Bir Sanat İşçiliği Kılavuzu: Maupassant’dan ‘Roman Üzerine’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

Maupassant’ın en kısa romanı Pierre ve Jean’a önsöz olarak yazdığı ‘Roman Üzerine’yi 15 yıldan fazla bir süre önce okumuştum. O zamandan beridir aklımda hep şöyle bir sahneye iliştirilmiş olarak durur:

Bir ovanın ortasında büyük bir ağaç, ağacın biraz açığında bağdaş kurup oturmuş, ağaca bakan, belki çocukluktan yeni çıkmış biri.  Bu ağaçta başkalarının tasvir etmediği ve onu diğer ağaçlardan ayrı kılan ne var, onu düşünüyor.

Belleğime epey silik ve olası ki tadil edilmiş halde sızan bu sahnenin yazarının Maupassant olduğuna eminimdir, ama nedense Flaubert’in gibi gelir. Neden sonra, bir yoldaşın kitaplığının dışına atmak için hazırladığı kitaplardan birinin arasında Pierre ve Jean’ı bulunca, önsöze sarıldım. Sayfalar ilerledikçe, bu sayfa bu kitapta değil miydi, yoksa Flaubert’in bir kitabında mı okumuştum, hangisiydi acaba?.. diye düşünürken sonunda buldum ve anladım ki, bu Flaubert’in Maupassant’a verdiği bir yazarlık öğüdüdür:

Yetenek büyük bir sabırdır. Bir şey anlatılmak istendi mi, şimdiye kadar hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir yan buluncaya kadar o şeyi dikkatle uzun uzadıya gözden geçirmek gerekir. Her şeyde keşfedilmemiş bir yan vardır. Gözlerimiz her şeyi bizden öncekilerin bizde bıraktığı anılarıyla görmeye alışıktır. Oysa en ufak bir şeyde bile bilinmeyen bir yan vardır. İşte onu bulalım. Yanan bir ateşi ya da ovadaki bir ağacı betimlemek için, bu ateşin ya da ağacın önünde hiçbir ateşe ya da ağaca benzemeyecek bir yan buluncaya kadar duralım.

Bak hele tüm bunlardan ovada bir ağaç ve bir çocuk süzen belleğin işlerine… İşin tuhafı romanla ilgili önsözü dışında en ufak bir şey hatırlamıyorum; yeniden okumalıyım.

Önsöz’ü bu ikinci okuyuşumda aklımda kalan bazı satır başları:

Kitap iyi ama bu tam olarak roman değil” diyen bir eleştirmene yazarın cevabı: “Eleştirisiyle onur duyduğum yazarın da büyük bir eksikliği var: eleştirmen değil…” Neyin sanat olup olmadığı konusunda trafik polisliği yapmaya girişen herkese (“bu şiir değil manzume”, “bu tiyatro değil müsamere”, “sanatçı değil şarkıcı”) gelebilecek bir şarkı.

Maupassant’ın roman türünün kurala bağlanamayacağı görüşü, bence bütün türler için söylenebilir. Bütün türler evrimleşirler, ha bir gün başka bir tür adını alabilecek kadar ileri de gidebilirler, boy boylayıp soy soylayıp yeni adını törenle alana kadar da eski adı üzerine spekülasyonlara girişmenin gerçekten çok az kimseye faydası var. Kimilerinin türün normu olarak saptadığı bir “biçemde [de]bir yazı pekâlâ geçerli sayılabilir. Şu koşulla ki, bütün diğer biçemlerde yazılmış yazıları da geçerli saymak gerek.

“Akıllı eleştirmen”e yol gösteriyor yazar: “bir yazıda şimdiye kadar yazılmış romanlara en az benzeyen yanları aramak.” Bu öğüt aslında Flaubert’in bir ağaçta önceki ağaçlara en az benzeyen yanı aramak öğüdünün eleştiri alanına ekstrapolasyonu.

Özgünlük ve (benim pek önemli bir unsur olmadığını düşündüğüm o belirsiz) yetenek için şöyle diyor: “Yetenek özgünlükten doğar, özgünlük de özel bir biçemde düşünmek, görmek, anlamak ve yargılamaktır.”

Eleştirmeni okurların çoğu gibi  yazarları“ya haksız yere azarlamak ya ölçüsüz ve koşulsuz övmek”le suçlayan Maupassant, ona bir mutlak görelilik ve nesnellik öneriyor: Eleştirmenin bir sanat akımı olmamalı, tutkularından arınmalı, tarafsız olmalıdır; her eserin başarısını  eserin durduğu “okul” içinde saptamalıdır. (Oysa öznel eleştirinin de ideolojik eleştirinin de önemli eserler yarattığını biliyoruz.)

Gerçek bazen gerçeğe benzemeyebilir. Gerçekçi, eğer bir sanatçıysa, bize yaşamın bayağı bir fotoğrafını göstermeye çalışmayacaktır, belki bize gerçekliğin daha tam, daha heyecan verici, daha sağlam bir görünüşünü verecektir.

