"Together in the Spotlight": Romanya Günlükleri ve Bir Aşk Tükürmesi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Sizin sınıfta yirmi beş yaş ve altı kaç kişi var senin dışında’ diye soran bir mesaj geldi telefonuma. Bir Exchange programı için Romanya’ya gidilecek ve üç kişi daha gerekiyor. Mesajı alınca çok mutlu oldum. Yıllardır görmek istediğim bir ülke idi Romanya.

Balkanların en ilgi çekici, en sıcak, en samimi dokunuşlarını taşıyan insanlar yaşıyordu orada. Folkloru, edebiyatı, gelenekleri ile başlı başına bir dünya olan Romanya! Ortak bir tarihin, ortak bir yaşayışın izlerini duyumsar, kendimden bir şeyler bulurum balkanlarda… Daha ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını düşünmeden ilk aklıma gelen ve yüzümü güldüren düşünce şu oldu. Balkanlara gidiyorum, Rus insanında yaşadığım sıcaklığı, samimiyeti geçen dört yılın ardından Romanya’da yeniden tadacağım, çok mutluyum. Ve gözümün önüne tek katlı, bahçeli kerpiç evlerinde oturan, sıcacık yüreğiyle sohbetini, yiyeceğini, içkisini paylaşan kadın-erkek yaşlılar geliyordu. Çünkü bu tadı en çok ve en derin son demlerini yaşamakta olan yaşlılardan alıyordum. Onlar, sözlerinde, bakışlarında ve dokunuşlarında bir tarihi, bir acıyı, bir tükenmişliği, bir uzaklığı ve birikmişliği taşıyorlardı ruhuma… Sovyet zamanlarının izleri vardı onlarda…


Başvurular, davetiyeler, vizeler, pasaportlar vs… Çeşitli evreler atlatıldı ve geldi çattı yolculuk zamanı. Hava limanına diğer arkadaşlardan önce varmıştım. Nedeni yolculuğa çıkacak olmanın verdiği heyecan değil, aynı günün sabahı bir iş görüşmesine gidip oradan hava limanına geçmiş olmamdı. Henüz zamanım vardı ve önceki günün uykusuzluğu da bastırınca check in yapılacak alanı belirledikten hemen sonra uzandım güzelim bekleme koltuklarına. Başka hava limanlarında pek az rastladığım türden bir ev sahipliği var yurdumun hava limanlarında… Bekleme koltukları, yolcunun bekleyeceğini garanti edercesine rahat ve bir diğer koltukla bölünmemiş sanki uzanılsın diye üzerine. Gerçekten de öyle bir tablo çarpıyor insanın gözüne bu limanda. Herkes evinde gibi sermiş bedenini uzanmakta… Ve bir diğerini yargılar hiçbir bakış yok etrafta… Bunları düşünürken yaymış olduğum bedende, dalmışım bende uykuya ve telefonun çalmasıyla döndüm yeniden dünyaya. Evet, bir yolculuğun yol arkadaşları birkaç dakika sonra yanımda… Pınar, Gizem, Müge… Çok az tanışıyoruz birbirimizle… Birinle az, birinle azdan biraz fazla, birinle daha fazla sıcaklık var aramızda… Ve güzel bir yolculuk başlıyor önümüzde… Ve daha iyi anlayacağız birbirimizi bu gidişte… Ne güzel dile getirmiş idi Marianna Pivikova ‘Birlikte girilen yolculuk ve paylaşılan zamandır tanıtan bir insanı başka bir insana… Ya bir iş ortaklığı ya da bir içki masası…’ Ama en önemlisi birlikte yola çıkmaktır. Çıkmadan önce çeşitli kaygıların, beklentilerin, düşüncelerin vardır. Ve bir yön belirlersin kendine. O yön, yolda şekillenir, değişir, dönüşür… Görünen tüm dengelerin başkalaşır… Ve yolculuğun sonunda bütün soruların cevapları mutlak yerlerine ulaşır. Her yolculuk öncesi bu tür düşüncelerle doldururum zihnimi… Kendimce ön gördüklerimle, yaşayarak gördüklerim arasındaki aynılıkları ya da şaşırtacak ölçüdeki farklılıkları izlemeyi severim. Yaşamanın güzelliğini hissettirir bana ve tükenmek bilmeyen bir enerji ve heyecanla yeniden eğilirim yaşama…

