Üstün Akmen
Bu ülkenin en köklü sanat kurumlarından İstanbul Şehir Tiyatroları’nda birkaç aydır yaşananlar tiyatrocular açısından giderek krize dönüştü. Olay, İskender Pala namındaki edebiyat profesörünün Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde “Müstehcen Sırlar” oyunu ile mimar ve sanat tarihi doktoru belediye başkanının sanat danışmanı Tiyatro Oyuncusu/Yönetmeni Kenan Işık’ı sert bir dille eleştirmesiyle gündemimize girdi.
Esasında, Pala Bey, Şilili yazar Marco Antonio De La Parra’nın oyunu için “seyirciye teşhircilik hakkında hayat dersi veriliyor”, “devlet parasıyla bayağılık” gibi ifadeler kullandığında amaçları anlaşılmıştı. Hoca’nın izlemeden/bilmeden sözünü ettiği, Latin Amerikan tiyatrosunun en etkileyici oyunlarından biriydi ve oyunda gerçeğe ancak olgulara, deney ve gözleme dayanılarak, pozitif bilimlerin yardımıyla ulaşılabileceği savlanmaktaydı. Üretim araçlarının özel kişilerin değil, kamunun malı olması ve toplum içinde gelişen her türlü eylemde ortak davranış gerekliliği öne sürülüyordu. Baskıcı rejimler altında inim inim inleyen toplumlar, o toplumların yaşadığı nevrozlar, özgür toplum kurumları, çalışanların hakları, anneler, babalar ve tüm bunların psikanalizleri vardı.
Günlerce çizildi yazıldı, gene de İskender Hoca’nın nasıl “tahrik” olduğu anlaşılamadı. Anlaşılamadığı gibi müstehcenlik kavramının, özellikle cinsel nitelikli çağrışımlarla, genel olarak toplumun utanma ve edep duygusunu inciten, şehvet duygusunu uyandıran açık saçık ve yakışıksız durumlara yakıştırıldığı, bu durumlarınsa tiyatroda bulunmadığı kendisine anlatılamadı. Tiyatro oyunu izlerken edep duygusu incinen, şehvet duygusu kabaran bilim adamının sadece bizim ülkemizden mi çıktığı konusu ayrıca pek merak uyandırdı.
Her Kesime Ayrı Demokrasi
Sağcı çevrelerde uzun süredir tartışılıyordu muhafazakâr sanat konusu, ama ne zaman ki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri edebiyat profesörü Mustafa İsen devreye girdi, işin aslı da tam o sırada belli oldu! Musta Bey, Suriçi Grubu için yaptığı konuşmada: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman ‘muhafazakâr estetik’ ve ‘muhafazakâr sanat’ diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” diye buyurdu, top yerini buldu. Böylece, bilgi dağarcıklarımız da “her kesimin ayrı bir demokrasi anlayışı” olduğu hususunda “salaha” kavuştu.
“Herkes Kendi İşini Yapsın, Bizim İşimiz Tiyatro” Vurgusu
Tüm bunların ardından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Şehir Tiyatroları’ndaki karar alma sürecini bürokratlara emanet eden yeni bir düzenleme yaparak sanatçıların büyük tepkisini aldı. Belediye yönetimi tepkilere rağmen geri adım atmayınca, önce Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ve ekibi istifa etti, ardından da Şehir Tiyatroları’nın eski genel sanat yönetmenleri bir araya gelip, durumu protesto eden açıklamalar yaptılar. Nihayetinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği (İŞTİSAN) ile çok sayıda sivil toplum kuruluşu tarafından İstanbul Galatasaray Lisesi önünde, Ankara, İzmir, Adana ve Samsun’da ortak bildiri okundu, “herkes kendi işini yapsın, bizim işimiz tiyatro” vurgusu yapıldı.