Böylece gerçekçi sanatın temel ilkelerini özetleyen Maupassant, bu orta uzunluktaki önsözde “idealist ve doğalcı”, “çözümlemeci ve çözümlemeci olmayan” vb. roman türleri üzerine önemli şeyler söylüyor. Ama en önemlisi, herhangi bir türde yazı yazmak isteyen herkesin faydalanabileceği öneriler. Öncelikle de sabır, kararlılık ve emek. Zira,

Gerçekten bugün bir insanın yazı yazmaya kalkışması için ya iyice deli, ya cüretkâr, ya adamakıllı kendini beğenmiş ya da aptal olması gerekir. Bu kadar farklı yaratılışta ustalardan, bunca dahiden sonra yapılmadık ve söylenmedik ne kalmıştır acaba?

Terentius’un diye bilirdim, meğer ta Eski Ahit’te söylenmiş bu söz: “Güneşin altında yeni bir şey yok.” Ama bu sözün ilk söylendiğinden bu yana geçen 3000 yılda söylenecek o kadar çok şey bulunduğuna göre, eğer Maupassant’ın bile kendini dahil etmediği “bu tür sıkıntılara sahip olmayan dâhiler” değilsek, sanat işçiliğinin asla ustalaşmayan çırakları olmak durumundayız. Maupassant bize vaat ediyor:

Sürekli çalışan ve zanaatını adamakıllı bilen bir kimse, anlayışlı, güçlü ve iyi bir gününde mutlu bir raslantıyla ruhunun bütün eğilimleriyle kaynaşan bir konuyla karşılaştı mı, yaratabileceği o biricik yetkin kısa yapıtı doğurmaması için hiçbir neden kalmaz.”

Önsöz: Roman Üzerine

Amacım hiçbir zaman biraz sonra burada okuyacağınız küçük roman biçemini savunmak değildir. Aksine, anlatmaya çalışacağım düşünceler Pierre ve Jean‘da giriştiğim ruhbilimsel inceleme türünün bir tür eleştirisi olacaktır.

Geniş anlamda romandan söz etmek istiyorum.

Yeni bir kitap yayımlandı mı, belirli eleştirmenlerin basmakalıp karşı çıkışlarıyla karşılaşan yalnızca ben değilim.

Belirli kalemlerin övgü dolu tümceleri arasında hep şunlara raslarım:

– Bu yapıtın en büyük eksikliği tam anlamıyla roman dediğimiz şeye uymamasıdır.

Buna yine aynı kanıtla şöyle bir yanıt verilebilir:

– Eleştirisiyle onur duyduğum yazarın da büyük bir eksikliği var: eleştirmen değil…

Peki öyleyse eleştirmenin başlıca nitelikleri neler olmalı?

Yan tutmadan, peşin düşüncelere saplanmadan, okul düşüncelerine takılmadan, hiçbir sanat öbeğine bağlanmadan en karşıt eğilimleri, en karşıt yaratılışları anlamalı, birbirinden ayırmalı, anlatmalı ve her tür sanat incelemesini de kabul edebilmelidir.

İmdi eleştirmen Manon Lescaut, Paul et Virginie, Don Quichotte, Les Liaisons Dangereuses, Werther, Les Affinités Électives, Clarisse Harlowe, Emile, Candide, Cinq-Mars, René, Les Trois Mousquetaires, Mauprat, Le Père Goriot, La Cousine Bette, Colomba, Le Rouge et Le Noir, Mademoiselle de Maupin, Notre-Dame de Paris, Salammbô, Madame Bovary, Adolphe, M. de Camors, L’Assommoir, Sapho, vb.den sonra: ”Filan romandır, filan roman değildir” diye yazmaya kalkışırsa uzman kişilere yakışmayacak bir şey söylemiş olur.

Genellikle bu tür eleştirmenler roman deyince, birincisi sergileme, ikincisi olay, üçüncüsü de sonuç olan üç perdelik bir tiyatro yapıtı biçeminde hazırlanmış, az çok gerçeğe uyan bir serüven anlarlar.

Bu biçemde bir yazı pekâlâ geçerli sayılabilir. Şu koşulla ki, bütün diğer biçemlerde yazılmış yazıları da geçerli saymak gerek.

Roman yazmanın kendine özgü birtakım kuralları var mıdır ki, yazılan herhangi bir öykü bu kurallara uymuyor diye roman denmesin de, başka bir ad takılsın?

Don Quichotte bir romansa Le Rouge et Le Noir roman değil de ne? Monte-Cristo bir romansa L’Assommoir başka bir şey mi? Goethe’nin Les Affinités Électives’ini, Dumas’nın Les Trois Mousquetaires’ini, Flaubert’in Madam Bovary’sini, O. Feuillet’nin M. de Camors’unu, Zola’nın Germinal’ini birbirleriyle karşılaştırmak olası mı? Bu yapıtlardan acaba hangisi romandır? Romanın bu ünlü kuralları nelerdir acaba? Bu kurallar nereden çıktı? Kim koydu? Bütün bu kurallar hangi temele, hangi yetkeye, hangi mantığa dayanıyor?

Böyle olmakla birlikte bu eleştirmenler bir yazının roman olup olmadığını kesin bir biçimde şüphe etmeden biliyor görünmekteler. Bu, kısaca şunu anlatır: Bütün bu eleştirmenler yaratıcı olmadıkları halde bir okula saplanmışlardır ve tıpkı romancılar gibi kendi estetiklerinin dışında oluşmuş ve düşlenmiş bütün yapıtları hiçe sayıp bir yana atarlar.

