Ordu Belediyesi Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’ndeydim

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Kültür Bakanlığının desteği, Ordu Belediyesi ve TOBAV (Tiyatro, Opera, Bale Çalışanları Vakfı) işbirliğiyle düzenlenen ve gelenekselleşen Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nin 8.si de hedef kitlesiyle buluştu ve yedi günlük sürecini tamamlayarak sona erdi. “Ordu İli, Kültürün ve Sanatın Başkenti Olacak” sloganını kendisine “şiar” edinen başarılı Belediye Başkanı Seyit Torun (1968), yoğun iş akışına karşın yıllardır alışageldiğimiz konukseverliğini bu kere de gösterdi. Birlikteliğimiz sırasında Katı Atık Ayrıştırma Tesisi, Derin Deniz Deşarjı, Atık Su Arıtma Tesisi, Cumartesi Pazar Yeri Projesi, Bülbül Deresi Projesi gibi birçok projesinden söz ederek, bu karanlık günlerde dinamik düşünceleriyle içimize sular serpti.

Kabinler Boşlukta Nazlı Nazlı Salınmakta

Seyit Torun’un yanı sıra, bu festival nedeniyle “bitap” düşen ve sonuç itibariyle ne yazık ki hastanelik dahi olan özverili ve çalışkan Başkan Yardımcısı Özer Karadağ ve TOBAV’ın yeni yetişen kuşakların şekillenmesine katkı sağlamayı amaçlamış başkanı, ünlü Oyuncu/Yönetmen Tamer Levent ile benim Ordu’ya “vasıl” olduğum ilk akşam hep birlikteydik. İskele Üstü’ndeki Grand Mıdı’da (Vedat Karaman’a selam ederim) Dikenucu Kavurması (Melocan), Pezik (bir çeşit pazı) Kavurması, Karalahana Diblesi, taneleri büyümeden toplanmış kabuklu bezelyeden yapılan Bezelye Kızartması, Mezgit Tava (Tavuk Balığı da diyorlar), şişte iskorpit balığı yedik. Olağanüstü bir panoramaya sahip olan Boztepe’ye zamanım yetmediğinden teleferik ile gidemedim, ama kabinlerin salına salına yaptıkları seferleri (Yapım aşaması serüvenlerini Seyit Torun’un düşüncesine düştüğü günlerden itibaren bildiğimden) gururla izledim. Bu arada, kent merkezi ile yaklaşık 500 metre yüksekliğindeki Boztepe arasında gidiş-geliş yapan 2 bin 350 metre uzunluğundaki teleferiğin resmi açılışına da tanıklık ettim.

Ebeveynlerin Bilinçlendirilmesi Meselesi

Seyit Torun, Özer Karadağ ve Tamer Levent ile olduğumuz akşam, daha festival programına göz ucuyla bile bakamamış, ilk üç oyundan hiçbirini izleyememiştim. Devrisi gün, bu yılki festivalde ilk göze çarpan yenilik olarak, yıllardır yaptığım eleştirilerden birinin yerine getirildiğini gözlemledim ve sevindim. Oyunlar, ilk kez (Hepsi değilse bile büyük çoğunluğu) çocukların yaşlarına göre sınıflara ayrılmıştı. Oyunların seçicisi olan TOBAV’ın, yapımları saptarken eğitici ve etkileyici niteliklere pek dikkat etmediği hususu, bu yıl da dikkatimden kaçmadı. Diğer taraftan, ebeveynler bilinçlenemediklerinden ya da bilinçlendirilemediklerinden çocuklarını oyunlara getirirlerken yaş gruplarına hiç mi hiç bakmamaktaydı. Oyunların sahnelendiği salonların kapılarında ebeveynleri uyarabilecek TOBAV yetkililerine de rastlanılmadı. Yaşına uygun olmayan oyunu izlemeye zorlanan çocuk, tepkisini her zaman olduğu gibi ağlayarak orta koymaktaydı ve (bana göre) büyük olasılıkla o anda tiyatrodan soğumaktaydı.

Çocukların Sorunlarını İşleyen Oyun Yoktu

Diğer taraftan, seçilmiş oyunların yapımlarında pedagoji ve psikoloji bilimi verilerinden yararlanılmadığı ayan beyan ortadaydı. Güncel, gerçekçi, çocuk sorunlarını işleyen bir oyuna bu festival sırasında da rastlanılamadı. Dünya üzerinde çocuk diliyle yazılan, çocuğu anlatan oyunların tercih edildiği, çocuk sorunlarının deşildiği oyunların sahnelenmelerinin yeğlendiği bilinmekteyken, oyunlarının seçiminde bu yıl da bu hususlar dikkate alınmamıştı. Yüz yıl önce 40-45 bin civarında olduğu bilinen Bengal Kaplanı sayısının, günümüzde 1700 civarına indirgenmesini işleyen bir oyun, 6 yıldır Ordu’da ve yıllardır diğer illerde, Mardin’de orada burada çocuk-gençlik tiyatroları festivallerine getirdiğim eleştirilerin sanki somut örneği niteliğindeydi.