“Muhafazakâr Kesim” Üretim Yoksunu
“Herkes kendi işini yapsın, bizim işimiz tiyatro” vurgusu yapılırken, sanatın önüne “muhafazakâr” sıfatını takmalarındaki amacın “sağcı sanat yapıtları üretmek” değil, var olan sanatın kendilerince beğenilmeyen taraflarını budamak olduğu da vurgulanmaktaydı. Siyaset ve ekonomi alanında kurdukları hegemonyanın kültür-sanat alanına da yayılmasıydı amaçladıkları. “Muhafazakâr kesim”lerinde üretim bulunmadığından, sanat yaratmaları olanaksızdı, dolayısıyla var olan kültür-sanatı “kesmek” onlar için daha kolaydı. Olay daha farklı bir boyutta tartışılmaya başlandı.
İskender’in Palası, Demoklesin Kılıcı
“Kesmek/Budamak” eylemi, yani eşanlamıyla sansür olgusu, topluma “toplumun tercihi” olarak yutturulmaktaydı. Mustafa İsen, Zaman’a verdiği röportajda Nuriye Akman’ın: “Tiyatro oyunlarına kimin karışmasını istiyorsunuz siz” sorusunu yanıtlarken: “Şu andaki sistemde devlet tiyatroları genel müdürünün görevlendirdiği dört-beş uzman repertuarı belirliyor. Peki o şehrin belediyesinin veya o şehrin bir takım sivil kuruluşlarının benim seyredeceğim oyunu belirlemede benim de hakkım olmalı gibi bir yaklaşımı niye olmasın” diye soruyordu. İktidardaki partinin diline pelesenk ettiği “seçilmişlik” vurgusu, sanatın üzerindeki demoklesin kılıcını oluşturuyordu. “Halk böyle istiyor”dan yola çıkılarak kültür-sanatın içeriğinin gericilikle doldurulmasının amaçlandığı “ayan beyan” belli oldu. Bu “halk istemiyor” verisi, daha önce devlet radyosunda klasik ve caz müziği çalınmamasının gerekçesi olarak da kullanılmış, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin durumu: “Nüfusun yüzde 96,2’si caz, yüzde 92,3’ü klasik müzik dinlemiyor” diye açıklamıştı. İktidardaki parti, dizi sansüründe de halka “RTÜK’e şikâyette bulunma” çağrısı yapmış, sansürün altyapısını oluşturacak bir “halk istemiyor” verisi yaratmıştı. Esasında bu “halk istiyor/istemiyor” verileri amacın uyuşturucu şırıngasıydı.
Tiyatroyu Getirim Alanına Teslim Etmek
Anlaşılan tiyatroyu da rant alanına teslim etmek planlanmaktaydı. “Devletin tiyatrosu mu olur” diyorlardı, ama ellerinde tuttukları devletin kontrol mekanizmasına gereksinim duyuyorlardı. Çünkü hegemonyayı sağlayacak kültür-sanatı elde etmek amaçlanmaktaydı. Aynen neo-liberallerin “devlet ekonomiden çekilsin, işleri piyasaya bıraksın” demeleri gibi! Sonrasında her başları sıkıştığında devletin müdahale edip emekçilerin sırtındaki yükü artırmasını ve halkın parasının toplandığı hazinedeki varlığın zenginlere aktarılmasını istedikleri gibi! İşte, bizim kendilerini iyi konserve eden muhafazakârlarımız da, sanat alanından çekilmesini istedikleri devleti, kontrolleri dışına çıkan her duruma müdahale etmek üzere geri çağıracaklarını biliyor ve inanıyorlardı.
Hiçbir Sahada Yoklar
Oysa bilmiyorlardı ki sanatı kimse oluşturamaz!
Sanat, Musta Bey istemese de oluşur, o istedi diye asla oluşmaz.
Artık bilen biliyor, Bay İsen’in temsil ettiği siyasi çizgi, Türkiye’yi dönüştürme iddiası ve çabası içinde.
Oysa Heyhat!