Oysa akıllı bir eleştirmen, bunun tersine, bir yazıda şimdiye kadar yazılmış romanlara en az benzeyen yanları aramalı ve gençleri olabildiği kadar yeni yollar üzerinde girişimde bulunmaya yönlendirmelidir.

Victor Hugo, Zola gibi yazarlar kompozisyonun kesin ve tartışma götürmez kurallarını -yani kişisel sanat görüşlerine göre gözlemlemeyi ve düşlemlemeyi- ısrarla ileri sürdüler. Yetenek özgünlükten doğar, özgünlük de özel bir biçemde düşünmek, görmek, anlamak ve yargılamaktır. İmdi sevdiği romanlardan edindiği düşüncelere göre romanı tanımlamaya kalkışan ve kompozisyonun değişmez kurallarını koyan eleştirmen hep, yeni bir biçem getiren sanatçı yaratılışıyla çarpışacaktır. Eleştirmen adını hakkıyla taşımaya layık olanlar, önüne konan sanat yapıtının yalnızca sanatsal değerini belirleyen bir tablo uzmanı gibi, hiçbir eğilime, hiçbir yeğlemeye, hiçbir tutkuya kapılmayan bir çözümlemeci olmalıdır.

Eleştirmen, her şeyi kavramaya elverişli olan anlayışıyla, sevmediği kitapları bile bir yargıç yansızlığıyla ortaya çıkarıp övebilmesi için kendi kişiliğini yeterince silmesini bilmelidir.

Fakat eleştirmenlerin çoğu okurlardan farksızdır. Onun için bizi ya haksız yere azarlar ya da ölçüsüzce ve koşulsuz överler.

Bir kitaptan, ruhunun yalnızca doğal eğilimlerini doyurmaya çalışan bir okur, yazardan egemen zevkine seslenmesini ister: okur, herhangi bir kitabı ya da bir parçayı ülkücü, şen, şuh, üzüntülü, düşlemci ya da olumlu düş gücüne uygun buldu mu, onu hemen benzersiz ya da iyi yazılmış diye nitelendirir.

Özetle okurlar birçok öbekten oluşmuştur. Her biri bir hava çalar; kimi:

– Beni avut.

– Eğlendir.

– Üz.

– Bende acıma duygusu uyandır.

Kimi de:

– Beni düşlemlere boğ.

– Beni güldür.

– Titret.

– Ağlat.

– Düşündür, der.

Bunlar arasından yalnızca birkaç seçkin, sanatçıdan şunu ister:

– Bana dilediğiniz biçimde, yaratılışınıza uygun güzel bir şey yaratın.

Sanatçı da bunu dener; ya başarılı olur, ya olmaz.

Eleştirmen, yargısını uğraşın niteliğine göre vermelidir. Sanatçının eğilimleriyle uğraşmaya hakkı yoktur.

Bu belki bin kez yazılmıştır. Ama gene de hep yinelemeli.

Yaşamı acayip, insanüstü, şairane, etkili, sevimli ya da benzersiz göstermek isteyen yazın okullarından sonra bize gerçeği, yalnızca gerçeği, bütünüyle göstermek isteyen bir gerçekçi ya da doğalcı okul doğdu.

İnsan, bu birbirinden ayrı sanat kuramlarını eşit bir ilgiyle karşılamalı ve bu kuramların kaynağı olan genel düşünceleri “a priori” kabul ederek oluşturdukları yapıtları yalnızca sanat değeri bakımından yargılamalıdır.

Bir yazara şairane ya da gerçekçi bir yapıt yazmak hakkını vermemek, onu yaratılışını değiştirmeye zorlamak, özgünlüğünü kabul etmemek, doğanın kendisine bağışladığı görüş ve zekâyı kullanmasına izin vermemek demektir.

Onu, çevreyi güzel ya da çirkin, küçük ya da yüce, hoş ya da korkunç gördüğü için beğenmemek, filan ya da falan biçime uymuş olduğu için beğenmemek, bizim görüşümüze uygun bir görüşe sahip olmadığı için beğenmemek demektir.

Onu özgür bırakalım, dilediği gibi anlasın, görsün, tasarlasın, yeter ki sanatçı olsun. Bir idealist hakkında mı yargıya varacağız; şairane bir coşkunluğa bürünelim, düşleminin bayağı olduğunu yeterince ateşli ya da benzersiz olmadığını ona göstermeye çalışalım. Bir doğalcı hakkında yargıya varırken de, yapıtındaki gerçekle yaşamdaki gerçek arasındaki ayrımı gösterelim.

Çeşitli okulların birbirine taban tabana karşıt birtakım kompozisyon yöntemleri kullandıkları ortadadır.

