Üstün Akmen
Hedda Gabler”, dünya tiyatrosunun önemli yazarlarından Norveçli Henrik Ibsen (1829-1906)’in 19. yüzyılın sonunda yazdığı bir anti-kahraman oyunu. Hayatta sevgi ve saygı gibi önemli değerleri bir kenara iten, diğer taraftan insanların kaderlerinde önemli değişiklikler yaratıp onlara hükmetmeyi benimseyen Hedda Gabler’in öyküsünü, 2012-2013 sezonunda Emre Koyuncuoğlu’nun yönetiminde bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBBŞT) yapımı olarak izlemekteyiz.
Emre Koyuncuoğlu, dramaturgi altyapısından gelen çözümlemeci bakış açısıyla, Hedda’nın oyun boyunca sergilediği aşırı gergin, hırçın, saldırgan davranışlarını boğucu kentsoylu evliliğinde aramış, ararken kadın özgürlüğü ve eşitliği sorunsalını kurcalamış. Üst sınıftan gelen Hedda’nın Jörgen gibi iyi yürekli, saf, ancak sıradan ve sönük bir kentsoylu kocayla evlilik hapishanesine düşmesinin altını çizmiş, çizerken metni güncellemek istemiş, ama güncelleyememiş. Biçim denemiş, oyunculara seyircinin gözleri önünde “antre” bekletmiş, ama hiç kimse “antre tamam da, oyuncuyu çıkışlarda bekletmek de neyin nesi” dememiş? Oyuncunun çıkışından sonra, üçgen podyumda süren oyunu izlemesinin seyirci üzerindeki yanıltıcı etkisi hiç hesap edilmemiş.
Eleştirmeden Duramıyorum(!)
Diğer taraftan, Hedda’nın Jörgen’e: “… Söylesene, şu garip sivri tepelerin adı neydi” sorusu üzerine Jörgen’in: “Onlar Dolamitler” yanıtındaki “Dolamitler” sözcüğünün doğrusunun “Dolomitler” olup olmadığını araştırmasını Koyuncuoğlu’na öneriyorum. İkinci perdede Thea ile Berta (yazılı eserde Berta’nın adı Berte olarak geçiyor)’nın tablosundaysa Elçin Atamgüç’ün izleyiciye arkasını dönmesini engelleyeceğine inanıyorum. Gene ikinci perdede, Hedda’nın Berta’ya: “… kaloriferi yak, üşüyorum” demesi, yani havanın soğuk olduğunun anlaşılması üzerine (hatta yazılı metinde Elvsted büyükçe bir şala sarınmıştır) Hedda, Jörgen geldiğinde nasıl oluyor da evde giydiği giysiyle bahçeye çıkıyor, içeri döndüğünde kapıyı nasıl oluyor da açık bırakıyor, yeniden gözden geçirmesi gerekir diye düşünüyorum.
Çeviri
Emre Koyuncuoğlu, Yılmaz Öğüt’ün çevirisine (Mitos Boyut Yayınları-2011) nedense itibar etmemiş, Başak Erzi ile el ele verip eseri baştan çevirmiş. Bu zahmete hangi gerekçeyle katlandıklarına karışmak haddim değil, ama Koyuncuoğlu-Erzi ikilisi yazarın tavrını ve konuya yaklaşımını eseri çevirirken tam anlamıyla duyumsayamamış. Duyumsayamadıkları gibi, esere Hedda’nın hamileliği gibi gereksiz kimi durumlar, fuzuli bazı replikler eklemişler. Bu arada, Çiğdem Borucu Erdoğan’ın müziklerinin “eh” kıvamında olduğuna da kıyısından değiniveriyorum. Gamze Kuş, Hedda’nın “kafasında yaşattığı geçmişle, tarihle, düzenle, dönemle” soyut üçgenler oluşturan Hedda’nın evini (ya da Brack’in “üçgen” olarak betimlediği ilişkiyi) döner sahnede üçgen podyum olarak tasarlamış, ama bu özgün düşünce ne yazık ki seyirciye pek geçememiş. Diğer taraftan, seçtiği etki sağlayan aksesuarlar dar ve sıkışık alan oluşturmamış, beyaz ton kullanması mekânların olabildiğince büyük algılanmasını sağlamış. Gene de, keşke yüksek vazoları küçük vazolarla kombinleyerek hareketli bölümler yaratsaydı, keşke büyük yumurta biçimli aksesuarın arkasına yerleştirdiği, birinin içinde kasımpatıları, diğerinde papatyalar olan iki vazoyu biraz daha yüksek tutsaydı demeden geçemiyorum. Kostüm tasarımı kimin bilemiyorum, ama hiç de kötü değil diyorum, gene de Brack (ayakkabısı hariç) ile Thea’nın giysileri neden hiç değişmiyor işin orasına akıl erdiremediğimi dillendiriyor, Hedda ilk tabloda sabahlık giyseydi daha iyi olmaz mıydı diye soruyorum. Cem Yılmazer’in ışık düzenininse görüntünün ardında gizlenen derin niteliği verebilmesi açısından başarılı bulduğumu deyiveriyorum.
Oyunculuklar
Oyunculardan Elçin Atamgüç’ü (gerçi yazarın Berte’yi: “… kırsal kökenli, yaşlıca, basit görünümlü bir hizmetçi” tanımlamasına pek uymuyor, ama) oyununu başarılı buluyorum. Hala’da Alev Oraloğlu, görevini yapmakta diyorum. Benim yıllardır yakın plan izlediğim oyunculardan Meriç Benlioğlu’nun oyunun sonuna doğru Hedda-Thea-Lövborg’lu tabloda geçirdiği sinir krizindeki abartıyı, yapmacıklığı kendisine hiç yakıştıramadığımı huzurlarınızda itiraf ediyorum. Tarih Doçenti Jörgen’de Ertuğrul Postoğlu, dilini ve vücudunu iyi kullanıyor; Yargıç’ta Eraslan Sağlam için, oyuncunun tutum ve davranışı arasındaki diyalektik ilişkiyi iyi biliyor diyorum da, Sağlam’ın Yargıç’ı hangi gerekçeyle efemine çizdiğini anlamlandıramadığımı açık yüreklilikle söylemek istiyorum. Lövborg’da Mert Tanık’ın, dile getirebilme ve bedensel anlatım gücüyle bu kere de sivrildiğini ifade ediyorum. Mert Tanık gibi bir oyuncuyu izlemekten her keresinde keyif alıyorum.
Gözbebeğim Şebnem Köstem
Benim gözbebeklerimden Şebnem Köstem’e gelince: Köstem, Hedda’nın başa çıkamadığı varoluş gerçeğini bedeninde, dolayısıyla kadınlık rol ve kimliğinde, Hedda’nın kendisiymişçesine seyirciye algılatıyor. Hedda’nın bilinçaltının işleyişini, düşlerde olduğu gibi çağrışımlar ve simgeler aracılığıyla imgeler yaratışını sürekli aksiyonlar yaratarak veriyor, özellikle de saç uçlarıyla oynamak yoluyla özgüvensizliği bir güzel dile getiriyor.
Helal olsun! Köstem, gönlümdeki “iyi oyuncu” tahtına bir kez daha kuruluyor.