranlar” dedim ama erkek iktidarının devamlılığını tamamıyla kırmak çok zor görünüyor. Ama imkansız değil. Sadece kısa bir zamanda gerçekleştirilebilecek bir şey değil. Bunu kitabın ikinci bölümünde yer alan iki kardelen öyküsünden de anlıyoruz. İlk bölümü okurken yaşanan belirsizliği bu bölüm bir nebze de olsa hafifletiyor.
Van’daki kız çocukları
1.Van’daki kız çocuklarının yollarını açmaları için tek yönlü bir çözüm yokmuş gibi görünüyor. Sizce de öyle değil mi?
Tabii sorun çok boyutlu, bütün bir zihniyetin ve bütün bir yapılanmanın zaman içinde değişmesi gerekiyor. En acil yapılması gerekense kız çocuklarının okumalarının ve meslek sahibi olmalarının yollarının açılması. Bu doğrultudaki çalışmalar ÇYDD gibi sivil kuruluşlar tarafından yıllardır sürdürülüyor. Çocuklara burs verilerek okutulmalarının sağlanması çok ama çok önemli bir adım. Ama gene de yeterli değil. Çocuğu bütüncül bir bakışla ailesi, akrabaları, çevresi, kısaca yaşadığı ortam içinde görmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor. Burs verilen çocukların gelişmelerinin tek tek izlenmesi, aileleriyle sürekliliği olan ve karşılıklı güvene dayanan bir diyalog kurulması önemli. Bütün bunlar yapılmasına yapılıyor ama yeterli değil, çünkü ÇYDD’nin Van Başkanı Armağan Bayraktar gibi bu işe gönül verenler gene de parmakla sayılacak kadar az. Doğu Anadolu’da kadınlar için farklı dünya görüşleri olan ve farklı alanlarda çalışan sivil örgütlenmeler var. Bunların arasında çok daha yoğun bir işbirliğinin sağlanması gerekiyor.. Çocuklara yatırım yapılmak isteniyorsa anne ve babalara da yatırım yapılması ve onların kazanılması gerekiyor. Sözgelim babaya iş bulma, anneye okuma yazma öğretme, ailenin sağlık sorunlarıyla ilgilenme vb. girişimler ailelerin bakışlarını da doğal olarak pozitif yönde değiştirecektir.
Annelerin konumu
2. Erkeklik inşasının devamlılığını sağlayan ya da kırmayı başaran yine kadınlar değil mi? Çünkü kendi iktidarını korumak için kadınları sindirmeye çalışan erkekler de bir zamanlar çocuktu ve onları büyüten birer anneleri vardı. Eril düşünme biçimiyle büyütüldüler. Öyleyse bu düşünme biçiminin devamlılığını gene de kadınlar sağlıyor değil mi?