Kuraldışı ve çekici bir serüven çıkarmak için tekdüze, kaba ve hoşa gitmeyen gerçeği değiştiren romancı, okurların hoşuna gitsin, onları kışkırtsın, etkilesin diye gerçeğe pek fazla aldırmayarak olaylar üzerinde dilediği gibi oynamalı, onları dilediği gibi hazırlamalı, düzenlemelidir. Böylece romanının planı, ustalıkla sonuca götüren hünerli birtakım düzenlemelerin zincirlenmesi olur. İkinci derecedeki olaylar, ana ve kesin olayı oluşturan en yüksek noktaya, yani bitişin bırakacağı etkiye doğru derece derece artırılarak dizilmiştir; bu bitiş başlangıçta uyanan bütün merakları karşılar, ilgiye set çeker ve anlatılan öyküyü o kadar yetkin bir biçimde tamamlar ki, en fazla bağlandığımız kişilerin bile ertesi günü ne olacaklarını artık düşünmez oluruz.

Yaşamı olduğu gibi canlandırmak isteyen romancı ise, aksine, kuraldışı görünen olaylar dizisinden büyük bir dikkatle sakınmalıdır. Bu romancıların amacı, bize bir öykü anlatmak, bizi eğlendirmek ya da etkilemek değildir, belki bizi, olayların gizli ve derin anlamlarını anlamaya ve bunlar üzerinde düşünmeye zorlamaktır. O, artık göre göre, düşüne düşüne, evrene, nesnelere, olaylara ve insanlara özel bir görüşle bakar; bu görüş düşünceli gözlemlerinin birikmiş bir ürünüdür. İşte yaşam hakkındaki bu kişisel görünüşü bir kitapla canlandırarak bize duyurmak ister. O zaman yaşamın olayları karşısında kendisi nasıl heyecanlandıysa, bizi de aynı biçimde heyecanlandırmak için bu olayları gözümüzün önünde büyük bir titizlikle, olduğu gibi canlandırmalıdır. Özetle, yapıtını o kadar ustaca, o kadar değişik, o kadar sade görünür bir biçimde yazmalıdır ki, ne planı göstermek ya da kavramak, ne de amacı keşfetmek mümkün olsun.

Romancı bir serüven düzenleyip bunu, sonuna kadar ilgi çekici bir biçemde öyküleyeceğine, kişi ya da kişilerini yaşamlarının belirli bir döneminde ele almalı ve doğal bir biçimde daha sonraki dönemine geçmelidir. Böylece kâh çevrenin etkisiyle ruhların nasıl değiştiğini, kâh duyguların,tutkuların nasıl geliştiğini, sevişmenin, karşılıklı nefretin nasıl doğduğunu, sosyal yaşamın her evresinde nasıl bir boğuşmanın egemen olduğunu; politika, aile, para, kentsoylu çıkarlarının nasıl çarpıştığını göstermiş olur.

Artık planındaki ustalığı heyecanda ya da çekicilikte, çekici bir başlangıçta ya da heyecanlı bir sonuçta değil de, yapıta kesin anlamını verecek olan küçük küçük olayların toplanışında aramak gerekecek. Üç yüz sayfaya bir insanın on yıllık bir yaşam döneminde çevresini saran varlıklarla olan ilişkisini, karakteristik noktalarını, özelliklerini sığdırmak isteyen bir yazar her gün geçen sayısız küçük küçük olaylar arasından gereksiz olanları atmasını bilmeli, kitabın genel değerini, amacını belirtecek olan ve pek keskin görüşlü olmayanların öyle kolay kolay sezemeyecekleri olayları da özel bir biçemde aydınlatabilmelidir.

Kolaylıkla kavranabilir bir yol tutan eskilerin biçeminden bu derece ayrılan bir kompozisyon yönteminin neden eleştirmenleri bu kadar şaşırttığı artık kolayca anlaşılır. Çünkü eskilerin konu dedikleri biricik kalın sicim yerine çağdaş sanatçıların kullandığı gözle görülemeyecek derecede, incecik gizli ipleri fark edemiyorlar.

Özetle, dünün romancısı yaşamın bunalımlı dönemlerini, ruhun ve yüreğin uç durumlarını seçmeye ve anlatmaya çalıştığı halde, bugünün romancısı normal durumda bulunan bir yüreğin, bir ruhun, bir zekânın öyküsünü yazıyor. Erişmek istediği etkiyi ortaya çıkarmak, yani sade olan gerçeğin heyecanını duyurmak ve bundan elde etmek istediği sanatsal bilgiyi çıkarmak için, başka bir anlatımla çağdaş insanın, bütün çıplaklığıyla, nasıl gözünün önüne geldiğini anlatmak için, geri çevrilemeyecek derecede doğru ve gerçek olayları ele alması gerekir.

Ancak insan bu gerçekçi sanatçıların görüşüne yandaş olsa bile, yine de ”gerçekten başka bir şey yoktur, yalnızca gerçek vardır” biçiminde özetlenmesi mümkün olan kuramlarını hemen kabul etmemeli, üzerinde tartışmalıdır.

Amaçları belli ve geçerli bazı olayların felsefesini ortaya koymak olduğuna göre, olayları olasılıktan yana ve gerçeğe karşı olarak genellikle düzeltmek zorunda kalacaklardır. Çünkü:

Gerçek bazen gerçeğe benzemeyebilir.