Evet, artık uçağımızın içindeyiz ve kalkış iznini beklemekteyiz…

Haydiii! Yahu, niye bu kadar gerginsin? Ee, hani atmıştın üzerinden ‘La Fura Dels Baus’ sürecinde yükseklik korkunu… Ne oluyor şimdi? Neden Kemal Sunal’ın uçakta kalp krizi geçirdiğini aklına getiriyor, kalp ritmini hızlandırıyorsun? Kendine gel! Sen kendi tarihini yaşıyorsun. Bir başkası ile moira mirasçılığın yok! Önünde çok uzun bir yaşam var! Birçok sebeple birçok uçak yolcuğu… İçinde bulunman gereken onlarca proje… Gerçekleştirmeni bekleyen onca hayal… Dokunmak ve samimiyetini paylaşmak istediğin onca yürek var! Ne diye ölüme tutunup tüm bunları yapamazsam diye dertleniyorsun? Merak etme, ‘Yüz yaşından önce ölmeyeceksin ve hayal ettiğin her şeyi gerçekleştireceksin’ diye konuşurken kendimle… Tüy gibi yumuşak bir kalkış yaptı uçağımız. Yükseldik İstanbul’un güzel semalarında ak bulutlar üzerinde… Ve hızla ilerlemeye başladık önümüzdeki enginlikte… Uçsuz bucaksız bir boşlukta bilmediğim evlerin, görmediğim sokakların, yer yer ekili, yer yer kurak toprakların üzerinden geçip gidiyorduk işte. Zaman zaman arkadaşlarla sohbet edip, zaman zaman uçağın küçük penceresinden yeşil tarlaları, sıra dağları, kimi kasabaların tahtadan çatılarını seyrediyor, o çatıların altında süren yaşamların nasıllığını arıyordum ve bir yaşam kuruyordum zihnimde. Evet. Nasıl yaşıyorlardı? Neler yaşamışlardı? Dün ne yapmışlardı? Şu an ne yapmaktalardı? Belki de o evlerin içinden iki sevgili şu an dikmişler gözlerini gökyüzüne, gürültüyle geçen uçağa bakıp bir gün o kasabadan uzaklara gidip bilmedikleri bir yerde, herkesten, her şeyden uzakta beraberce yaşamanın hayalini kuruyordu. Ya da onlar da uçan uçağın içindeki insanları ve o insanların yolculuğunun nereye olduğunu merak ediyordu? Üzerlerinden geçip giderken hiçbir zaman, yanlarında olamayacağım insanlardan uzaklaşmanın hüznünü taşıyordum yüreğimde. Sonra yeniden sohbete… Bir ara dalıp gitmiş bakışlarımı Pilot’un iniş için yaptığı anons ile toparladığımda her şey dağılıverdi zihnimde. Sert bir inişle Romanya topraklarına tekerleklerimiz basmıştı artık. Bükreş’e inmiştik ve Bükreş bu yolculukta aktarma limanımızdı… Birkaç saat içinde ‘Baia Mare’ a gitmek üzere yeniden havalanacaktık. Kanat ve pervane monte edilmiş otobüs tadında bir uçakla yaptığımız yolculuğun ardından ‘Baia Mare’ hava garında idik! Zaman kaybetmeden taksiye binip konaklayacağımız yere doğru yol aldık. Kentin içine doğru ilerlediğimizde ilk dikkat çeken şey, yolların düzeni ve trafiğin yok denecek kadar az olmasıydı. Ne güzel, diye geçirdim içimden. Burada hiç kaza olmuyordur herhalde. Tam o sırada yolun sağında yoğun bir kalabalık ve bizim şoförün telaşlı hali dikkatimizi çekti… Biraz daha ilerledikten sonra karşımıza çıkan ve bana ‘Al bak bakalım, kaza nasıl olur!’ dercesine bakan, her bir yanından dağılmış ‘Porshe’ marka bir jeep. Böyle bir caddede o kazayı nasıl başarmış bilemedim! Sanki yukarıdan bir el tutmuş, sağını solunu özenle patlatmış gibiydi… Yolumuza devam ettik, kafamı çevirip bir kez daha baktım arabaya ve ‘ Kent’e dair başka bir şey geçirme oğlum zihninden’ dedim kendime.

Dakikalar sonra bizi karşılayacakları alandaydık. Bavullarımızı bir kenarı bırakıp, beklemeye koyulduk gönüllü arkadaşları… Tarihinden iki gün öncesine ucuz bilet bulabildiğimiz ve dolayısıyla erken gittiğimiz için, oradaki gönüllü arkadaşlarda geçirecektik önümüzdeki iki geceyi. 08 Ağustos 2012 gecesi… Yaşantımda köklü değişimlerin yaşanacağı tarih aralığının ilk gecesiydi. Karşılandık, gönüllüler evine yerleştik… Farklı ülkelerin gönüllüleri mutfakta oturmuş sohbet ediyorlardı. Selamlaşmak için mutfağa yöneldiğimde yoğun bir sigara ve alkol ortamı ile karşılaştım. Duman bulutlarının arasından seçtiğim yüzlerin ellerini sıkarak tanışmaya başladım. Hem ortamdaki yoğun dumandan hem de İngilizceyi bilmiyor oluşumdan kaynaklı tanışmanın ardından diğer odadaki internete doğru yöneldim. O ana kadar hiç kaygı duymamıştım ancak, acaba dedim, İngilizce konuşamadığım için çok sıkılır mıyım? İçlerinde Rusça bilenlerin olması biraz rahatlatıyordu beni… Önümüzdeki günlerde bilenle Rusça bilmeyenlerle çaresizce İngilizce iletişim kurmaya çabalıyordum. Ama durum değişti… Günler birbiri ardına geçtikçe çevremdekilerle öylesine farklı bir ilişki biçimi, öylesine tuhaf bir bağ yaşandı ki artık ne Rusça ne de İngilizce çok da önemli değildi. Yeni bir dil oluşmuştu aramızda ve oluşan dil, konuşulan herhangi bir dilin hissettirdiğinden sıcak ve değerliydi. Bu dil; jestler, samimiyet ve enerjiydi… Tabi ki, boşluklarda öğrendiğim İngilizce kelimeler de süsleriydi… Tek sıkıntım yapılan toplantılarda adımın geçtiği yerlerde sürekli bir çeviri gerekliliği ve uzun süren toplantıların sonuna kadar o çevirinin yapılmasını beklememdi. Düşündüm de iki saati aşan konuşmalarda, konuşulanları anlamayan kişinin isminin geçmesi ve kişinin hakkında konuşulanları çaresiz dinleyişi, bir dönemin işkence uygulayıcı faşistleri tarafından düşünülmesi gereken etkili bir işkence biçimiydi…

İlk iki geceyi bitirmiş bundan sonraki günlerimizi geçireceğimiz pansiyona yerleşmiştik. O gün, hiçbir aktivite olmayacak yalnızca gelmeler tamamlanacaktı. Aynı gruptaki bireylerin her biri başka odalara dağıtılmıştı. Odama yerleştim, duşumu aldım ve bir saat kadar kestirdim. Giriş katına inip kendime bir kahve aldım, hala diğer ülkelerin grupları gelmemişlerdi. Saatler ilerledi ve yavaş yavaş gruplar pansiyona girmeye başladılar. Ve artık Belçika, İspanya, İtalya, Romanya, Polonya, Türkiye bir arada… Grup liderleri daha önce de bir araya geldikleri için tanıyorlardı birbirlerini. Bizler olağan selamlaşırken onlar bir arada oldukları için sevinçlilerdi. Tabi sıcaklıkları beni de sevindirdi. O gün zihnimde oluşan izler ve bazı ön fikirlerle yatağıma uzandım. Odamız üç kişilikti ve arkadaşlarımdan biri İspanyol, diğeri henüz pansiyona ulaşmamış Belçikalı biriydi. Ertesi gün gerçekleşen tanışma oyunlarında İspanyol olanın isminin Francis Sánchez Moreno, Belçikalı olanın ise Wannes Verscheur olduğunu öğrendim. Tanıdıkça anladım ki her ikisi de Andrea Rega‘nın ağzından kullanmak istiyorum bu sözü burada ‘Adam gibi’ idi. Evet, program cetvelinde ilk günümüz ‘temel prensiplerle ilgili maddelerin oluşturulması’, ‘tanışma oyunları’ ve ‘Secret friend’ belirlenmesi ile geçecek ve başka bir aktivite olmayacaktı. Bir de yazacaktık bulunduğumuz yere dair kaygı ve beklentilerimizi… Öyle de oldu… O ilk gün çok keyifli sayılmazdı. Akşam yemeğinden sonraki toplantıda programın bundan sonraki akışına dair bazı gerginlikler yaşandı. Çünkü kimi aktiviteler sıkıcı ve etkisiz geliyordu katılımcılara. İlk belirlemede her gün bir ülke kendi aktivitesini sunacak ve program bu şekilde tamamlanacaktı. Daha sonra yapılan toplantılar üzerine bu akıştan vazgeçildi. Artık aktiviteler aktivite odasında değil sabah kahvaltısının ardından büyük parkta temiz hava eşliğinde ve birkaç alanda yapılacak, isteyen istediği atölyeye katılacak ve istediği alanda gelişme sağlayacaktı…

***

O gün keyifli bir kahvaltının ardından Belçikalı arkadaşların öncülüğünde başladık büyük parka doğru yürümeye… Tabi kalabalığın son halkası olarak katıldık ilerleyen yürüyüşe, bizim grup sürekli bir gecikme hali yaşıyorduk her nedense… Üstelik bu gecikmeler tuhaf bir tesadüfle eş zaman diliminde buluşturuyordu bizleri… Her ne işten sonra bir araya geldiğimizde birileri az önce gitmiş oluyordu ve gezi günü de içinde hiç değişmedi bu durum gerçekçi olmak gerekirse… Gezi günü, sona en yakın günlerden biriydi. Artık biriktirdiklerimizin izleri üzerimizde her birimiz başkaydı, ilişkilerimiz farklıydı, değişmeyen tek şey vardı o da gecikmelerimiz aynıydı… Evet, dönelim günümüze, bugün Belçikalı Lukasz Wojtowicz adlı arkadaşımızın atölyesi olacaktı. Biz alana vardığımızda çember oluşmuştu ve bizlerin de katılımıyla birlikte ekip tamamlanmıştı. Temel ısınma temrinlerinin ardından Lukasz arkadaşımızın uygulattığı çeşitli akrobasi tekniklerini denemeye başladık. Öğrendiğimiz tekniklerin ardından diğer çalışmalara yöneldik. Bir tarafta toplar, lobutlar, çemberler havada uçuşuyor, diğer tarafta ip üzerinde yürüme çabaları sürüyordu.