Hindistan İngilizcesi ve Ses Düzeni

Yukarıda andığım, bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında olan “Doğaya uzanan köklerimizi unutmamalıyız” ana temalı oyun, Hindistan’ın Dyaas Pune Tiyatrosu yapımı olup, “Kalan Son Renk” başlığını taşımaktaydı. 12 yaş üstü seyirciye göre olduğu belirtilen oyunu, bütün oyunlarda olduğunca her yaştan çocuk-genç izlemeye çalıştı, anlayamayan çığlığı bastı. Çığlığı basan, tepinerek ağlayan, sıkıntıdan oradan oraya kendini atan minik izleyiciler dışında, değil 12 yaş ve üstü, benim gibi “70 yaş ve civarı” seyirci bile sıkıntıdan patladı, zira oyunu anlatan iç ses İngilizceydi ve o İngilizceyi sular seller gibi İngilizce bilenlerin bile sökmesi pek mümkün olamazdı.

Muhsin Ertuğrul’u Anmadan Olmuyor

TOBAV’ın Çocuk-Gençlik Tiyatroları festivaline/festivallerine gerçekten emek veren değerli yetkililerinden ve özellikle Kadim Dostum Tamer Levent’ten özür diliyorum, ama eleştirmenin görevim olduğunu da anımsatmadan edemiyorum. Bu vesileyle kırgınlık yaratmayacaklarına, kırılmayacaklarına inanıyorum, çünkü cumhuriyet döneminde çocuk tiyatrosuna tüm varlığıyla eğilen ve “Devrimleri benimseyecek yeni nesilleri yetiştirmenin eskiyi değiştirmekten daha kolay” olduğunu vurgulayan Muhsin Ertuğrul’a hiç birinin saygısızlık etmek istemediğini adım gibi biliyorum.

Kolay mı Festival Düzenlemek

Bilinen bir gerçektir ki, oyun yazarı ve yönetmenin düşünce yapısı, dünya görüşü henüz hiçbir şeyin ayırtına varamamış, verileni almaya hazır çocuk izleyiciyi biçimlendirecek ve işte o biçimi alan çocuk, yarın (olasıdır) tiyatroya şekil verecek. Çocuk-Gençlik tiyatrosu bu açıdan da çok önemli… Öyle değil mi ama? Dolayısıyla iletisiz, balonlu, oyuncaklı, içinde illüzyon gösterileri olan oyunların çocuğa fayda yerine zarar verebileceğini düşünmek gerektiğine inanıyorum. Bu arada, okumakta olduğunuz yazımın, yıllardır genel anlamda “şifahen” dillendirdiğim eleştirilerin özetlenerek yazılı hale getirilmiş hali olduğunu söylüyorum.

Sözlerim, sadece Ordu Belediyesi 8. Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali için değil elbette.

Esasında, çocuk ve gençlik için tiyatro festivali düzenlemenin kolay iş olmadığının “bilvesile” altını çizmek istiyorum.


‘Mal Bulmuş Mağribi’ Olmak ya da Olmamak

Toplumsal cinnet boyutuna gelen saldırganlık içgüdüsü, bir türlü kontrol altına alınamıyor. Demokrasi denilince her hakkın kendisinde olduğunu düşünenler, giderek burnumuzun dibinde öbeklenmekte. Şiddet, nasıl toplumun her kesiminde duyumsanıyorsa, kültür-sanat alanında da “kendince” kendine rakip gördüğünün açığını arama, açığını yakaladığında yerden yere vurma, hafife alma, küçümseme, alay etme olarak karşımıza çıkıyor, birileri birilerine sürekli “yazık” ediyor.

Melih Anık’la tanışıklığımız hiç mi hiç yoktur, ama “Düşünceler” başlıklı “blog” sayfasında yazılar yazdığını, bu yazılarından tiyatro eleştirisiyle ilgili olanlarının tiyatro sanatı üzerine yayın yapan sitelerde de yayınlandığını bilen ve izleyenlerdenim. Yazılarını okur, bilgi birikimini takdir eder, mantıklı ve nesnel yaklaşımlar yakalarsam severim. Fazla “ahkam” kestiğini sezdiğimdeyse içimden eleştiririm, “keşke yapmasaydı” derim. Tilbe Saran ile Yıldız Tilbe’nin adlarını karıştırmasını “akıl sürçmesi” olarak değerlendiririm de, dozu hayli “ağır” eleştiri yazıları karşısında “Acaba muhatabıyla arasında bir husumet mi var” diye dertlenirim. Genelde sakinliği ve edebiyle tanınan değerimiz Mehmet Ergen’i bile çileden çıkaran (“Ben Patronum” ile ilgili) yazısındaki saldırganlığı görmezden gelirim, hatta Mahir Günşiray’ın kendisi için: “…Oyun hakkındaki fikirlerini ancak İnternet’ten aldığı alıntılarla açıklayan…”, “Dramaturginin ne olduğunu bilmeyen; yorumlama, ‘yeniden okuma’ kavramlarından bihaber, sadece göz ucuyla ‘Görüşler’ defterimize bakıp, onlarca yazının içinden bir cümle seçip, seyircinin düşüncesiymiş gibi oyunu seyretmeyenleri yanıltan, çeviri konusundaki gördüğüm en tuhaf bakış açısına sahip…” nitelendirmeleri karşısında üzüldüğümü hissederim.