Gerçekçi, eğer bir sanatçıysa, bize yaşamın bayağı bir fotoğrafını göstermeye çalışmayacaktır, belki bize gerçekliğin daha tam, daha heyecan verici, daha sağlam bir görünüşünü verecektir.

Gerçekten yaşamı bütün ayrıntılarıyla anlatmaya olanak yoktur. Çünkü yaşamımızı dolduran binbir çeşit anlamsız olayın her birini birer birer sıralamaya kalkışırsak, her gün için en aşağı bir cilt yazmak gerekir.

Öyleyse bir seçme yapmaktan başka çare kalmadığına göre ”yalnızca gerçek vardır” temeline dayanan kuram böylece ilk silleyi yemiş olmaz mı?

Üstelik yaşam en farklı, en akla gelmeyen, en karşıt, en tutarsız şeylerden kuruludur; son derecede haşindir, parça parça, bağsız anlatılamaz sıkıntılarla doludur, mantığa gelmez; karşıtlıklar içindedir. Özetle, bütün bunları ancak ”çeşitli olaylar” adı altında toplamak mümkün olur.

İşte bunun için sanatçı konusunu seçtikten sonra, raslantı ve gereksiz şeylerle dolu olan bu yaşamdan yalnızca kendi konusu için en gerekli karakteristik ayrıntıları almalı, geriye kalanları, bütün çevresinde olanları da atmalıdır.

İşte binlerce örnekten biri:

Şu dünyada her gün kaza sonucu ölenlerin toplamı bir hayli tutar. Fakat öyküde bir kaza yaratmak gerekince, konumuzun kahramanını, başına bir kiremit düşürerek ya da onu bir arabanın tekerlekleri altında ezerek öldürebilir miyiz?

Yaşamda bütün olaylar aynı plandadır, ya bir çırpıda oluşur ya da uzadıkça uzar. Oysa sanatta bir hazırlık, bir sakınım vardır, bir olaydan ötekine gizli kapaklı ustaca geçişler vardır, yalnızca bireşim ustalığı sayesinde, belirtilmek istenen özel gerçek ruhları iyice sarssın diye temel olaylar mümkün olduğunca aydınlatılır, ötekiler de önem derecelerine göre canlandırılır.

Öyleyse gerçeği yaratmak demek olayların alışılmış mantığına göre gerçeğin tam bir düşlemini kurmaktır; yoksa karmakarışık bir biçimde akıp giden olayların tıpatıp bir kopyasını ortaya çıkarmak değildir

Onun için yetenekli gerçekçilere hayalci (illusioniste) demek bence daha doğrudur.

Her birimiz organlarımızda ve kafamızda kendimize ait olan bir gerçeği taşıdığımıza göre, gerçekliğe inanmak ne kadar çocukça bir şey! Dünyada ne kadar insan varsa gözlerimiz, kulaklarımız, ağzımız, burnumuz da o kadar farklı gerçeklikler yaratır. Başka başka izlenimler alan bu organlarla beslenen ruhlarımız da, sanki başka başka ırklardanmış gibi her biri başka türlü anlar, başka türlü çözümleme yapar, başka türlü akıl yürütür.

Demek ki her birimiz, bu dünyanın yalnızca bir düşlemini yaratıyoruz; herkesin yaratılışına göre de bu düşlem bazen şairane, bazen duygulu, bazen şen ya da hüzünlü, bazen de soluk ya da iç daraltıcı olur. İşte yazarın öğrenip de ortaya koyabileceği bütün sanat araçlarını kullanarak bu düşlemi bağlılıkla yinelemekten başka yapacağı bir iş yoktur.

İnsansı bir icat olan güzellik düşlemi! İnsandan insana değişen çirkinlik düşlemi!! Değişmez gerçeklik düşlemi! Bunca insanı çeken soysuzluk düşlemi! İşte büyük sanatçılar insanlığa bu özel düşlemlerini kabul ettirebilenlerdir.

Artık hiçbir kurama kızmayalım; çünkü bu kuramlardan her biri kendi kendini çözümleyen bir yaratılışın genelleştirilmiş bir anlatımından başka bir şey değildir.

Bütün bu kuramlardan özellikle ikisi üzerinde çok tartışılmıştır. Bunlardan biri salt çözümlemeye dayanan roman görüşü, biri de nesnel roman görüşüdür. Bu görüşlerin ikisi de kabul edilip üzerlerinde tartışılacağı yerde, ikisi birbirinin karşısına konarak tartışılmıştır. Çözümlemeye yandaş olanlar; yazardan asıl olaylara ikinci derecede bir önem göstererek özellikle ruhun en ince yanlarıyla davranışlarımızı belirleyen en gizli etkenleri göstermesini isterler. Romanın varacağı nokta, basit çerçevesi, amacı, bundan ibarettir. Öyleyse bunlara göre düşlem gücüyle gözlemin karıştığı bu dakik ve kurgusal yapıtlar bir filozofun ruhbilim kitabı biçeminde olmalıdır; en uzak kaynaklarına kadar bütün nedenler ortaya konmalı, bütün isteklerin nedenleri anlatılmalı, dürtülerin, ilgilerin, tutkuların, içgüdülerin etkisi altında ortaya çıkan ruh tepkileri arasındaki farklar birer birer gösterilmelidir.