Herkes arzu ettiği alanda uğraşıyor, gelişiyor, değişiyordu. Verimli bir çalışma uygulandı ve öğle saatlerinde sonlandırıldı. Daha sonra pansiyona geçtik, yemeklerimizi yedik ve ara etkinlikte buluşmak üzere odalarımıza geçtik. Artık programımız net ve huzurumuz yerindeydi. Her sabah kahvaltının ardından büyük parka gidiliyor. Pantomim, akrobasi, dans, ritm ve jonglorlük çalışmaları paylaşılıyor.


Öğle yemeğinin ardından ara etkinlikler, toplantılar hayata geçiriliyor. Akşam yemeğinin ardından Ülkeler kültürlerini tanıtmak üzere çeşitli hazırlıklara giriyordu. İspanyol ve Türklerin gecesi programın ilk sırasındaydı. Her iki ülkenin birbiri ardına geleneklerini, yemeklerini, folklorünü sergilemesi çok heyecan vericiydi… Bizler; aldığımız iki adet yetmişlik rakıyı gözü yaşlı, canlı canlı çöpe bırakmak zorunda kaldığımız için havalimanında… Rakı kültürümüzü sunamadık dostlarımıza. Bilgisayardan slayt gösterimle Türkiye’yi anlatmaya içimiz el vermediğinden canlı olarak yansıtalım istedik kültürümüzü en bilinen hatlarıyla. Elimizde; danslarımız, lokumlarımız ve tadıyla övündüğümüz kahvemiz vardı. Bir de kahvenin yaşamımızdaki halleri… Bir kız isteme ritüeli ile açtık geceyi… Çiçek ve lokumla damadın ailesiyle birlikte gelişini, damada gelen tuzlu kahveyi, damadın vermek zorunda kaldığı tepkiyi, kız isteme geleneğini ve verilen cevapla birlikte düğüne ulaşan süreci… Çatışmalarla ve danslarımızla süsleyerek sunmaya çalıştık kültürel değerlerimizi. Aldığımız tepkiler oldukça iyi idi. Yüzler gülüyordu, bu sevindiriciydi. Sıra İspanyollara geldiğinde ise, artık aç idik ve İspanyol dostlarımız ne iyi ki kültürlerini yemeklerle süslemişlerdi. Yemeği yedikten sonra tutuştuk yeniden el ele kol kola İspanyol danslarına. Mayka’nın figürleri bana öğretmek adına gösterdiği sabrı ve çabayı asla unutmayacağım.


Sonraki günler Romanya ve Belçika, İtalya ve Polonya eşleşmeleri ile devam etti. Kültürlerarası yaşanan bu alışveriş bizleri çok zenginleştirdi…

Romanyalıların yöresel kıyafetleri ile sergiledikleri dansları… Belçikalıların sayısı üç yüz kırkı bulan bira çeşitleri ve sizce kaç biramız vardır sorusuna cevap bulmak adına ortaya koyduğumuz akıl yürütmeleri çok akılsızca ve bir o kadar keyifliydi. Ekranda yirmi dört bira görüp, gördüklerini gölgeleriyle muhtemelen başkasının aklına gelmeyeceği düşüncesiyle çarpan ve kırk sekiz sonucuna ulaşan bir insan olabilir mi? Olur. Ama üç yüz kırk birada neyin nesiydi… Efes’le çatışıp tekelci zihniyetinden vazgeçirtmeli… Hiç biri değilse de, kendisiyle duygusal bağ oluşturduğum ‘Ursus Black’ Ülkemize mutlak suretle gelmeliydi… İtalya ve Polonyalıların gecesinde düzenlenen genel kültür yarışmasında, Belçikalıların düzenlediği içki yarışmasındaki başarıyı hiçbirimiz sağlayamamış ve utanarak grup dayanışması yaşamıştık.

***

Gösteri gününden üç gün önce, sabah çalışmalarının yerini bana göre daha değerli bir şey aldı. Yoksul aile çocuklarının eğitim görebilmesi için oluşturulmuş ve çeşitli alanlardan destekle ayakta duran ‘Allege Şcoala’ adlı okula çocuklarla birlikte oyunlar oynamaya, atölyeler gerçekleştirmeye gidiyorduk artık. Çocuklarla çocuk berraklığında, yaşam dolu iki gün geçirdik ve birbirimizi çok sevdik.


Ve hayata geçirilen her şeyin ardından gösteri günü çok yaklaşmıştı… Gösteri için ilk planlanan grupların performanslarını ayrı ayrı sergilemeleriydi, bu ayrı mekânlarda da olabilirdi. Ancak daha sonra aynı mekânda ve ortak üretim yoluna gidildi, gruplar birbirinin içine geçti ve her alanda ortak hareket edildi ve ‘Antoine de Saint’in Küçük Prens adlı kitabının akışı üzerinden bir yol izlenildi. İki gün süren provaların ardından gösteri günü gelmişti.

16.08.2012 Perşembe Saat 18:00 sularında ‘Together in The Spotlight’ projesi artık gerçekleştirilmek üzereydi.

Sahne, Küçük Prens’in etrafına sıralanmış olan jonglörler ile birlikte halkın içine girmesiyle başladı. Jonglörler Küçük Prens’e tahtına oturuncaya dek eşlik ettiler. Daha sonra etrafından uzaklaştılar. Her şey yolundaydı, küçük prens mutlu görünüyordu. Kendine sunulan meyve ve içecekleri tüketiyor, tahtında huzur içinde oturuyordu. Ancak huzuru çok uzun sürmedi, Dracula ve savaşçıları krallığı zapt etmişlerdi. Dracula ağzından ateşler püskürterek savaşçılarına emretti ve küçük prens hemen tahttan indirildi. Ve pantomimcilerin ördüğü demir parmaklıklara hapsedildi. Küçük Prens için zor günler kapıdaydı, açlık ve işkence dolu saatlerin ardından kurtulabilmek için çareler aradı. Ve çabalarının sonunda demir parmaklıklardan kurtulmayı başarmıştı, ancak daha fazla gücü ve enerjisi yoktu. Demir parmaklıkların az ilerisinde işkenceden yorgun düşmüş bir beden ve huzurdan uzak bir ruh olarak hareketsiz duruyordu. Ritimcilerin oluşturduğu sesler kulakları delercesine yankılanıyor, tehlikenin sinyallerini dalga dalda gökyüzüne taşıyordu. Eğer oradan hemen uzaklaşmazsa yeniden yakalanıp demir parmaklıklara yeniden hapsedilmesi an meselesiydi. Neyse ki kısa bir süre sonra koruyucu meleği gelmişti. Önce küçük prensi ayağa kaldırdı, ardından enerji ve güç verdi. Ve onu demir parmaklıkların çok uzağına, ormanın derinliklerine taşıdı. Küçük Prens artık güvende idi, biraz dinlenmek istedi ve kısa sürede uykuya geçti. Gözlerini açtığında üzerine doğru koşan kişileri gördü ve yaşadıklarından sonra bu an onu çok korkuttu. Yeniden o işkence dolu saatler mi başlıyordu? Kaçmayı denedi ancak başaramadı. Çok kalabalıklardı ve küçük prens hareket edemeden yakalandı. Hemen kralın huzuruna götürüldü. Küçük prens canına zarar vermemeleri için yalvardı, yakardı ve kralı ikna etti. Kendi krallığını ve başından geçenleri samimiyetle anlattı. Küçük prensin anlattıklarına güvendiler. Ona yardım edeceklerini ve Dracula’ya karşı savaşabilmesi için onu eğiteceklerini söylediler. Küçük prens bu durumdan çok memnun olmuştu. Artık mutlak olarak güvende idi ve krallığını yeniden ele geçirme şansı edinmişti. Uzun süre gördüğü eğitimden sonra artık Küçük Prens krallığı için savaşabilecek güçte idi. Yola çıkmadan önce herkesle vedalaştı, tam gideceği sırada kral küçük prensi durdurdu ve ona kendi mızrağını hediye etti. Küçük prens mızrağı aldı, kralı saygıyla selamladı ve ormanın içinde yürümeye başladı. Küçük prens yürüdü, yürüdü, derin ormanda günlerce gecelerce yürüdü. Yırtıcı hayvanlarla savaştı, sarp kayalıkları aştı, uzun bir yolcuktan sonra yeniden krallığına ulaştı. Küçük prensi karşısında gören Dracula bu durumdan hiç hoşnut olmadı. Ağzından ateşler saçan Dracula Küçük Prensin haykırışları karşısında tedirgin olmuştu, korkudan ne yapacağını bilememekteydi. Son bir çare olarak savaşçılarını yeniden Küçük Prensin üzerine yolladı. Ancak, bilmediği bir şey vardı, küçük prens artık bir savaşçıydı. Küçük prens üzerine gelenlerle savaşmaya başladı. Mızrağını savurmasıyla dağılan savaşçılar, toparlanıp yeniden küçük prensin üzerine hücum etti, bu kez çok daha yakın bir savaş sürmekteydi ve savaş anında küçük prens bir şeyi çok garipsedi üzerine gelen savaşçı az sonra ölecek olmasına rağmen yaymış ağzını gülmekteydi… Küçük prens bu duruma çok sinirlendi ve mızrağını kaptığı gibi bir hışımla sırıtan savaşçının kalbine sapladı. Bu sırada arkasından başka bir savaşçı geliyordu. Küçük prens arkasına bile dönmedi, diğerinin kalbinden çektiği mızrağı çevirip üzerine gelen savaşçıya sapladı. Artık küçük prensle savaşacak kimse kalmamıştı. Dracula korkudan titriyordu. Ancak, küçük prens Dracula’nın kendisine yaptığını yapmadı. Dracula’nın kaderini halkının eline bıraktı. Halk, Dracula’nın bacaklarının kesilmesini istedi. Bacakları kesilen Dracula Küçük Prens tarafından affedildi ve dostluğuyla şereflendirildi. Oluşan dostluk üzerine krallık huzura erdi ve Ülke’de şenlikler hiç bitmedi. Evet, ‘Together İn The Spotlight’ amacına ulaşmıştı. Gösteriyi seyreden halk da eyleyen oyuncu, mimci, dansçı, jonglör, akrobat da çok mutluydu. İki günlük çalışma ve üç gün süren toplantılarla, bir üretim için gerekli olan; masa başı çalışma, tartışma, araştırma, bilgi toplama ve tüm bunlar için gerekli olan zaman dilimi açısından değerlendirildiğinde… Oldukça iyi bir üretim çıkmıştı ortaya… Projenin yaratıcısı Roxana Pascan aynı günün gecesine, ortak üretimi kutlamak adına Milenium adlı mekânı organize etmişti. Herkes hazır olduktan sonra belirlenen mekana gidildi ve geçen saatler oldukça eğlenceliydi.


