Üstün Akmen
Tiyatro Pera, 2012-2013 sezonunu Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği “Ah Smyrna`m, Güzel İzmir’im” oyunuyla açtı. 20 Mayıs 2012’de, “18.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali” kapsamında prömiyer yapan ve İKSV ile kotarılan bir ortak yapım olan oyunda Kazankaya, 1923 yılı İzmir’ini konu almış. Savaşın sona erdiği, Rum ve Türk topluluklarının karşılıklı göç etmesini zorunlu kılan “Mübadele Yasası”nın yürürlüğe girdiği günlere dalmış.
Kazankaya’yı Severim
Nesrin Kazankaya, hiç kuşkum yok; söyleyecek sözü olan, içinde kendisini yıpratan ya da sürekli diri tutan dertleri olduğu için tiyatro yapan bir değerimiz. Bu oyununda da oyun yazarlığındaki üstün gözlem gücünü ortaya döküyor, yazarken dönemsel fotoğraflar çekiyor. Aklıyla çektiği fotoğraflarda, politik hataların insan yaşamını nasıl alt üst ettiğini mükemmel bir kurguyla işaretlerken, kıyasıya da eleştirmeyi amaçlıyor.
Ama Eleştiririm De…
Gel gelelim, oyunu izlerken, evin emektarı Müzeyyen’in kocasını Yunanlılar öldürmüş olduğu halde, yine de bu aileye sadakatle hizmet etmesinde bol miktarda “hamaset” kokladım. Kardeşi Mehmet, evin 16 yaşındaki kızı Lefkothea’ya âşık olup, gebe bıraktığında Rum ailenin tepkisizliğini duyarsızlığa mı, uygarlığa mı, yoksa korkaklığa mı bağlayacağımı şaşırdım. Bu arada, evin reisi Konstantinos’un savaşı emperyalistlerin oyunu olarak değerlendirmesinin altını neden bu denli yumuşak çizmiş anlayamadım. Yenge-enişte ilişkisinin o ortamda ne işi olduğunu da kavrayamadım. Uzun mu uzun repliklere ne gerek gördüğünü kendi kendime tanımlayamadım. Repliklerin azımsanmayacak bölümünün Rumca olmasını, Rumcanın Eleni karakteri dışında bu kadar fazla kullanılmasına ne gerek bulunduğunu araştırdım, ama çıkaramadım. Başarılı Dramaturg Şafak Eruyar’ın metindeki gereksiz bölümleri nasıl olup da budamadığına şaşırdım.
Homeros Mecazı
Diğer taraftan, 1919-1922 yılları arasında Rumların Türklere reva gördüğü eza-cefayı, keza 1921-1922 arasında Türklerin Rumlara uyguladığı vahşeti, Mehmed ile Theodopulos’un dansı kavgaya dönüştürecek mertebedeki düşmanlığın sergilenmesi olarak verişini alkışladım. Müzeyyen’in oğlu Ali Rıza’yı ailenin sünnet ettirmesini ve aile bireylerinin çocuğa değerli armağanlar vermesini, hatta kendi evlerine yerleştirilecek Giritlilere, kalan eşyalarını nasıl pay etmesi gerektiğini Müzeyyen’e anlatmalarındaki tarafsız inceliğe şapka çıkardım. Türk-Yunan savaşını Homeros’un destanıyla özdeşleştiren Ilias karakterini yüreğime bastım.
Yaratıcı Kadro
Emil Tan Erten’in müzik demetine söz bulamadım, ama Cem Atilla-Güneş Çağlar ikilisinin zeybek dansı koreografisinde, duruşların ve ifadenin çok fazla öne çıkarılmamış, uyulması gereken kuralların, yapılması gereken figürlerin saptanmamış olduğunu “mal bulmuş mağribi gibi” yakaladım. Zeynep Özden, ışık düzeninde döneme ait renkleri, atmosferi bir araya getirmeyi savsaklamıştı, Fatma Öztürk kostümleri tasarlarken eseri iyi incelemiş, dönemsel giysiler tasarlamış ve saç modelleri belirlemiş, bunları yaparken eserde rol alan oyuncuların rollerini ve tipleri de dikkatten kaçırmamıştı. Başak Özdoğan sahnenin görsel ve plastik yanını olanaklar dâhilinde oluşturmuş; formuyla, stiliyle, sahne boşluğundaki dağılım ve kompozisyonuyla başarıya ulaşmıştı, eleştirmen olarak kıvandım.
Sahneleme
Nesrin Kazankaya oyunu sahnelerken devinimlerin, jestlerin, tavırların bütününü; fizyonomilerin, seslerin, sessizliklerin uyumunu pek güzel sağlamıştı. Gel gelelim, örneğin ilk tabloda Eleni’nin gazetelerin tarihlerini incelemesi, Ilias’ın sahneye girip, salonda dolanması, sonra bahçeye gitmesi gibi bölümlerin oyunu sarkıtmasını önleyememesine takıldım. Lehçe sorununa çare bulamamış; Ali Rıza’yı, Theo ile Mehmed’in kavgaları sırasında başına yorganı çekip uyutmakla hata etmişti. Lefkothea’nın hamile olduğunu açıklamasından sonra aile bireylerinden birinin dahi bir hayret nidası çıkarmasını ya da şaşkınlık emaresi göstermesini sağlamamış olmasına; Theo-Mehmed çatışmasında Eleni’nin tepkisizliğine fırça dokundurmamasına vallahi kızdım(!).
Oyuncular
Oyunculardan Mehmed’de Doğan Akdoğan “mış” gibi yapıyordu, ama duygulanımlarını da soğukkanlılıkla üretemiyordu. Ilias’da Emre Çakman, Theo’da İlker Yiğen iyiydiler. Umut beslediğim Linda Çandır, ne mutlu bana ki beni oyuna getirmemişti, hamlığını giderek üzerinden atmaktaydı. İlk kez izlediğim Selin Sevdar, rolden çıkmamaya titizlik gösteriyor; samimiyetine inanmamız gereken Lefkothea olduğu yanılsamasını bozmuyordu. Konstantinos’ta Muhammet Uzuner, yönetmenin seçtiği kodlamaları kusursuz uygularken, kendi kabul ettiği oyun konvansiyonlarına da hâkim oldu. Nesrin Kazankaya, Ionna karakterini bütünlük yanılsaması yaratan doğalcı oyunculuğuyla yorumlarken, Eleni’de Aysan Sümercan fiziksel yapıya yasladığı, ağırlığı vücut hareketleri ve estetiğe dayalı oyunculuğunu konuşturdu, ama nedendir bilmem gereksiz oranda ağırdı.
Oyunun yıldızıysa bana göre Defne Halman’dı!
Halman, sürekli denetim altında tuttuğu oyunculuğunu, fiziksel durumunun bir öğesi durumunda olan mimiklerini olayın bütünlüğünü aktarıcı bir etmen olarak başarıyla kullandı, ortaya son derece sevimli bir Polyxeni çıkardı.
Alkışını hakkıyla aldı.