Nesnelliğe (ne biçimsiz söz) yandaş olanlarsa ötekilerin tersine olarak yaşamda geçen olayların bize tam bir imgesini vereceklerini ileri sürerek her türlü karışık açıklamalardan, etkenler üzerinde herhangi bir düşünce yürütmekten kaçınırlar, gözümüzün önünde yalnızca kişileri ve olayları canlandırmaya çalışırlar.

Bunlara göre, ruhbilim nasıl yaşamda olayların arkasında gizlenmişse, kitapta da aynı biçimde gizli kalmalıdır.

Bu biçemde düşlenen bir roman ilgiyi artırır, öyküye hareket verir, renk verir, canlandırır.

Böylece nesnel yazarlar bir kişinin ruh durumunu uzun uzadıya anlatacaklarına, bu kişinin bu ruh durumu, belirli durumlar karşısında istemsiz olarak nasıl bir tavır takınır ya da nasıl bir davranışta bulunur, işte bunu araştırırlar.

Yapıtın başından sonuna kadar kişileri, bütün bu edim ve davranışları iç dünyalarının, düşüncelerinin, istemlerinin, duraksamalarının tam bir anlatımı olacak biçimde hareket ettirirler. Özetle, ruhsal dünya ortaya konacak yerde gizlenir; yapıtın adeta iskeleti olur, tıpkı görünmeyen kemiklerin insan vücudunun iskeletini oluşturduğu gibi. Portremizi yapan ressam iskeletimizi gösterir mi hiç?

Bana öyle geliyor ki, bu biçemde yazılmış bir roman içtenlikten kazanır. Her şeyden önce de gerçeğe uyar; çünkü çevremizde dolaşan insanlar hangi etkenlerin etkisi altında davrandıklarını bize anlatamazlar.

Sonuç olarak şunu da unutmamak gerekir: İnsanları gözlemleye gözlemleye herhangi bir durum karşısında nasıl davranacaklarını önceden kestirecek kadar doğalarını kavrasak, kesinlikle ”filan yaratılışta olan filan adam filan durumda şöyle davranır” desek bile yine de bundan, kafasının bize tümüyle yabancı olan gizli yanlarını; içgüdülerinin bizimkilere hiç benzemeyen gizemli kışkırtmalarını, özetle organları, sinirleri, kanı, eti bizimkilerden tümüyle farklı olan bir yapının belirsiz duygularını birer birer gösterebileceğimiz anlamı çıkarılmamalıdır.

Yalnızca bilimi ve çalışmayı seven zayıf, yumuşak, tutkusuz bir adam, dehası ne olursa olsun; güçlü, taşkın, şehvetli, sert, her tür zevke, kötülüğe düşkün bir insanı, kendisinden bu kadar farklı yaratılışta olan bir adamı anlamak ve en derin duygularını, dürtülerini göstermek için, edimlerini ne kadar iyi kavrarsa kavrasın, ne kadar iyi anlatırsa anlatsın, yine de böyle bir adamın ne ruhunu, ne de bedenini tam anlamıyla kendinde duyabilir.

Özetle, salt ruh çözümlemesiyle uğraşanlar, romanlarında çeşitli durumlara göre ileri sürdükleri kişiliklerle ancak kendilerini ortaya koymuş olurlar; çünkü bizimle dış dünya arasında biricik araç olan, bize anlayışlarını kabul ettiren, duyarlıklarımızı ortaya çıkaran, bizi saran şeylerden büsbütün farklı bir ruh yaratan organlarını değiştirmelerine olanak yoktur. Derin ve bilinmez benliklerine girdiğimizi ileri sürdüğümüz kişiliklere, bu dünya hakkında ancak duyularımız aracılığıyla kendi düşüncelerimizi aktarabiliriz. Öyleyse bir kralın, bir yazmanın, bir hırsızın ya da bir namuslu adamın, bir aşiftenin, bir rahibenin, bir genç kızın ya da haldeki satıcı bir kadının kişiliğinde hep kendimizi gösteririz; çünkü sorunu kendi kendimize şu biçimde ileri sürmek zorundayız: ”Bir kralın, bir yazmanın, bir hırsızın, bir aşiftenin, bir rahibenin, bir genç kızın, bir satıcı kadının yerinde olsaydım acaba ne yapardım, ne düşünürdüm, nasıl davranırdım?”

Biz yapıtlarımızdaki kahramanları; doğanın aşılamaz organ setleriyle çevrelediği benliğimizin, ancak yaşını, cinsiyetini, toplumsal durumunu ve diğer yaşam koşullarını değiştirerek ortaya çıkarabiliriz.

İşte ustalık, çeşitli gizleme araçlarıyla bu benliği okurlara belli etmemektir.

Gerçeğe tıpatıp uymaması bakımından belki salt ruhbilimsel çözümlemeye karşı çıkılabilir; ama bu bize diğer yazınsal yöntemler kadar güzel sanat yapıtları veremez demek değildir.

İşte bugünkü simgecilerin sanatsal düşlem güçleri niçin saygıyla karşılanmasın? Bunların en dikkate değer yanları da sanatın benzersiz güçlükte bir şey olduğunu anlamış ve yaymış olmalarıdır.