***

Uyandım, kahvaltı yapmak üzere sakin bir şekilde merdivenlerden indim. Bir ses: ‘Şahin… Şahin’ diye bağırıyordu. Bu ses; Müge’nin sesiydi. Karşılaştığımızda: ‘Haydi geç kaldık, herkes gitmiş, bizi bekliyorlar otobüsün içinde’ dedi. Daha önce sözünü ettiğim gezi günü işte böyle başladı. Ayaküstü sandviç hazırladım kendime ve grup olarak başladık yürümeye ve bir süre sonra hızlanıp koşmaya… Koştuk, koştuk, koştuk ve yetiştik, neyse ki artık otobüsteydik. Ve artık gezelim-görelim yolculuğunda ilerlemekteydik. Kısa bir süre sonra, yetişmek adına yaklaşık yirmi dakikalık bir mesafe uzaklaştığımız ve bizim ilk çıkış noktamız olan yerden geçtiğini fark edince otobüsümüzün ‘güzel bir gün olacak’ diye düşündüm. Gezimizin İlk durağı; ‘Manastirea Barsana’. Öylesine büyüleyiciyi bir alanda nefes alıyor olmak rüya gibiydi. Apar topar pijamalarla çıktığım için yola, fotoğraf makinemi alamamıştım yanıma. Neyse ki ‘kara kızım’ diyerek sevdiğim İspanyol arkadaşım İnma Garcia Ruiz vardı yanımda ve bir dolu fotoğrafım oldu onun aracılığıyla.


Bir sonraki durağımız eğlenceli mezarlık, gezinin son durağı ise bir müze oldu. Gezilen yerler tamamlandıktan sonra, kaldığımız pansiyonun sahiplerine ait şehir merkezinden uzakta doğayla iç içe bir alanda kurulmuş olan eve geçtik. Çok güzel yemekler hazırlamışlardı. Bir tarafta kasa kasa içkiler, diğer tarafta çeşit çeşit yiyecekler… Güzel bir bahçenin içinde masalara dizilmiş ağaçların ve hemen ayağımızın altında akmakta olan suyun oluşturduğu müzik eşliğinde yenmek üzere bizi bekliyordu. Sonra herkes sunulanların tadını çıkarmaya başladı. Bu güzelliği bana zehir eden bir durum belirdi. Anımı zehir eden, iştahımı delip geçen acı bir sancı hasıl oldu. Bu sancı böbreklerimde oluşan kumdan kaynaklıydı. Sancılar güçlenmeye başlayınca daha fazla dayanamayıp evin içine geçtim ve dinlenmek için bir yer aradım kendime. Bir yer buldum ve uzandım, o an onca kalabalığın içinde kendimi korunmasız ve çok yalnız hissettim. Ancak yalnızlığımı ve korunmasızlığımı saçlarıma uzanan bir el eritti. O el başımı bıraktığım yerden kaldırdı ve altına bir yastık yerleştirdi, daha sonra üzerimi kalın bir battaniye ile örttü. Kısa süre sonra getirdiği bir ilaçla sancılarımın son bulmasını sağladı. Sözünü ettiğim el, pansiyonumuzun sahibi yaşlı bir kadındı. Kendime geldiğimde çok duygusallaşmıştım ve hemen yanına gidip sıkıca sarıldım ve anne şefkati ile davrandığı için bana teşekkür ettim kendisine…


