Metin Boran
Bugün ramp ışıklarında tiyatro, sahne, gösteri, eleştiri ve tanıtım anlamını yitirdi. Tıpkı Alman filozof Theodor Adorno Hitler rejiminin kara yüzü Auschwitz toplama ve imha kampında yaşanan vahşeti kastederek “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” cümlesiyle çağın utancına dikkat çektiği gibi…
Bu gün Türkiye’de yaklaşık 700 mahkum bedenlerini ölüme yatırarak hak mücadelesi veriyor. Bu yazı yayınlandığı gün açlık grevlerinde 55 gün devrilmiş olacak. Uzmanların açıklamalarına göre gelinen nokta ölüm sınırı demek ve herkes artık toplu ölüm olayının yakın olduğundan söz ediyor.
Bulunduğumuz eşikte dünyevi olan bütün değerler anlam ve önemini yitirmeye başlamış, yaklaşan trajedinin altında ezilmekle yüz yüze kalmıştır. Çünkü artık bu eşiğin bir adım ötesi zulüm ve barbarlığın yaşama alanı bulduğu ve insanlığın uygarlığa bir kez daha leke sürdüğü bir dönem olarak tarihe geçecek. Akıl, vicdan ve merhamet sahibi hiçbir yurttaş bu lekeye ortak olmamalı ve dahi izin vermemelidir.
Çözüm bulunmaz ve cezaevlerinden peş peşe ölüm haberleri gelirse bu utancın altında kalır yetkililer. Bu noktadan sonra tutsakların ‘talepleri yerine getirilemez’ gibi gaddar ve kinci bir yaklaşımın çok fazla anlamı yok.
Yaşadığımız bu kara günlerde toplumun büyük çoğunluğu içinde sanat, edebiyat, eğlence, medya, akademi, tıp ve iş dünyasının da yer aldığı en etkin kesim cezaevlerindeki bu çığlığa kulaklarını tıkamış görünüyor. İnsanlığın bittiği ve vicdanların köreldiği bir noktaya doğru koşar adım ilerliyoruz hep beraber.
Bir ülkenin cezaevlerinde 700 insanın ölüm sınırına yaklaşması esasında toplumun genelini tedirgin etmesi gerekirken en başta siyasal iktidar, yaklaşan bu vahşeti inatla yok sayıyor ve duyarsızlığa bir anlamda çanak tutuyor.
İktidar sahipleri kendi içinde tutarsız ve çelişik bilgilerle olayın vahametini hafife alan açıklamalarla bilgi kirliliğine zemin hazırlayarak mahkumların eylemini “şov yapıyorlar”, “aslında aç kalan falan yok” sözleri ile değerlendirerek kamuoyunu yanıltan açıklama ve yaklaşımlarla yaklaşan trajediyi görmek istemiyorlar.
Bu yaklaşıma paralel olarak özellikle iktidara yakın medya grupları konuyu ya çarpıtarak sunuyor ya da haberlerinde yaygın olarak kullanmaktan kaçınarak gerçeği gizliyor.
Tıp dünyası ve üniversiteler resmi siyasetin payandası olmuş, bilim etiği ve bilim insanı kimliğinin resmi söylemin ağırlığı altında ezilmesine fırsat vermişler ve sindirilmişlerdir. O cephede büyük çoğunluk sorunu yok sayan, görmezden gelen bir tavırla, yaklaşan vahşet karşısında suskun ve duyarsız kalarak kendilerini gizlemektedir.
Hak talep etme savaşımının en radikal ve sonuçları itibarıyla da en trajik yöntemi olan açlık grevleri ve ölüm oruçları, tutsakların mekansal olarak zor koşullar altında yürüttüğü bir eylem biçimi olarak kuşkusuz sorgulanabilir ve olumlanmayabilir. Ancak gelinen nokta da bu durumu tartışmak sorunları çözmez ve ölümleri engellemez.
Türkiye toplumu bu trajediyi yakın zamanlarda iki üç kez yaşadı. Geçmişte yaşanılan bu vahşetten herkes payına düşeni aldı. Devleti yöneten, siyasi ve idari sorumluluğu paylaşan yetkililer, gelinen noktada daha duyarlı davranarak yeni bir vahşetin önüne geçmeli ve bu ölümleri durdurmalıdır. Yakın tarihte yaşanılanlardan ders alınmalı ve her ne sebeple olursa olsun bedenlerini ölüme yatıran bu insanların sağlık ve hayatından sorumlu olan yetkililer kin ve öfke ile değil daha insancıl bir yaklaşımla bu vahşetin önüne geçmelidir. Yazıyı Adorno’nun Alman yetkililere söylediği bir cümle ile bitirerek duyarlılık çağrısını yineleyelim;
“Düşüncelerinizi ve davranışlarınızı öyle bir ayarlayın ki, Auschwitz tekrarlanmasın, asla benzeri olmasın!”