Gerçekten bugün bir insanın yazı yazmaya kalkışması için ya iyice deli, ya cüretkâr, ya adamakıllı kendini beğenmiş ya da aptal olması gerekir. Bu kadar farklı yaratılışta ustalardan, bunca dahiden sonra yapılmadık ve söylenmedik ne kalmıştır acaba? İçimizden kim daha önce az çok benzeri yazılmış bir sayfa ya da tümcesiyle övünebilir? Bütün vücudumuzun sözcüklerle yoğrulmuş bir hamurdan oluştuğu izlenimini bırakacak kadar Fransız yazınına gömülmüş olan bizler, okurken bize uysal gelmeyen, hiç olmazsa belirsiz bir biçimde içimizde yaşamayan bir tek satıra raslıyor muyuz hiç?

Bilinen araçlara dayanarak halkı yalnızca eğlendirmeyi düşünen bir kimse, bayağılığının erinci içinde, güvenle, bilisiz ve eşsiz halk için yazı yazar. Ancak geçmiş yüzyılların yazınını yüklenmiş olanlar, bir türlü yetinemeyenler, daha iyisini düşledikleri için hiçbir şeyden hoşlanmayanlar, hiçbir şeyde tazelik göremeyenler, yapıtlarını anlamsız ve sıradanmış gibi görenler, en büyük ustaların ancak bazı sayfalarında aydınlattığı görülen yazın sanatının, kavranılamaz gizemli bir şey olduğu yargısına varırlar.

Bir hamlede içimize doğan, okunan yirmi dize ya da yirmi tümce sanki esine kapılmış gibi bizi yüreğimize kadar sarsar; ama daha sonra gelen dizeler, daha sonra gelen satırlar hep bildiğimiz dizelere, hep bildiğimiz satırlara benzer.

Dahilerin hiç kuşkusuz bu tür acıları, sıkıntıları yoktur. Çünkü onlar içlerinde her türlü engeli yıkan bir yaratıcı güç taşırlar, kendi kendilerini denetlemezler. Oysa bizim gibiler, yalnızca bilinçli, inatçı birer işçi olanlar ancak sürekli uğraşmaları sayesinde karşılaşacakları cesaret kırıcı durumlarla mücadele edebilirler.

İki kişi, sade ve aydınlatıcı dersleriyle, bana bıkmadan yeni yeni girişimlerde bulunma gücünü verdi. Bunlardan biri Louis Bouilhet, öteki de Gustave Flaubert’dir.

Yazmaya başlayıp da kendilerine gereğinden fazla güvensizlik gösteren bazı gençlere, birkaç satırla özetlenen bu öğütler belki yararlı olur diye burada onlardan ve kendimden söz ediyorum.

Flaubert’in dostluğunu kazanmadan aşağı yukarı iki yıl önce oldukça içten bir biçimde ahbaplık ettiğim Bouilhet, yanlışsız yazılmış yüz dize, hatta daha da azı, ikinci derecede bir adamın yetenek ve özgünlüğünü içerse bile, gene de bir sanatçıyı ünlü kılmaya yeter, diye diye sonunda şu düşünceyi kafama iyice yerleştirdi. Sürekli çalışan ve zanaatını adamakıllı bilen bir kimse, anlayışlı, güçlü ve iyi bir gününde mutlu bir raslantıyla ruhunun bütün eğilimleriyle kaynaşan bir konuyla karşılaştı mı, yaratabileceği o biricik yetkin kısa yapıtı doğurmaması için hiçbir neden kalmaz.

Artık anladım ki, en ünlü yazarlar bile genellikle bir tek yapıt vermiştir. Bu yapıtı vermek için de, her şeyden önce önümüze yığılan sonsuz sayıda gereç arasından, bütün yetilerimizle, bütün değerlerimizle, bütün sanatsal gücümüzle kaynaşabilecek olan konuyu bulup ortaya atmak yolunu bulmalıdır.

Daha sonra Flaubert de beni sevdi. Kendisini ara sıra görürdüm. Ona birkaç yazımı vermek cüretini gösterdim. Lütfedip okuduktan sonra dedi ki: “Yeteneğiniz var mı bilmem, getirdikleriniz anlayışlı bir adam olduğunuzu gösteriyor. Ama delikanlı -Buffon’un dediği gibi- yetenek büyük bir sabırdır, bunu hiçbir zaman unutmayın. Çalışın.”

Çalıştım, hoşuna gittiğimi anladığım için de sık sık evine gittim. Çünkü bana gülerek öğrencim demeye başlamıştı.

Tam yedi yıl şiirler, öyküler, kısa öyküler, hatta bir de çok kötü bir dram yazdım. Bugün onlardan iz bile kalmadı. Hoca hepsini okuyor, ertesi pazar yemek yerken de eleştirilerini yapıyordu. Böylece sabırla uzun uzun anlatılan derslerinden iki üç düşünce kafamda iyice yer etti. “Eğer insanda özgünlük varsa onu ortaya koymalı, yoksa onu edinmeye bakmalı” derdi.