Çok keyifli durumlar yaşamış, doyamadığımız anlar paylaşmıştık. Yaşamım boyunca unutamayacağım insanlar tanımıştım, iyi insanlar. Hep gülüyordum. Ne cila ne de riya vardı gülüşümde, içtendi, yürektendi… Aslında hep öyleydi… Hayatımın her alanında olduğu gibi ruhumun kalbime, kalbimin beynime, beynimin dilime, jestlerime ve mimiklerime yükledikleriyle kendimi baskılamadan hareket ediyordum. Ve bu yüzden kendimi bir çocuk gibi özgür, kaygısız, bağımsız ve mutlu hissediyordum. Ne yazık ki arada gülüşümü yargılar ve tanıdık bakışlar seziyordum. Tabi onlara da gülüp geçiyordum… Evet, çocuklar gibi şendim. Çünkü ben gezdiğim, gördüğüm, edindiğim, bildiğim her şeyde çocukluğuma dokunmayı sevdim. Hep çocuğum, bir oyun devam ediyor çocukluğumdan bu yana içimde ve ben bu oyunun birilerinin ‘bilge kompleksleri’ altında ezilmesine hiçbir zaman fırsat vermeyeceğim bu bilinmeze gidişte, biline… Onlar ise içindeki çocuğu çürütmüş, o en temiz yanlarını yitirmiş; ermiş ve bilge sıfatına bürünmek isteyen kişilerdi… Ve boş tarafından tutundukları yaşam onlar için sert suratları ve ortamı yasa boğan tavırlarıyla değerliydi! Böylelerine bir insanın gülüşü elbette ağır gelirdi… Onlar çocukları sevmezlerdi… Ve herkese ‘şşşşş’ i yor olmaları bu hallerinden ileri geliyor olabilir mi? Oturup düşünmelilerdi…

Oysa hazla, çocuklukla yani delilikle geçmeyen bir an bile, gamlı, bunaltıcı, tatsız, katlanılmaz değil miydi’ diye soran Erasmus kendini Dünya’nın arkhe’si olarak gören kişileri işaret etmekte ve onların bilgelik yüklü(!) kirli, mekanik tavırlarına acıyarak gülmekteydi.

Sophokles ‘En güzel yaşam, en küçük bilgelik kompleksi olmaksızın geçenidir’ derken bence hiç de haksız değildi…

Ve bilgelik manzaralarına kızan Zerdüşt hakikati fark etmişti ve soruyordu… Anladık bilgesiniz(!) Peki, neye yarıyor bilgeliğiniz? Ne yapıyordunuz? İnsanın, hayvanla insanüstü arasına gerildiği o ipten kurtulabilmesi için… Hayatın daha ileriye gidebilmesi, daha yaşanılır, daha adil bir hal alabilmesi için siz, kendinize tapınmaktan başka ne yapıyordunuz? Yaşama hangi yanından fayda sağlıyordunuz? Sorular, duyan kulaklarda anlam bulmayınca ‘Ben bu kulaklara uyan ağız değilim ve şimdi onlara, keçi çobanlarına seslenir gibi sesleniyorum. Sorularımı anlamıyorlar. Sanırım dağda çok fazla kalmışım. Irmakların ve ağaçların sesini çok fazla dinlemişim’ diye söylenerek yanlarından uzaklaşıyordu.

Neyse, ermiş ve bilgeleri yaşamımızdan süpürüp yeniden delilerin arasına dönelim. Her günümüz o kadar yoğun geçiyor ve bir gün içerisine o kadar farklı etkinlik sığdırıyorduk ki… Bazen Müge Çakır ile yaşadıklarımızı paylaşınca, aynı şeyleri yaşayıp nasıl farklı zamanlara kodladığımıza şaşırıyor ve yaşadığımız yoğunluk içinde kayboluşumuza gülüyorduk. Aktiviteler, ortak üretimler, gezilen yerler, eğlenilen zamanlar, tüketilen alkoller, paylaşılan sohbetler, vs… vs… Tüm bu yaşananlar; aşkı, duygusallığı ve cinselliği de tetikliyor ve bu durum ülkeler arası bir hareketlenme yaşanmasına sebep oluyordu. Altı ülke ve altı gruptan oluşan otuz insan yüzü hayatımın içindeydi ve geçiyordu gözlerimin önünden sürekli…