Melih Anık, ne yazık ki bu hafta da tutumunu aynen sürdürmüş, hakkında “Vay neymişsin be abi” diye düşünüleceğini varsayarak, benim geçen haftaki “Kızıl Peter Hayvansa, Peki Biz Neyiz: ‘Kafka’nın Maymunu’ (Evrensel-6 Haziran 2012)” eleştiri yazımı hedef tahtasına asmış. Asmış da, “blog”undaki “Kafka’nın Maymunu ve Çok Üzgünüm Üstün Akmen… (7 Haziran 2012)” başlıklı yazısında, nedendir bilmem, sanki ben yazımı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı sıfatımla yazmışım gibi, her anışta adımın önüne “TEB Başkanı” unvanımı takmış. Böylece, bir taşla iki kuş vuracağını; hem beni, hem de Tiyatro Eleştirmenleri Birliğini hafife alabileceğini varsaymış.

Melih Anık, alışılagelen “iz bırakma” yöntemine bu kere de daha önce Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği kapsamında, 2010 yılında Liège Üniversitesi Kraliyet Üniversitesi Tiyatrosundan (TURLg) seyrettiğim “Akademi İçin Bir Rapor” başlıklı eleştiri yazım ile 18. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim ve yukarıda anılan başlıkla yayınladığım yazımı meze yapmış. İki yazımı alt alta koymuş, yazılarda aynı olan satırları koyulaştırmış, böylece kendi yazımdan “intihal” yaptığımı yedi düvele açıklamış(!). “TEB Başkanı” olarak(!) Roger Garaudy’den “rahat rahat” yararlandığımı da “yakalamış”, bu yararlanmayı da yazısının içindeki alıntılarda büyük harflerle göstermiş ve de kendince “mal bulmuş mağribi”liğin en iyi örneklerinden birini vermiş.

Şimdi: “… Franz Kafka’nın kısa öyküsü sanırım malumunuzdur: İnsana dönüşen bir maymun, Yüksek Akademi üyeleri önünde bir konuşma yapmaktadır. Geçirdiği evrimi akademisyenlere açıklar. İki durumdan hangisi daha iyidir acaba” ya da “… Neredeyse hüzünlü sayılabilecek bu kısa öyküyü Robert Germay/Colin Teevan tiyatroya uyarlamıştı. Germay/Teevan, Kafka’nın her zamanki kinayeli mizah anlayışıyla insanoğluna dair düşüncelerini aktarmakla kalmamış, yaşamın absürtlüğüyle yüzleşen insanın ümitsizliğini de yansıtmaya çalışmıştı. Hayvan teması, doğal olarak sahneleniş sırasında da öncelikle uyanış temasına bağlanmıştı” tümcelerinin aynı oyun ile ilgili iki yazımda da yer alması, Melih Anık Bey’in: “… kes-yapıştır’la ‘bir’ yazıdan ‘iki’ yazı çıkarmış” suçlamasını hak eder mi sizce? Oyunun konusunu özetleyişim ya da iki ayrı yönetmenin Kafka’yı aktarışlarında eş değer bulduğum yorumları için aynı tümceleri kullanışım Melih Anık’ın işaret parmağıyla beni göstererek kendini yerden yere atmasına, kahkahadan çatlamasına neden olabilir mi?

Melih Anık benim için “çok üzgün” olduğunu söylüyor ya, ben ne için üzüldüğünü anlayamadığımı ifade ediyor ve esasen kendisinin bana (da) ayıp ettiğini söylüyorum. Alıntı kaynaklarını yazı içinde gösterdiğim için, bu konudaki serzenişini olası gözden kaçırmaya bağlıyor, üzerinde durmuyorum.

Kendisinin mevcut tutumundan bir an önce caymasını; tiyatro sanatının bütününe ve çıkarına yönelik hareket etme alışkanlığını bir an önce edinmesini, eleştirilerinde kişilerin onuruna saygılı olmasını diliyorum.

Başka da bir şey demiyorum.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla