[Abdulbaki Kömür’ün Kadın Haberleri isimli sitede yayınlanan sanat ve islam’ı konu alan röportajını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]
(…)
Eskisi gibi ezgiye ilgi yok. Bunun nedeni o zamanki kaliteyi yakalayamaması mı müzik yapanların?
Yani sadece bunlar diyip sıyrılmak işten pek mümkün değil. Çok komplike bir şey. Belki sanatçının rolü var bunda, belki dinleyicinin rolü var, belki çevresel faktörlerin rolü var, belki sürecin rolü var. Birçok neden ezgileri insanların gündeminden çıkardı. Ama bir yüzde belirlemek de imkânsız. Bunun yüzde ellisi, bunun yüzde kırkı şu sebepten diye de bir belirleme yapılamaz. Birçok neden sayılabilir.
Aslında şöyle söylenebilir: Dünya küçülüyor. Nasıl küçülüyor? Fiziksel anlamda küçülme yok, dünya aynı dünya. Fakat artık insanlar her şeye çok çabuk ulaşabiliyorlar. İletişim araçları vasıtası ile çabuk ulaşabiliyorlar ve birbirlerini etkiliyorlar. Dünya hızla tek kültürlü bir yaşantıya doğru gidiyor. Yani bugün Amerika’da yaşayanların haz aldıkları espri anlayışı ya da müzik anlayışı ile Türkiye’de yaşayan ya da daha farklı yerlerde yaşayanların beğenileri, hazları, ortak zevkleri birbirine benzemeye başladı. Bunu, iletişim araçlarının insanları yönlendirmesiyle ortaya çıkan ârizi bir durum diye düşünüyorum. Televizyon, internet ve telefon ve mesela paylaşım siteleriyle İngiltere’deki bir delikanlının ulaşabileceği bir bilgiye siz de anında ulaşabiliyorsunuz. Bunun dışında zaten iletişim komünikasyon kökünden gelir. Komünikasyon da ortak demektir. Komünist de oradan gelir. İşte ortak bir kültür oluşturuyor bunlar. Bu ortak kültür bir süre sonra buna direnen ya da o kültüre dâhil olmayan, kendine ait bir kültürü olan tarzları yok ediyor.
Tiyatroculuğunuzdan bahsetsek biraz…
Seksenli yıllardan sonra oldu tiyatroya girişim. Ulvi Alacakaptan Ağabey, İlim Yayma’da bir gece düzenleyecekler o yurtta kalan öğrenci arkadaşlara, işte birkaç arkadaşıyla beraber… İbrahim Sadri, Ali Çelik, Barbaros Ceyhan falan bunlar bir araya geliyorlar, ayrıca Kudret diye bir arkadaşımız da vardı. İbrahim Sadri’nin yazdığı bir oyundu, “İnsanlar ve Soytarılar”. Çok sayıda rol var ve rol almayı kabul eden öğrenci sayısı yetmiyor. Dolayısıyla oyuncu sıkıntısı çekiliyor. Yeni isimler arıyorlar. Kudret de sağ olsun beni öneriyor, Sivas İmam Hatip’ten tanıdığı için. Ben de o sırada öğrenciyim burada. Bize de bir rol verdiler ve böylece tiyatroya bulaşmış olduk. Daha sonra oyunumuz çok beğenildi ve biz bunu yıl sonu gösterisi olmaktan çıkarıp, İstanbul’da herkes izlesin diyerek, Kocamustafapaşa’da Nejat Uygur’un Çevre Tiyatrosu var, orada bir geceliğine, bir defaya mahsus oynayacaktık. Çok rağbet gördü, yani neredeyse üç-dört hafta oynadık. Üç-dört hafta, nerede üstelik. Daha sonra o da yetmedi. Anadolu’dan talepler gelmeye başladı. Anadolu’da da belli yerlere gittik, oynadık.
Peki, bu kadar rağbet görmesinin sebebi ne idi?
Yoktu…
Müslümanca tiyatro yapan mı yoktu?
Yani vardı; işte rahmetli Hasan Nail Canat Ağabey vardı, Abdullah Kars vardı. Zaten Hasan Ağabey de sonradan dâhil oldu oyunumuza. Bu kadar rağbet görmesi, Ulvi Ağabeyin popülaritesi olduğundan, bir de genç çocuklar yapıyor tabi, heyecan bir yandan. Güzel de oynuyorduk yani fena değildi. Bir de müzikaldi, belki de Müslümanların ilk defa denediği tarzlardan birisiydi. Afganistan’ı anlatıyordu, mizahi bir dille. Müslümanlar denememişlerdi mizahı o tarihe kadar belki de. Genelde didaktik şeyler denemişler, öğüt verici tarzlar. Minyeli Abdullah gibi şeyler. Fakat mizah ilk defa deneniyor, hem de müzikal bir şekilde. Yani iki defa orijinal bir şey içeriyor. Afganistan meselesini ele alıyordu. Derken popüler oldu, beğeni gördü. Böylece tiyatroya bulaşmış olduk. Sonra ben bıraktım tiyatroyu.
Neden bıraktınız peki?
Sahne beni cezbetmedi. Sahnede hiç rahat olamıyorum. Çünkü insanların gözü önünde olmayı hiç sevmem.
Peki, kaç şehirde oynandı oyun?
Konya’yı hatırlıyorum, Isparta’yı hatırlıyorum, Adana’yı hatırlıyorum; hakeza Sivas, Kayseri, Tokat, Çorum, Ankara, Bursa, Eskişehir, Trabzon’da oynadık. Hemen hemen her şehirde oynandı. Yalnız sonra ben ayrıldım, arkadaşlarım oynamaya devam ettiler oyunu. Zaten dediğim gibi tiyatroculuk gibi bir amacım yoktu, itilmiştim bir nevi.
Peki sonra?
Öğretmen oldum. Trakya’ya gittim, Kırklareli’ne. Felsefe öğretmeni olarak…
Değer Yargıları Değişebilir
Şimdi siz kendinizi diğer birçok kişiye göre geri planda tuttunuz, hep çizginizi korudunuz. İşin mutfak kısmında oldunuz daha çok. Çizgiyi şaşırıp başkalarına kendini beğendirmeye çalışanlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Yani aslında ben pek bir şey söylemek istemiyorum bu gibi bir konuda.
Fakat verilen değer de var?
Yani değer yargıları, bakış açısı değişebilir. Bir hikâye vardır; bir sporcu bir lokantaya gider, yemek yer. Yemek yerken bir kadın gelir ve adamdan hasta kızı için para ister, yardım ister falan. Adam da hiç itiraz etmez, çıkarır bir çek yazar, kadına verir ve kadın gider. Bunu gören şef garson, sporcunun yanına gelir, der ki; “Beyefendi ne yaptınız?” Sporcu da anlatır durumu. “Bu kadın yalan söylüyor beyefendi, ne hasta bir kızı vardır ne de evlidir.” Sporcu sorar; “Yani bu kadının ölecek bir kızı yok mu? Birkaç hafta içerisinde ölecek bir kızı yok mu? Bugün duyduğum en güzel haber bu!” der.
Yani bu hikâyedeki gibi bakış açısı değişebilir; kimin kazançlı olduğu, kimin kaybeden olduğu izafi şeylerdir. Netice itibarı ile siz dünyada şan ve şöhret endeksli bir şey yapıyorsanız eğer, dünyada şan ve şöhret kazanamayan insanları kaybedenler olarak görürsünüz. Ama uhrevi bir hedefiniz var ise, mükâfatı Allah’tan bekliyorsanız, dünyada kazanan o kişiler kaybediyor. Fakat bu, şu anlama gelmesin lütfen, “ben kazançtayım, benim gibiler; kazanç da ahirette falan değil”. En iyisini Cenab-ı Hakk bilir.
Bildiğim kadarı ile şu an ney ile ilgileniyorsunuz?
Yaklaşık beş yıldır ney üflüyorum. Canım istedi de başladım diyebilirim, kendimi kandıracak bir boyutta. Özel bir nedeni yok tabi ki ney üflememin, kısmen diğer enstrümanlarla da haşır neşirim.
Bunun dışında, çizgi ile de uğraşıyordunuz sanırım…
Evet, ufak tefek birkaç bir şeyler çiziyorum. Kara kalem genellikle. Genç Doku dergisinde yayınlanıyor, yazı ile beraber…
Öğretmeliğinizi en son nerede yaptınız?
Yenibosna’da bir kolejde 10 seneye yakın bir çalışma neticesinde öğretmenlik yaptım. Bu sene bıraktım.
Şu an Sosyal Doku Derneği’ndesiniz. Nurettin Hocanın yanında öğrencilerle ilgileniyorsunuz. Onlara psikolojik danışmanlık ve rehberlik yapıyorsunuz. Müzikle yaşamak zor geleceği için mi?
Müzik yaparken öğretmenlik yaptım. Radyoculuk yaptım. Müzik her zaman benim davamı birilerine duyurmam için bir araç oldu. Yani müzik benim için bir zarf. Bir yerden bir yere bir şey taşıyorsunuz. Zarfın içindekiydi önemli olan, bir değer taşıyorsunuz çünkü. Bu, çok iyi olduğum anlamında da değil tabi ki. Kimse yoktu belki de, bu alanda müzik icra eden hiç kimse yoktu. Biz bulunmuş olduk birden, belki de itildik bu alana.
Profesyonel olarak ne zamanları buluyor müziğe başlamanız ve nasıl oldu ilk olarak?
İşte tam olarak tiyatro yaptığım dönemler, öğrenci olduğum yıllarda. Ben Fetih yurdunda kalıyor idim. O zamanlar kendi kendime yazıyor ve söylüyordum. O zaman Ömer Gökalp vardı, Asır Ajans’ın sahibi idi. İşte öğrenci gezilerinde falan Arapça ilahiler, sonra başka başka marşlar falan okuyoruz. Öğrenciyiz tabi genciz, ateşliyiz. Ömer Gökalp, “Abi bunları bir yere kaydetsek” falan dedi. “İyi” dedik, bir kasete kaydettik. Ondan sonra başladı maceramız. Sonra tiyatroya başladık. Tiyatronun müzikalleri falan derken her şey birbirini çorap söküğü gibi tamamladı.
Her Teknolojik Cihaz, Kültürünü de Beraberinde Getirir
Şimdi sizi seven büyük bir kitle var. Siz her zaman kendinizi belli bir mesafede, geride tuttunuz. Sizin kendinizi geride tutmanız, takipçi kitlenizi sizin kendinizin belirlediğini mi gösterir acaba?
Hayır hayır. “Şöyle olsun veya böyle olsun da insanların gündemini ben belirleyeyim veya kitlemi ben oluşturayım” diye bir derdim yok benim, hiç de olmadı. Kendimi geride tuttuğumu söylediniz. Belki de bunun için beni seven bir kitle vardır, bunun için beni seven insanlar vardır. Yani kendime göre bir yaşam biçimim var. Ben de herhangi bir insanım. Belli ilkelerim var. Mesela cep telefonu kullanmıyorum.
Özellikle bu zamanda büyük bir zorunlulukmuş gibi duran cep telefonunu neden kullanmıyorsunuz acaba?
Belki de kendimizi kandırıyoruz zorunluluk diyerek. Derler ki “acil bir şey olsa” falan. İyi de cep telefonu acil bir şey olmasını önlemez ki. Hiç cep telefonu sahibi olmadım. İlk yayılmaya başladığı zamanlarda “ben bunu kullanmayacağım” dedim ve kullanmıyorum halen daha.
Şöyle bakın; her teknolojik cihaz kendi kültürünü de beraberinde getirir. Televizyon bize bir şey öğretiyor, bir kültür getiriyor. Cep telefonu bir kültürü getiriyor. Klima bir kültürü, bir yaşama biçimini ve o yaşama biçimini destekleyen durumları ihdas eden yaşama biçimi getiriyor. Her şey böyle. Buzdolabı dâhil, çamaşır makinesi dâhil. Bunların hepsi karı-koca ilişkisine, anne-baba ilişkisine, arkadaşlık, komşuluk ilişkisine yansıyor, öğretmen-öğrenci ilişkisine yansıyor. Bunların bir kısmı elzem belki, kaçınılmaz. Otomobil kullanmadan bir yere gidemiyorsunuz, “bir araca binmem be”n diyemiyorsunuz. Ama bir cep telefonu buna dâhil değil. En azından benim açımdan böyle. Çünkü ben insanlardan habersiz bir iş yapmıyorum. Yani insanlardan derken ailemden bahsediyorum. Bir yere gideceksem haber veriyorum. Onlar bilirler benim nerde olduğumu, gideceğim yerler bellidir. Orayı ararlar ve beni orada bulurlar. Ben çok evcil bir insanım aslında. İnsanlar beni sosyal zanneder de. Arkadaşlarımdan cep telefonu kullanmayanlar da var mesela.
Yaptıklarımın Bana Bir Şeyler Katması Lazım
Peki hocam şiir serüveninizden biraz bahseder misiniz?
Şiir yazmaya ilkokul zamanlarımda başladım. Birçok kişi o dönemlerde başlamıştır gerçi. Bazıları o damarı devam ettirir. Bazıları da bırakır. Biz bırakmayanlardan olduk çok şükür. İki şiir albümü ve bir şiir kitabı çıktı. İnşallah bir şiir kitabı daha çıkacak Tahlil Yayınları’ndan. Şiir albümlerinden biri kendime ait, diğeri ise bilinen şairlere ait kendi yorumumla seslendirdiğim şiirler. Albüm isimleri ise, biri “Yusuf” biri “Dilara”…
Ulaşmak mümkün mü acaba ilk kitaba?
Sanmıyorum ulaşılabileceğini. Ama çıkacak kitapta eskilerden de olacak inşallah.
Peki, kitabınız ne zaman çıkacak, kesin bir tarih var mı?
Yok, daha zamanı belli değil.
Şiir kitabınızın ilki 1998 yılında çıktı sanırım. Neden bu kadar ara oldu peki?
Yani öyle bir amacım olmadı da diyebilirim. Kendim için yazıyorum zaten şiirleri. Müziği de kendim için yapıyorum zaten. Bana bir şeyler katması lazım yaptıklarımın öncelikle, onun için kendime yapıyorum diyebilirim.
Kaç tane şiir olacak peki kitapta?
Şöyle 100’ün üzerinde. Yani aslında 87 tane şiir var. Bir de şiir kıvamında güftelerim de var. O güftelerin bir kısmı da yer alacak kitapta. Dolayısıyla yüzün üzerinde ve yeni dünyaya gelen olursa onları da ekleyeceğiz. Onun için bir sayı vermek için erken.
Peki, sizin esinlendiğiniz şairler kimlerdi acaba?
Her birinden farklı farklı etkilendim. Yani her çiçeğin kokusu, duruşu, özelliği farklıdır. Nasıl çiçeklerin özellikleri farklı ise, şairler de böyledir. Cahit Zarifoğlu ve arkadaşlarının söz söylenmeyen bir yerde bir şeyler söylemeleri… Misal “bu atmosferde böyle bir çiçek biter mi” dersiniz, bir bakmışsınız ki o çiçek kendine has üslubuyla bitmiş. Necip Fazıl’ın mücadelesi etkilemiştir beni, duygusallığı etkilemiştir. Yani her birinden farklı bir şekilde etkilendik. Şairi biraz arı gibi düşünmek lazım. Tek çiçeğe konarak güzel bir bal çıkaramazsınız. Birçok çiçeğe konmanız lazım, aksi takdirde bal olmaktan çıkar, bir çiçeğin özü olmuş olur. Her şeyden alacak bir şair.
Tanışıklığınız var mıydı şairlerle?
Erdem Bayazıt Ağabey ile, Akif İnan ile beraber katıldığımız şiir dinletileri, programlar oldu. Zaten radyoda olduğumuz için o zamanlar misafir olarak da ağırlardık kendilerini.
Radyo döneminizden bahsedelim yeri gelmişken…
Marmara FM’deydim. ‘93 senesinde başladım. İki üç yıl sonra yayın yönetmeni olarak çalıştım. ‘97-‘98 gibi de ayrıldım. Öğretmenliğe dönüş yaptım.
Siz birçok işle uğraştınız ve uğraşıyorsunuz da. Sessiz kişiliğinizin arkasında bir yerinde duramama hali var gibi. Niye öğretmenlikte devam etmediniz mesela? Bu kadar çok kendinizi yormanız neden? Bunun Abdulbaki Kömür’e ne gibi bir faydası vardı ki?
Aslında yorulmuş değilim. İnsan bir arayış içindedir. Yani belki de ben insanlarla diyalog kurmayı bu şekilde ancak becerebiliyorumdur. Başka türlü beceremiyorumdur belki. Bunların hepsi kendimi anlatma ve kendimi arama biçimim.
Neden anlatmaya ihtiyacınız oldu ki? Anlatmaya çalışan pek çok kişi var zaten.
Her insan bir şeyler anlatır. Hepimiz bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Cenab-ı Hakk her insanı ölümlü yaratmıştır, ölümsüz değiliz, bunu biliriz. Ama her insan kalıcı olmak ister ve her insan değerli yaratılmıştır. Her insan kıymetlidir ve her insan kıymetli olduğunun diğer insanlar tarafından da fark edilmesini ister. Bu, herkes için istisnasız böyledir. Dolayısıyla bu dil, bu uğraşlarımız, bu sanat kendi değerliliğimizi bir şekilde dile getirme işlemidir de denebilir.
Gündem Oluşturmalı
Şimdi dünya değişiyor dedik, her geçen gün. Çoğu insan, sizin gibi yaşayan, iyi işler yapmış insanlardan habersiz. Gençleri Abdulbaki Kömür gibi zamanında iyi işler yapmış insanlarla nasıl aynı tarafa getirebiliriz acaba?
Aslında taraflar aynı, taraflarımızı değiştirmedik. Fakat şöyle bir şey var; her yeni eskir. Kaçınılmazdır bu. Eşyanın tabiatında vardır. Belki de bu, eskiden iyi işler yapmış insanların suçu değildir. Belki, zamanında bu misyonu üstlenmiş insanların çizgisini devam ettirmemesinden veya başka bir kanalda sanatı icra etmesinden dolayı oldu bu kopukluk. Mesela bir dede düşünün ve bir de torun. Oğul yani baba, dedeyle torun arasında bir köprüdür. Eğer baba olmazsa dede ile torun anlaşamazlar belki dil olarak. Bu aradaki iletişimi sağlayacak olan babadır.
Evrensel bir kültür oluşuyor demiştik hatırlarsanız. Bu etkileşim içerisinde her türlü medya bombardımanına maruz kalmış bir kuşak var şu an. Onlara “gelin şu müziği dinleyin, şu sanatla ilgilenin” demek çok zor. Ne yapmak lazım? Aynı medya gücüne sahipseniz bir süre sonra belki gündemlerine yeniden gireceksiniz. Siz gazetelerde yer almıyorsanız, televizyonlarda yer almıyorsanız, internette yer almıyorsanız, radyolarda yer almıyorsanız ne yapabilirsiniz. Yeni kuşak babanızın oğlu değil ki durup dururken sizi takip etsin.
Peki, sizce Müslümanlar kendi gündemlerini belirleyebiliyorlar mı ve Müslümanların gündemini neler belirliyor?
Henüz Müslümanların kendi gündemlerini belirleyecek noktada olduklarını sanmıyorum. Bunu açıkça ifade etmekte fayda var. Ama bunu ümitsizlik olarak da görmüyorum. Allah’ın izniyle bu da olacak. Şu an da Batının hegemonyası hâkim. Ben hâlâ böyle devam ettiğini düşünüyorum. Evet, yeni şeyler oluyor ama bunu kırmış olduğumuzu düşünmüyorum.
Allah İstemedikçe Hiçbir Şey Olmaz
Uzun zamandan sonra bir albüm geldi sizden. Geçen sene Ramazan’da çıkan yeni albümünüz “Kalbimin Çocuk Yanı”ndan bahsedelim. Sizden duysak hikâyesini, isminin hikâyesini…
Albümün adı dediğiniz gibi “Kalbimin Çocuk Yanı”. Dünya gittikçe kirleniyor. Dünyanın kirlenmesiyle birlikte biz de kirleniyoruz. Bu bir döngü şeklinde ilerliyor. Hâlbuki biz şuna inanıyoruz; Allah-u Teâlâ Peygamberimize, “Biz seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik” buyuruyor ve biliyorsunuz her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Bu, tertemiz doğmak demektir. Bu albüm, çocuklar ve kalbinde çocukça bir yan muhafaza eden herkes için yapıldı. Eğer kalbinizde bir çocuk yanı muhafaza ediyorsanız bu tertemiz bir yan demektir. Çünkü çocuklar kirlenmemiştir. Dünyayı bu kirinden, pasından arındıracak olan da bu çocukça tarafımızdır. Onun için albüme bu ismi verdim.
Peki, bu kadar uzun bir süre sonra bir albümün ortaya çıkmasının sebebi nedir, hem sizden bir şeyler beklendiği halde…
Yani denk düşmedi. Nasip olmadı. Hem de insanlar bir şeyler beklediği için bir şeyler yapmak iyi değil. Yani tabii ki de insanların bizlere değer vermesi hoşumuza gidiyor. Allah onlardan razı olsun. İnşallah onların kurtuluşu bizlerin kurtuluşu olur. Şahitlik ederler inşallah. Şimdi şöyle söyleyeyim; insanlar benden bir şeyler bekliyor diye yanlışına doğrusuna bakmadan her sene albüm çıkarmak daha mı hoş olurdu? Hem de nasip olmadığından böyle uzun bir ara oluştu. Bu, insanın elinde olan bir şey değil zaten. Siz ne kadar azmetseniz de Allah size nasip etmedikten sonra bir şey yapamazsınız. Hiçbir şey Allah’tan bağımsız değildir. Biz iki kere ikinin dört ettiğini sanıyoruz. Belki de beş eder. Zaten Allah inancı da bunu gerektirir.
Hakan Albayrak’ın kitabında da böyle diyor. Dakika 89. Üç sıfır mağlup durumdasınız. Allah inancınızı test edin bakalım. O kalan son dakikalarda dua eder misiniz “takımımızı galip getir” diye. Eğer dua edebiliyorsanız mümin vasfına erişmişsinizdir. Çünkü bir dakika kalmış, son anlar artık. “Yaa bu dakikadan sonra galip gelemeyiz zaten” diyorsanız, siz Allah’ın yapabileceklerinden şüphe ediyorsunuz demektir. Bu burada bir örnek, fakat psikoloji de böyledir, sosyoloji de böyledir. Diğer bütün her şeyde böyledir. Allah’tan bağımsız hiçbir şey yoktur. Diyelim ki üniversite sınavında bir öğrencinin başarılı olmasını istiyorsunuz. Her şeyi tamamladı, dershaneye gitti, harıl harıl ders çalıştı. Her şeyi yaptı. Allah izin vermez ise ne olur? Kazanabilir mi? Tabii ki tedbirini alacaksın, çalışacaksın. Ama Allah istemediği sürece sizin aldığınız tedbirin, gösterdiğiniz çabanın çok bir anlamı yoktur, onu söylemeye çalışıyorum. Sizin istediğiniz şeyi de Allah’ın istemesi gerekir, irade etmesi gerekir.
İşte son dönemlerde var; “falancalar isterse işte şöyle yaparsa kesin kazanırlar.” Bu determinist bir yaklaşımdır. Bu çünkü sonuçları somut sebeplere bağlamaktır. Allah’ı dışlayan bir yaklaşımdır. Allah müdahil olmazsa aynı sebepler aynı sonuçları doğurabilir. Böyle inanıyoruz biz, böyle öğrendik. İman da bunu gerektirir. Peki, bunu aşılamak için ne yapılabilir? Çok güzel kitaplar var, bir sürü; eğitim alanında pek çok güzel eser var, fakat hani daha önce de dediğimiz gibi medya Müslüman kişilerin görüşlerine yer vermezse, bunları topluma aktaramazlarsa tabii ki olmaz. Bu da Müslümanların kendi gündemlerini kendilerinin belirlemesinden geçiyor.
Müslümanlar Daha Dik Durmalıydı
Geçmişten bu güne kadar gelen süreçte Müslümanların yayın hayatı büyük bir ilerleme içinde. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu gelişmeyi?
Yani her alanda olduğu gibi bu alanda da iyisi ve kötüsü var. Nasıl müzik alanında, İslam adına öne çıkan insanlar yanlış da yapabiliyorlar. Bazen, mesela bir çocuk edebiyatı kitabı çıkarıyorlar. Lakin bir bakıyorsunuz kitapta İslam dışında her şey mevcut. Bir sürü safsata yazılmış. Eğitim alanında bir bakıyorsunuz aynı durum. Yani her alanda istismarcısı olacaktır. Kötü niyetlisi olacaktır. Yayıncılık alanında da bu kaçınılmaz bir şeydir. Hele hele bir kontrol mekanizması yoksa herkes istediği gibi davranacaktır.
Abdulbaki Kömür Bey’in siyaset ve darbeler ile ilişkisi nasıl oldu peki?
‘61 darbesinde dünyaya gelmişim ben. Onu pek bilmiyorum. ‘70 muhtırasını ufak olduğumdan dolayı pek hatırlamıyorum. Babamın, dedemin çok sıkıntısı olmuş. ‘80 darbesinde ise imam hatip son sınıfta öğrenciydim. O dönemi ise çok iyi hatırlıyorum, gerçi yavaş yavaş hafızamızdan silinmeye başlıyor ama yine de iyi hatırlıyorum. Ölenler, öldürenler; kavga edenler, dövüşenler, bir sürü gruplar vardı. Her gün haberler alıyorduk neredeyse. Fakat bunların hepsi biliyoruz ki netice itibarı ile sistemin bir körüklemesi idi. Sistem olmasa bile onu kontrol eden daha büyük ölçekte bir mekanizma, bir sistemin oyunuydu nihayetinde.
Biliyorsunuz; bir bütün ekmeği biz bir lokmada yiyemiyoruz. Yılanlar veya timsahlar, iri yapılı varlıklar bir bütün olarak yiyebiliyor. Fakat biz yiyemiyoruz; bu sefer parçalıyoruz, bir ekmeği en azından 30-40 parçaya bölüyoruz. Dilimliyoruz öyle yiyoruz, o dilimlediğimizi bile bölüyoruz, direkt yiyemiyoruz. Bu dünyayı sömürmeye niyetli olan, dünyayı sömüren devletler, ülkeler, emperyalistler ne yapacaklar? Küçük lokmalara ayıracaklar. Kimilerini sağcı-solcu diye ayırıyorlar, kimilerini Alevi-Sünni diye ayırıyorlar. Kimilerini Türk-Kürt diye ayırıyorlar. Bir sürü küçük küçük parçaya ayırıp kolayca yutuyor adamlar. Ama siz bir bütün olduğunuz zaman kimse yutamayacak. Gırtlağında kalacak ve kendisi boğulacak.
1980’de Sivas’ta idim. Mezuniyet zamanı kır gezisinde, Soğuk Çermik diye bilinen bir yer vardır bir tür kaplıca gibi, orada bizi durdurdular araba ile giderken. Sorgulamaya başladılar ve sonra bir baktık bir grup eli sopalı şekilde bize geliyor. Kaçtık mecburen mesela. İmam hatipte olmasa idik belki biz de karışırdık. İmam hatibin böyle bir avantajı oldu elhamdülillah. İmam hatibin benim hayatımda çok büyük bir avantajı oldu. Hiçbir zaman suni çekişmenin içine girmedim, bir de belki bugün ortaya çıkan Abdulbaki Kömür portresinde imam hatibin çok büyük bir altyapı desteği oldu. Bilgi kaynağım, edebî yaklaşımım, hepsi imam hatipte oluşan şeyler. Allah hocalarımdan razı olsun ve beni o imam hatibe yönlendiren rahmetli babamın mekânı cennet olsun.
Daha sonra İstanbul’a geldik. Tiyatroya başladık, müziğe başladık. 28 Şubat’ta ise ben öğretmendim. Marmara’dan yeni ayrılmıştım, Çamlıca’da Öncü vardı. Orada başladık, 3 yıl çalıştık. 28 Şubat’ta şahsıma bir şey olmadı ama ben de Müslümandım. Şöyle söyleyeyim; imam hatipte kızım vardı mesela. Başörtüsü yasağı sorununu çekti. İlla ki benim kızım olması gerekmiyor. Sonuç olarak aynı inançtaki bir sürü kız kardeşim vardı.
Peki, 28 Şubat’ı Müslümanlar engelleyebilir miydi?
Müslümanlar darmadağınık gözüktü. Savunamadık, bazıları savundu. Savunan adam savundu ama biz savunamadık. Böyle olunca ortaya iyi bir manzara çıkmadı. Müslümanlar dik durabilseler idi, daha farklı olabilirdi her şey.
Şöyle geçmişi yâd edecek olursa Hasan Nail Canat ile olan ilişkinizi biraz anlatır mısınız?
Hasan Abi’yi ben Sivas’ta izleyici olarak tanıdım. Sanırım “Muhtar Kafası” isimli bir oyun oynuyorlardı. O oyunu izlemiştim. Sonra da bir vesileyle biz tiyatroya başlayınca o zaman iyice tanıştık, irtibatımız devam etti, pekişti. Son olarak Marmara FM’de program sunuculuğu teklif etmiştik. Bizi kırmadı ve programlara başladı. Daha sonra ben Öncü’de öğretmen iken, bizim kulüplerimiz vardı. İşte tiyatro kulübünü işletecek bir öğretmene ihtiyacımız vardı. Yine oraya da geldi, öğretmenlik yaptı. Öyle beraber çalışmışlığımız oldu.
Hasan Abi rol yapmayı bilmezdi. Asla rol yapamazdı. Doğru bir adamdı, artist bir adam değildi. O rol yapamazdı fakat gerçekti. Reel bir adamdı. Yiyişi, içişi, yatışı, rol yapışı hep aynıydı. Yani Hasan Abi sahne arkasında söylediklerini, sahnede de söylerdi. Sahne arkasında söylemediklerini, sahne önünde de söylemezdi. Onun başarılı olması doğruluğundan dolayıdır. Eğer doğru bir şey yaptıysanız gözden kaçmıyor. Büyük bir kısım görmezden geliyor, ama gene de gözden kaçmıyor bu doğruluklar. Belki kısa sürede belki uzun sürede, bu değişebilir. Cenab-ı Hak denk getiriyor ve öyle bir sonuca ulaşıyorsunuz. Hasan Abi de iyi şeyler yaptı ve gözden kaçmadı.
Peki siz, Müslümanların sinemada durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben sinema alanında pek olmadığım için eleştirmem ve değerlendirmem pek doğru olmaz. Zaten yapılan her iş için eleştiri getirebilirsiniz. En güzeli olsa dahi eleştiri olur. Eleştirinin pek doğru olduğunu düşünmüyorum. Mesela bir kalemi eleştirirsiniz. Fakat bu kalemi yapanların nasıl imkânları kullandıklarını göz önüne almanız gerekir.
Mesela biz tiyatro yaptık. Provaları nerede yaptık biliyor musunuz? Ertesi güne yetiştirmemiz gerekiyordu. Poşet fabrikasında çalıştık. Kimse bize sahne vermiyordu çalışmamız için. Şimdi siz tutup da, “Sahneyi iyi kullanamamışsanız, işte Müslümanlar bu işi iyi beceremiyor, sahneyi kullanamıyorlar” diye bir eleştiri getirirseniz haksızlık yapmış olursunuz. Çünkü Müslümanların böyle bir imkânı yoktu. İmkân olsa idi daha iyi işler çıkardı. Bir şeyi eleştirirken o işin alt yapısını araştırmanız gerekir.
Mesela karikatür dergisi çıktı, Cafcaf. Takip ediyorum. Salt aldığınız zaman “bu nasıl dergi” dersiniz. Ama nasıl çıktığını biliyorum. En azından tahayyül ediyorum, hangi şartlarda çıktığını, hangi imkânlarla çıktığını. Hangi cefalara, hangi fedakârlıklara katlandıklarını biliyorum. Diyelim ki; Cafcaf için şöyle bir şey hayal ediyorum: Karikatüristlerinin her türlü imkânlarının karşılandığı, birkaç katlı binanın her odasının bir karikatüriste tahsis edildiğini ve malzemenin bolca verildiğini düşünelim. Tabiri caiz ise Cafcaf uçmaz mıydı?
Siz, Müslümanların tek mizah dergisini desteklemez iseniz, o dergi çıkmaz, çıkmaz ise satılmaz. İmkânsızlıklar içinde çıkan dergiyi eleştirirseniz olmaz, zamanında biz de olduğu gibi. Tiyatroya hazırlanıyoruz, bize ne bir maaş ödeyen oldu ne de farklı bir şey. Aynı durum Cafcaf içinde geçerli şu an…
Buna Müslümanların iletişimsizliği diyebiliriz herhalde, eğer iletişim olsa idi 28 Şubat gibi belalar gelmeyebilirdi başımıza herhalde…
Tab,i ki de olabilir, anlatamadık veya anlayamadık diyebiliriz. Bunların hepsi doğru olabilir. Şimdi şöyle bir şey var, kendi dostlarıyla dalaşanlar düşmanlarıyla savaşamazlar. Neden? Diyelim ki ben, burada seninle boğuşuyorum ve yoruluyorum. Dışarıda da bir düşman var. Biz bu halde iken o düşmanı yenebilir miyiz? Öncelikle dostlarıyla birlikte olmayı öğrenecek Müslümanlar. Sevmeyi öğrenecekler, anlamayı öğrenecekler. Bir de bu şu anlama gelmiyor: “Herkes ile aynı fikirde olacaksınız.” Böyle bir şey yok. Kendi yanlışlarımızda da diretmeyeceğiz. Yanlışı olan dostlarımızın da doğrularını kabul edeceğiz.
Biz ne yapıyoruz; bir sürü yanlışı var ama doğrusu da var. Buna rağmen onu dışlıyoruz. Yahu doğrusu var adamın. İmam Şafii’nin bir sözü vardır: “Ben doğru şeyler yaparım, doğru şeyler söylerim ama söylediklerimin içinde yanlış olabileceğine inanırım.” Kardeşim de yanlış söylüyor olabilir. Yanlış şey yapabilir. Bunlara inanırım ama yaptıklarının içinde doğrulara da inanırım. Bu anlayışa sahip olursak toptancı bir anlayış yerine, kıymetli bir iş yapmış oluruz. Bu açıdan bakmamız lazım aslında.