Bu aslında doğru. Kadınların değeri erkek çocuk doğurdukları oranda artıyor. Aileye gelin gelen genç bir kadının hiçbir hakkı yokken, aileye erkek evlat verince güç ve iktidar sahibi oluyor. Çocuklarının geleceğini de hem eğitim yoluyla ailede kız ve erkek çocuklara verilen rolleri pekiştirerek, yani ayırımcılık yaparak hem de dolaylı yoldan yani babayı güdümleyerek, ikna ederek o belirliyor. Yani kadın eril sisteme ayak uydurduğu oranda güç kazanıyor. “Özgürlük Yolları”nda annenin nasıl olumsuz bir rol oynayabileceğini anlatıyorum. Yalnız kızlar değil paşa gibi yetiştirilen ve görünüşte her hakka sahip olan oğullar da bunun altında çok eziliyorlar. Örneğin anlattığım öykülerden birinde bir gencin Alman bir sevgilisi var, onunla evlenmek istiyor. Aile, özellikle de anne buna şiddetle karşı çıkıyor. Genç, sevgilisiyle birlikte evden kaçıyor, ama beş paraları olmadığından geri dönüyor ve aileye boğun eğip sevgilisinden ayrılıyor. Anne de Türkiye’ye giderek köylerinden bir ithal gelin getirip oğlunu neredeyse zorla evlendiriyor. Bu evlilik yürümüyor. Kısa süre sonra ayrılıyorlar. Türlü hayallerle Almanya’ya gelmiş olan gelin de süklüm püklüm dönüyor köyüne. Genç adam tekrar Alman sevgilisine geri dönmek istiyor, ama ihanetin acısını çeken kadın onu kabul etmiyor. Bakın, ailenin, özellikle de annenin etkisiyle üç insanın yaşamı kayıyor: Oğulun yaşamı kayıyor . Alman kadın ihanetin acısını tüm yoğunluğuyla yaşıyor . Gelin baştan yanlış bir evlilik yaparak mutsuz oluyor. Bunun gibi onlarca trajik olaylar yaşanıyor ailelerde. Kız çocuklarına gelince, onlar genellikle annenin baskısı ve denetimi altında eziliyorlar. Tutucu ailelerde kızların herhangi etkinliğe katılmasına, örneğin okul gezilerine, doğum günü partisine gitmelerine vb. izin verilmiyor. Öte yandan kadınlar arasında bir uyanış da başladı. Özellikle aşırı baskılı ortamlarda, belki de iyice dibe vurdukları bir noktada kadınlar karşı koymaya başlıyorlar.
3.Yani kadınlarda bir bilinçlenmenin başladığını söyleyebilir miyiz? Kitabın ikinci bölümünde tüm baskılara karşın kendi yolunu bulabilmiş, kendilerine yeni bir yaşam kurma yolunda epey adım atmış iki genç kadının hikayesi var. Bu hikayelerde en çok dikkatimi çeken, birçok ortak yanlarının olmasıydı. Yıldız’a da Elif’e de kendi yaşamlarını kurma yolunda en çok destek olan anneleri ve anneanneleriydi. “Biz çektik, kızlarımız çekmesin. Onlar bizim gibi olmasın”, diyerek kızlarına destek olmuşlardı.
Kadınlar daha farklı bir yaşam biçiminin olabileceğini görüyorlar en azından. Televizyonun her eve girmesinin belki de en iyi yanı bu. Bu açıdan kızları için de kendi yaşamlarından farklı bir yaşam istiyorlar. Ben çektim, hiç olmazsa o çekmesin diyebiliyorlar. En azından daha iyi bir geleceği düşleyebiliyorlar kızları için. Ama buna bilinçlenme diyebilir miyiz bilemiyorum, çünkü erkeği üstün gören bir bakışı içselleştirmişler gene de. Erkektir hakkıdır düşüncesini öylesine benimsemişler ki, bunu kırmaları elbette çok güç. Bazı anneler kocalarından şiddet görme pahasına kızlarını gene de sonuna kadar desteklemekten kaçınmıyorlar. Bunun altında çok ezilen, bu yüzden kendilerini suçlayarak büyük iç çatmalar yaşayan kızlarla karşılaştım.
Erkeklik kavramının sorgulanması
4. Erkekler ise çocukluktan itibaren kendilerine koşulsuz verilen gücün elbette ki devamını istiyorlar. Bu sebeple de kendilerinden zayıf ve güçsüz gördükleri kadınları sindirme yoluna gidiyorlar. Yine erkeklerin erklerini devam ettirmek istemelerinin bir nedeni de erkeğe yüklenen rollerin herhangi birine sahip olmadıklarında toplum tarafından kabul görmemeleri. Konuya erkekler açısından yaklaşırsak, neler söyleyebilirsiniz?
Son yıllarda erkeklik kavramını da sorgulayan yayınlar çıkmaya başladı. Nedir erkeklik? Neden erkek güçlü olmak zorunda? Sorumluluk neden hep onun üstünde? Şiddet kültürü ile erkeklik arasında nasıl bir bağlantı var?, bu vb. sorunlar geniş çapta tartışılabiliyor artık. Sözgelimi Pınar Selek Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabında şiddet kültürünü asker toplum olmamıza ve gelenekler bağlı olmamızla açıklıyor ve erkeği erkek yapan iki olgu üstünde duruyor: Sünnet olma ve askere gitme…Aslında bu da bir eğitim sorunu. Erkekler kızlarla eşit değerlerle yetiştirilebilseler, cinsiyetleri birbirinden kesin bir biçimde ayıran bir rol ayrımı olmasa, şiddet olgusu da çok daha azabilirdi. Ama bakın, her şey ayrımcılığa dayanıyor, kullandığımız dil, içselleştirmiş olduğumuz atasözleri. Özellikle erkek çocukların ağzından düşmeyen küfürleri düşünün, her zaman kadını aşağılayan cinsel içerikli sözlerdir. İşin tuhaf yanı, biz kadınların da erkek söylemini doğal karşımamamız, dahası hoş görmemiz… Ama bu konuların üstünde düşünmeye ve sorgulamaya başladığınız anda gençlerin de bakışı yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Üniversitedeki deneyimlerimden biliyorum, yazınsal metinleri feminist açıdan inceleyen bilimsel çalışmalarda erkeklerin bakışları, duruşları kısa sürede değişiyor. Rolleri sorgularken, kendilerini de sorguluyorlar. “Özgürlük Yolları”nda bunu somut örneklerle gündeme getiriyorum.
5. Bitmemiş öykülerle başlayıp umutla biten bu öykülerde, kendi yolunu bulabilmiş Kardelenlerin yaşamlarını sadece şans mı yönetiyordu belirlemiş? Eğer şansın değil çabanın ürünüyse, Van’daki kardelenler için de bir çıkış yolu bulunabilir mi?
Bu çıkışın bulunabilmesi için gerek devletin gerek sivil örgütlenmenin Doğu Anadolu’ya çok daha fazla yatırım yapması gerekiyor. Devlet bazında durum gerçekten hiç iç açıcı değil. 4+4+4 yasasıyla kızların okumaları engellenirken, kürtajı yasaklaması girişimiyle kadınlara tam bir darbe vuruldu. Ama buna öyle bir tepki oldu ki, kürtaj yasaklanması durduruldu. Tecavüz davalarında mahkemelerin verdiği kadını, kız çocuklarını korumayan, hatta aşağılayan, örneğin 13 yaşındaki kızın onlarca erkekle kendi rızasıyla birlikte olduğuna yönelik insanlığa ve hukuka aykırı kararlar vs. yine aynı zihniyetin ürünü. Yine sivil örgütlerde, sosyal paylaşım sitelerinde buna gelen tepkiler onca olumsuzluğun içinde umut verici ve sevindirici gelişmeler… Keşke çeşitli kadın örgütlerini dayanışma içinde bir araya getiren bu tür tepkiler daha çok olabilse. Aslında kadını yok sayan, hiçe sayan bir yönetim biçimi var bugün. Kadınlar bilinçli olabilseler onlardan hiçbir oy alamaz bu hükümet. Sadece kadınların başkaldırısı bile bu bağnaz hükümetin gitmesi için yeterli bence. Öte yandan şu da bir gerçek ki, AKP öncesindeki yönetimler de kadınlar için hiçbir şey yapmadılar. Yani eril sistem öteden beri vardı. Şimdi din sömürüsünün de gündeme gelmesiyle birlikte büsbütün körüklendi. Sivil örgütlenmeye gelince, evet Doğu Anadolu’da ÇYDD, Kader, Kamer vb. kuruluşlar bir şeyler yapıyorlar, ama aslında aralarında yoğun bir işbirliğinin olması gerekiyor bir şeylerin uzun sürede değişebilmesi için.“Aydınlanan Yollar”ın ilk bölümünde benimle yolculuğa çıkan okuyucu, Van’daki varoşlarda ve Van ve Ağrı çevresindeki köylerdeki insanların öykülerini dinlerken yer yer gerçekten umutsuzluğa kapılıyor, öte yandan oradaki çocukların direnme gücü, umutları, hayalleri gene de bir çıkışın olabileceğini gösteriyor.
Babaların açısından
6. Kitapta beni çok düşündüren bir baba var. Ercişli sporcu kızlardan Fadime’nin babası… Fadime, göğüsleri çıktığı, boyu uzadığı, kısaca büyüdüğü için okuldan alınıyor. Babanın açıklaması bu ve sizin konuşma çabalarınıza karşın da hiçbir şey değişmiyor. Sizi dinlemiyor, hatta sizin deyiminizle kendince sizinle dalga geçiyor. İşte kitapta buna benzer birkaç örnek var. Ben böyle durumlarda umutsuzluğa kapıldım. Böylesine dar görüşlü bir babaya ne yapılabilir ki? Bu baba nasıl ikna edilebilir? Fadime’nin yolu nasıl açılabilir? İnanın bu sorulara ben bir cevap bulamadım. Bizim yapacağımız bir şey yok da bu durumda iş Fadime’ye mi düşüyor?
Sorun karmaşık ve çok boyutlu. Babanın dar zihniyeti, mahalle baskısı, sosyal ve ekonomik sorunlar hepsi karmaşık bir bütünü oluşturuyor. Sosyal devlet anlayışının hiç mi hiç olmaması belki de sorunun temelini oluşturuyor. Şu an babanın okuldan ve spor takımından alarak eve kapattığı Fadime, kardeşlerine baktığından ve bütün ev işlerini üstlendiğinden işe yarıyor, kısa vadede zengin bir kocaya verildiğinde gene işe yarayacak, çünkü baba yüklü bir başlık parası alacak. Yani baba kızının yaşamını belirlerken şu andaki ve yakın gelecekteki çıkarını düşünüyor doğal olarak. Daha ötesini göremiyor, belki görmek de istemiyor, çünkü babanın açısından geleceğe yatırım yaparak kızı okutmak biraz şans oyunu oynamaya benzemiyor mu?. Bu kumarı göz alsa, belki de kız okuyup da bir meslek sahibi olunca ailesine daha yararlı olabilecek. Ama bunun bir garantisi yok ki. Çünkü tersi de olabilir, yani kız çekip gidebilir ve ailesinin yüzüne bir daha bakmayabilir. Yani kızın kendi ayaklarının üstünde durması, kendi yaşamını biçimlendirmesi babanın pek işine gelmiyor, çünkü o zaman ipler onun elinde olmayacak. Özellikle yaşadığı ekonomik sıkıntı, babanın her şeye kendi çıkarı açısından bakmasına yol açıyor. Kadına değer verilmeyen bir ortamın içinde olması da sizin deyişinizle dar zihniyeti büsbütün körüklüyor. Baba kızını doğal bir biçimde kendi kapitali gibi görüyor, hele güzel ve becerikliyse bu mal onun için büsbütün değer kazanıyor, onu kolay kolay elden çıkartmak ister mi hiç? Bir de tabii mahalle baskısının yarattığı başka türlü korkular var, ya kız kötü yola düşerse, baştan çıkarsa gibi korkular. Örneğin okuyan kızların pek çoğu evlenmiyor ya da çok geç yaşta evleniyor. Bu bile türlü söylentilerin çıkmasına yol açıyor. O zaman da baba bütün köye rezil olacak. Tabii bu söylentilerin de temelinde kadına kendi yaşamını dilediği gibi yaşama hakkını tanımayan ataerkil zihniyet yatıyor. Sorunu bütün içinde gördüğünüzde babanın katılığını da daha iyi anlayabiliyorsunuz, kaygılarını, korkularını… Önemli olan babaya alternatif gösterebilmek, onu bir şekilde kazanabilmek. Bu da tek tek kişilerin yapabileceği bir iş değil.
7. Bazen diyorum ki kadını hiçe sayan erkekleri bir eğitim kampına soksak, çıktıklarında da çağdaş insanlar oluverseler, ne güzel olurdu değil mi?Bu işin hayal kısmı tabi ama “Yapıcılığın Gücü Türkan Saylan’la Söyleşiler” kitabınızı ve Türkan Saylan’ı düşündüğümde bu uçuk hayal bile olabilir geliyor, biliyor musunuz?
Aslında o kadar uçuk değil. Batıda bu tür çalışmalar var. Yani sadece erkeklere yönelik terapi kursları, psikolojik danışmanlık filan. Özellikle şiddete eğilimi olan erkeklerle bu tür çalışmalar yapılıyor. Ama bizim sorunumuz az önce de söylediğim gibi çok daha karmaşık. Feodal ve ataerkil bir yapılanma içinde erkek şiddet kültürünün içine doğuyor. Yani o kültürün bir parçası haline geliyor. Bunun dışına çıkanın erkekliğinden şüphe ediliyor, alaya alınıyor, aşağılanıyor. Tabii eğitim de önemli. Bu nedenle de bence daha bebek yaştan itibaren kadın-eşitliği bilincinin verilmesi gerekiyor. Bundan bir süre önce genç arkadaşlarım anlatmışlardı, bir buçuk yaşlarındaki oğulları sabahın erken saatlerinde öonları yataklarına tırmanarak uyandırmaya çalışıyormuş. Önce öperek, işe yaramayınca da vurarak. İlk anda sevimli bir öykü gibi dursa bile düşündürücü. Çünkü çocuk istediğini güzellikle olmayınca zorla elde etmeyi daha bebek yaşta bilinçaltına kaydediyor. İşte daha bebekken yaşadıklarımız bizim bugünümüzü ve yarınımızı belirliyor. Benliğimiz, kişiliğimiz, yaşam karşısındaki duruşumuz hep geçmişte yaşadıklarımıza bağlı. Bizim toplumumuzda erkek çocukların kız çocuklarına oranla atılgan, yaramaz, saldırgan olmaları çok doğal, dahası öyle olmayan çocuklar alaya alınır, ötekileştirilir. Yani çocuklar daha çok küçük yaşta cinsiyetçi bir bakış açısını içselleştiriyorlar.
Çocuklar kimin umurunda!
8.Van’daki kardelenlerin öykülerini kitaplaştırma fikri de bildiğim kadarıyla Türkan Saylan ile ilgili belgesel film projesi üzerinde çalışırken ortaya çıktı. Onların hikayelerini kaleme dökmek isterken aklınızdan geçenler neler geçiyordu? Neden böyle bir kitap yazmak istediniz?
Çocuklar, çocukluk konusu hiç de önemsenmiyor toplumumuzda, dahası küçümseniyor. Eğitim konusu da öyle. Yoksa çoktan eğitim ve öğretim alanında önemli altyapısal değişiklikler olurdu. Tam tersine bu alandaki yapıcı girişimler sadece sivil örgütlenmenin sınırları içinde kalıyor. Bir de tabii Fetullahçılar bu konuyu çok ciddiye alıyorlar, çünkü kendi ideolojilerine uygun yeni bir kuşak yetiştirmek istiyorlar. Doğu Anadolu on yıllardır hiç bir yatırım yapılmayan, sadece terör olaylarıyla sesini duyuran terk edilmiş bir bölge. Oranın çocukları ise kimin umurunda! Baştan böyle bir kitap yazmak yoktu aklımda. Ama oraya gittikten sonra, başka bir şey düşünemez oldum. Çocuklar kimsenin umurunda olmasa bile, gene de mutlaka ama mutlaka yazmam gerekiyor diye düşündüm.