Şimdi bakıyor ve anlıyoruz “muhafazakâr sanat oluşturmalıyız” diyenler bugüne değin sinemada yoklar, ana akım kitaplarda yoklar, dizilerde yoklar, tiyatroda yoklar, plastik sanatlarda yoklar, psikolojide yoklar, reklamcılıkta yoklar. Basında iktidar desteği ile asalak olarak varlar. Veee tüm bu süreçte en büyük sıkıntıları sol. Kültür sanat alanına baktıklarında, “solun ördüğü etten bir duvar” (Ekrem Dumanlı-Zaman/ 24 Ekim 2009) görüyorlar. Sanıyorlar ki sol, kültür-sanat alanındaki üretimini devlet himayesinde ve burjuvazinin desteğiyle sağlamaktadır. Halkçı, emekten yana bir kültür-sanat mücadelesini tahayyül edemiyor, kavrayamıyorlar.
Veee doğal olarak “geleneğe” sığınıyorlar.
Gene de kültür-sanatın insanlığın bir bütün olarak tarihi birikiminin ifadesi olduğunu bilmiyorlar.
Okurlarıma Sorular
Ey Okur, şimdi sorarım sana: Fazıl Say’ın “ateistim” deyip Ömer Hayyam dizelerini paylaştığında hakkında soruşturma başlatan iktidar, muhafazakâr sanat kurabilir mi?
“Sizin ölçülerinize göre resmin ve heykelin muhafazakârı nasıl olur” diye sorulduğunda: “Çok basit. Geçen hafta Erol Akyavaş’ın tablosu çok büyük bir rakama gitti. Neydi resim? Hattın biraz modernize edilmiş şekliydi” diye yanıtlayan Mustafa İsen görüşü, sanat yapabilir mi?
Osman Hamdi’nin “Kaplumbağa Terbiyecisi” resminin röprodüksiyonlarıyla Millet Meclisi’ndeki odalarının duvarlarını süsleyen dar kafalılar, örneğin aynı Osmanlı ressamının “Mihrap” tablosuna bakabilir mi? “Muhafazakâr kültür” kafası, 1901 yılına ait bu resmin “teşhirini men” etmez mi?
Muallim İsmail Hakkı Bey’in Acemkürdi şarkısı “Fikrimin ince gülü” şarkısındaki “Ellerin ellerimde/Leblerin leblerimde” dizesini TRT ekranlarındaki eğlence programında “Ellerin ellerimde/Gözlerin gözlerimde” diye okutan bu zihniyet sanat yaratabilir mi?
Karısını boğan Othello’nun öyküsünü “etik” bahanesinin arkasına sığınmadan temsil ettirebilir mi?
Bir seri katilin yaşamının sahnelenmesine izin verebilir mi?
Sahne dekorunun duvarına, oyunun konusu gereği, örneğin bir nü tablo astırabilir mi?
Tiyatrodan, Sanattan Korkuyorlar
Evet… Bu soruları artık hiç çekinmeden yüksek sesle sormak gerekiyor. Yanıtlar hayır olacak biliyorum, o takdirde akla yeni bir soru geliyor: Acaba, İBBŞT olayında ne yapılmak isteniyor?
“El-cevap”: Bir temel hak olarak Anayasanın güvence altında tuttuğu sanatın, dolayısıyla tiyatronun halkın kültürel üretimini, çağdaş eğitimini, sanat düzeyi ve bilincini yükseltmesinin engellenmesi için uğraş veriliyor. İBBŞT’nin Türk tiyatrosunun geleceğe yönelik yaratıcı atılımlarına önderlik etmesi istenmiyor. Sanattan ve sanatçıdan ciddi anlamda korkuluyor, işte bu nedenle başına buyruk birileri kentin tiyatrosunun idam fermanını imzalıyor.
Oysa her şeyden önce öğrenmeleri gerekiyor ki, sanat oldum olası “muhafaza” edilemiyor, konserve edilip saklanamıyor. Önüne “muhafazakâr” gibi belirleyici bir sıfat koyduğunuzdaysa uçuyor, kaçıp gidiyor.
Çünkü sanat yönlendirilmeye gelemiyor.
Sanatı ancak sanatçı belirleyebiliyor, bu gerçeğe de başkaca izah gerekmiyor.