Bir yüz vardı onca yüz arasında gülüşüyle mutluluğa doyduğum, bir dokunuşuyla can bulduğum, uzaklaşmasıyla tarifsiz bir kedere boğulup, hasta olduğum… Dikili’de gerçekleşen ‘Dördüncü Türkiye Tiyatro Buluşması’nda bana yön veren, kendimi sürekli sorgulamaya ve yargılamaya iten türden bir söz kazınmıştı zihnime… Şöyle haykırıyordu Temel Demirer bir söyleşisinde; ‘Hayata dokunmak Aşk’ı ve İsyan’ı getirir. Âşık olmuyorsan, isyan etmiyorsan hayata dokunmuyorsun demektir.’ Evet, evet tam da böyle söylemişti. Bu zamana kadar bu söz hep içimi kemirdi. Ayağını Türkiye topraklarına basan, bu toprakların ve bütün bir insanlığın sorunlarıyla ortak yaşamaya çabalayan herhangi biri olarak ‘İsyan’ halinde olmamak mümkün değildi. Ama bir kadına aşkı duymayalı çok zaman geçmişti. Elbette aşk, yalnızca bir kadına duyulan duygu durumu değildi… Yaşamımın birçok alanında aşkı türlü haliyle yaşıyordum, aşktan soyut bir beden taşımıyordum fakat; böylesi bir aşkın eksikliği ve o söz kendim ile yeniden ve yeniden yüzleşmeye itti beni. Artık mekanikleşmiş bir yürek ve duygularından yoksun robotlaşmış bir beden miydim? Neyse ki Romanya ve o yüz, bu yargılama selinden kurtulup, kendimi affedebilmem için önemli bir nedendi! Âşık olmuştum… Ah! Ne güzeldi bir kadının yarattığı duygu durumu ve onu yitirme endişesi içinde bütün bir gece gözyaşı akıtıp uyuyamamak. Ve sabahın ilk ışıklarında bir Hristiyan mezarlığında o yüz için Pablo Neruda’nın aşk sonelerini artık dünyada olmayanlarla paylaşmak… Aynı mezarlıkta onunla da paylaşmak istedim taşıdığım aşk hissini… Çünkü ondan önce orada sessiz, hareketsiz yatan yüzlerce cansız bedenle paylaşmıştım ona duyduğum ateşi… Gözyaşlarıma şahitlerdi, biliyorlardı hissettiklerimin gerçekliğini… Onlara da söylemiştim! Bencillik değil, bir beklenti değil, sadece dürüst olmak istemiydi benimkisi… Bilmemesi için bir tek sebep kalmamıştı çünkü… Ama o yüz, neşeli bir ürkeklikle ciddileşti, rengini yitirdi. ‘Yüreği, aşkımı duymaya yetmedi!’ Kırıldım. Bakışına yoksunluğa bıraktım kendimi… Kim olduğunu bilmeden sevdim ve kim olduğunu öğrenemeden terk ettim kendini… Oysa ‘Aşk, her ne koşul altında, hangi insanın ruhunda can bulmuşsa saygıyla dinlenmeliydi!’ buna değerdi… Daha birkaç gün önce acı gözyaşları dökmüştüm; umutlarım acılarda eriyerek yitip gittiğinde, yaşanmamış bir tadın tadı damağımda kalmışlığıyla yaşamaya devam ettim kalan günlerimi… Yeniden mutluydum, mutlu olmak zorundaydım. ‘Çünkü aşk duyduğum o yüz, kendinde/kendinle olmayan aşka saygı duyacak bir yüz değil gibiydi…’ Ve üzgünüm ki bu yazı aşka sadece bir vesile o yüzde can bulduğunda… İlk satırlar yalnızca besleyecektir kendine verdiği değeri… Ancak bilmesinde fayda var yazılanlar onun değil aşkın tarifi… Evet, geçti zaman, döndü dünya ve ben o kederli halleri atmıştım artık üzerimden… Yaşadığım acıya değil, gelişmenin verdiği hazza tutunmuştum. Yaşadığım beni büyütmüş, biriktirmişti çünkü…

Benim için bu karşılık bulmuş bir aşk kadar değerliydi…’

Ey Romanya!

Yaşamımın Aşk ile yeniden buluştuğu koskoca kosmosta ufacık bir nokta… İyi ki özlem duymuş ve iyi ki gelme şansı yakalamışım sana… On iki günde beni yoğunlaştıran, olgunlaştıran, mutluğu da acıyı da en uçlarda yaşattıran Romanya! Yaşattığın her şey için minnettarım sana…

Ve sen hayat! Nasıl da hoş tutuyorsun beni ve ben nasıl seviyorum senin her halini…

Yaşanmışlıkların ışığında, Ece Temelkuran’a selamlarımla ‘Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita’ adlı kitabının, birinci sayfasında yazılanlarla son vermek istiyorum yazıma…

Sen bir rota çizmiş olsan da kesinkes, yolun hep bir planı vardır senin hakkında. Yolları yolculuk, yola çıkanı yolcu yapan budur. Aldanmazsan, kapılmaz ve yanılmazsan varamazsın yolun gideceği yere. Yolculuğun gizi budur: Kaybetmezsen yolunu bulamazsın aslında. Bir soru’n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru’nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında. Düzenin bozulmalı, evden çıkmak budur aslında. Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa hiç gidilmemiştir aslında…’

Ne gerçek bir yolculuk yaşamışım buradan bakıldığında…

Bilmelisin! Bu Aşk Kendi İçinde Bir Devrimdi Sinyorita.’

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Şahin Adıgüzel

3 yorum

  1. Şeyma Timur Tarih:

    Sıkıldım okurken 😛 🙂 Şaka bir yana, çok güzel olmuş canım. Ne kadar güzel dökmüşsün kelimelere. Ağzına burnuna sağlık 🙂

  2. kartal Tarih:

    eline sağlık dostum. ama açık söyliyim yazının tamamını okuyamadım çünkü gereksiz yere fazla ayrıntı verdiğini düşünüyorum. ayrıca bırak “sinyorita” istediğini yapsın demek ki senin gözlerinin içine bakmayı başaramamış.

Yanıtla