-Yetenek büyük bir sabırdır. Bir şey anlatılmak istendi mi, şimdiye kadar hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir yan buluncaya kadar o şeyi dikkatle uzun uzadıya gözden geçirmek gerekir. Her şeyde keşfedilmemiş bir yan vardır. Gözlerimiz her şeyi bizden öncekilerin bizde bıraktığı anılarıyla görmeye alışıktır. Oysa en ufak bir şeyde bile bilinmeyen bir yan vardır. İşte onu bulalım. Yanan bir ateşi ya da ovadaki bir ağacı betimlemek için, bu ateşin ya da ağacın önünde hiçbir ateşe ya da ağaca benzemeyecek bir yan buluncaya kadar duralım.

İşte insan ancak bu biçimde özgün olur.

Üstelik yeryüzünde iki kum zerresinin, iki sineğin, iki elin, iki burnun bile birbirlerine benzemediği gerçeğini ortaya koyduktan sonra; beni, bir yaratığı ya da nesneyi iyice özelleştirecek, aynı ırktan ya da aynı türden olan yaratıklardan ya da nesnelerden ayırt ettirecek birkaç tümce bulmaya zorlardı.

Bana şöyle derdi: ”Kapısının önünde oturan bir bakkalın, piposunu tüttüren bir kapıcının ya da bir fayton durağının önünden geçerken; bu bakkalın, bu kapıcının davranışlarını, ustaca betimleme sayesinde manevi cephesiyle birlikte bütün maddi yanlarını o biçimde canlandır ki, onu hiçbir bakkalla, hiçbir kapıcıyla karıştırmayayım ve filan fayton atının neden önünde, arkasında duran diğer elli fayton atına benzemediğini bana bir tek sözcükle anlat.”

Deyiş üzerine düşüncelerini başka bir yerde uzun uzadıya anlatmıştım. Şimdi ileri sürdüğüm gözlem kuramıyla deyiş üzerine düşünceleri arasında sıkı bir ilişki vardır.

Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, kesinlikle onu anlatacak bir tek sözcük, canlandıracak bir tek eylem, nitelendirecek bir tek sıfat vardır. İşte insan, bu sözcüğü, bueylemi, bu sıfatı buluncaya kadar uğraşmalı; hiçbir zaman yaklaşık olanla yetinmemeli, hiçbir hileye, hatta başarılı bile olsa, yine de güçlüğü yenmek için dil şaklabanlıklarına başvurmamalıdır.

Boileau’nun:

“Yerli yerine konan bir sözcük, gücü gösterir” dizesini uygulamakla en ince şeyleri göstermek ve anlatmak olasıdır.

Zihnin bütün inceliklerini saptamak için, bugün, sanatçı yazısı adı altında ileri sürülen acayip, karışık, kalabalık, Çince sözcüklere gerek yoktur. Yalnızca bir sözcüğün tuttuğu yere göre aldığı türlü anlamları titizce bir anlayışla ayırmak yeter. Anlaşılamayacak olanlarını atarak az sözcük, az eylem, az sıfat kullanalım, ama buna karşılık ustalıkla biçilmiş uyum dolu vezinli, türlü türlü yapıda çeşitli tümceler kuralım. Sözcük koleksiyonculuğu yapacak yerde deyişimizi güzelleştirmeye çalışalım.

Gerçekten tümceleri dilediğimiz biçimde işlemek, ona her şeyi, hatta söylemediğimizi bile söyletmek, kapalı anlatımlarla, henüz sözde karşılığı bulunmamış gizli imgelerle doldurmak; yeni yeni deyişler uydurmaktan ya da kimsenin bilmediği eski kitaplar arasından kullanmadığımız, anlamlarını bilmediğimiz ve bizim için ölü birer sözden başka bir şey olmayan bu sözcükleri bulmaktan kesinlikle çok daha güçtür.

Zaten Fransız dili, o kadar duru bir sudur ki, onu şimdiye kadar hiçbir uydurma yazar bulandıramadığı gibi, bundan sonra da, hiç kimse bulandıramaz. Her yüzyıl bu duru suya, yeniliklerini, eski iddialı deyiş biçemini, yapmacıklarını atmıştır; ama bu gereksiz girişimlerin, bu anlamsız uğraşların hepsi de kaynamış gitmiştir. Bu dilin yapısı açık, akılcı ve güçlüdür. Zayıflığa, bulanmaya, bozulmaya olanak vermez.

Bugün soyut kavramlara dikkat etmeden betimlemeler yapanlar, tertemiz camlara dolu ya da yağmur yağdıranlar, meslektaşlarının sadeliklerine de taş atabilirler. Böylece bu taşlar belki birer bedeni olan meslektaşlarına çarpar ama bedeni olmayan sadeliğe hiçbir zaman dokunmaz.

Guy de MAUPASSANT

La Guilette, Etretat Ekim 1887

Pierre ve Jean, Cumhuriyet Yayınları, (MEB Dünya Klasikleri dizisi), İstanbul: 1999 (çev. Bedia Kösemihal) s. 9-26

Kitap http://m.friendfeed-media.com/e25c77e46a7f0bb34c64ac20bd5b9c6dea3c73ea adresinden indirilebilir yahut http://www.mcuma.com/ekitap/000039/000001.php adresinden online olarak okunabilir

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla