Üstün Akmen
‘Postacı’ filmini umarım anımsayacaksınız, 1994 İtalya-Fransa-Belçika ortak yapımı olarak çekilmiş dramatik bir dönem filmiydi. Özgün adı ‘Il Postino’ olan film, Türkiye’de 1996’ın hemen başında gösterime girmişti. O günler, bu günlere göre nispeten çok daha güzel günlerdi. İngiliz yönetmen Michael Radford’un yönettiği andığım filmin dışında, Şilili yazar Antonio Skármeta’nın (1940), bir yıl önce (yani 1983’te) kendi oyununu Şili’de sinemaya uyarladığı, bu Şili filminin oyunla aynı adı taşıdığı da biliniyordu. ‘Postacı’, bu filmin yeniden çevrimiydi.
Antonio Skármeta, ‘Ardiente Paciencia’ adlı eserini önce radyo oyunu, sonra 1982’de tiyatro oyunu, nihayet 1985’te bir kez de roman halinde yazdı. Türkiye’de Afa Yayınları tarafından 1987 yılında Tülin Şenruh’un, sonra da Can Yayınları tarafından 1989 yılında Aziz Çalışlar’ın Türkçe çevirileriyle ve ‘Ateşli Sabır’ adıyla iki kez yayımlandı. Son olarak da galiba Aksoy Yayıncılık tarafından ‘Neruda’nın Postacısı’ adıyla piyasaya çıktı. Yarı profesyonel, amatör tiyatro grupları tarafında çok kez oynandı.
Massimo Troisi’nin Ölümü
Şilili ünlü şair Pablo Neruda (1904-1973)’nın yaşamından imgesel bir kesitin anlatıldığı ‘Postacı’da, Neruda’nın şiirlerine de sık sık yer verilmişti. Fransız aktör Philippe Noiret’nin şair Pablo Neruda’yı canlandırdığı filmin diğer önemli rollerinde İtalyan oyuncular Massimiliano Troisi (Mario Jimenez) ve Maria Grazia Cucinotta (Beatriz Gonzalez) rol almıştı. Filmin senaristlerinden ve filmde Postacı Mario’yu büyük bir başarıyla canlandıran başrol oyuncularından Massimo Troisi’nin bu filmi tamamlayabilmek için önemli bir kalp ameliyatını ertelemiş olması ve film tamamlanır tamamlanmaz kalp krizi geçirerek 41 yaşındayken hayata veda etmesi o günlerde hepimizi pek üzmüştü.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBBŞT), ‘Ateşli Sabır’ı 2011-2012 sezonu oyunu olarak Şubat 2012’nin son günü sahneye taşıdı. İki aylık bir süreçten sonra, 2012-2013 sezonuna (muhtemelen) ‘reprisé’ oyun olarak sarkacak bu eserin sahnelenmesi neden sezon sonuna kaldı ya da neden yeni sezona bırakılmadı orasını bilemem, ama konusu yabancım değildi. Mario Jimenez, Şili’nin ada olmamasına karşın Kara Ada anlamında Isla Negra olarak adlandırılan bölgesindeki küçük bir balıkçı kasabasında yaşamaktaydı. Yoksul bir demiryolu işçisinin çocuğuydu ve balıkçılıktan pek hoşlanmıyordu. Mario, rastlantıyla bulduğu ‘posta müvezziliği’ işini yapar ve görevi gereği mektup taşırken, o bölgede evi bulunan Pablo Neruda ile tanışacaktı. Tanışma, gün be gün sıcak bir dostluk halini alacak, dostluk, Mario’yu Neruda’nın etki alanında bırakacaktı. Oyunun ilginç yanı, etki alanı giderek genişlerken, Mario duygularının ayırtına varacak, artık şiir bile yazmaya başlayacaktı.
Oyunları Dantelâ Gibi İşleyen Yönetmen
Oyunu sahneye Ragıp Yavuz koymuş. Ragıp Yavuz, yönettiği oyunları dantelâ gibi incelikle ve titizlikle işleyen bir yönetmen… Oyundaki karakterler kalabalık dahi olsa, Ragıp Yavuz her zaman onların yaşam öyküleriyle yalın bir anlatımı yeğleyerek küçük fırça darbeleriyle başarıyla resmeder. Bu arada, yan karakterleri de oyunun gereksindirdiği kadarıyla da olsa asla ihmal etmez. Araya tablolar yapıştırarak oyunu renklendirir, devinim sağlar. Nitekim bu kere de, arkaya yerleştirilmiş köprüye ‘izdüşümü’ olarak adlandırdığı 4 dansçı koymuş, arka fon perdesi üzerine barkovizyon ile hareketli görseller yansıtmış.
Metinde de, Sahnede de Siyasal İçerik Yok
Bunların dışında, Antonio Skármeta’nın sahne eserine hiç mi hiç kuş kondurma hevesine kapılmamış, yazarın söylediklerinin dışına çıkmamış. Skármeta’nın Ateşli Sabır’da, çağdaş Latin Amerika tiyatrosunun başlıca özelliği olan belgesel oyun çizgisini (Ateşli Sabır-Can Yayınları/Aziz Çalışlar Çevirisi/1989-Sayfa 8) sürdürmesini aynen uygulamış. Yazılı metne, Neruda’nın ‘El Libro de Las Prequantas-Sorular Kitabı (Selahattin Yıldırım çevirisi)’ndan alıntılar katmış. Neruda’nın gerçek sözlerini sahne aralıkları olarak, olayların ardındaki tarihsel-belgesel tanıklıklar olarak başarıyla kullanmış. General Pinochet faşist yönetiminin iktidara gelmesi gibi olaylarla yüklü siyasal içeriğin altını çizme/öne çekme amaçlı yazılı metin dışı eklemeler yapmak cüretinde bulunmamış. Pablo Neruda’nın siyasal yanını aynen eserde olduğunca lirizm sınırları içinde bırakmış.
Ragıp Yavuz hiç kuşkum yok ki, oyuncuların yaratıcı kişiliklerini geliştirmelerinin de yollarını aramış, onlardaki (elbette önceden bildiği) yaratıcılık kaynaklarını yeniden ‘keşfetmiş’, korumuş, gözetmiş, genişletmiş. Sahne üstü eylemin kendisini, en ince ayrıntısına varıncaya dek tablo tablo, replik replik bir sıraya, bir düzene koymuş. Eylemi düşünüp tasarlarken, bir yandan da oyuncularına her şeyi anlatmış. Böylelikle oyuncuların duruş yerlerinden, birbirleriyle olan uzaklıklarına kadar; yapacakları jest ve mimikler dâhil; dekorla, döşemeyle, aksesuarla ilişkileri; konuşmaları, susuşları, sahne trafiği tempoları düzene girmiş. Karakterlerin gerçeğe uygunluğunu da dikkate almış. Heyecanların aktarımında Antonio Skármeta’nın tekste istediklerini bir bir dikkate almış. Olayların mantığa uygunluğunu, Kemal Kayacan’ın mükemmel ışık tasarımının etkilerini, oyuncuların doğallığını, grup simetrisini hiç mi hiç savsaklamamış. Sadece, Beatriz’in mutfakta yemek pişirdiği 9. Tabloyu, orada Beatriz’in bir yumurtayı alıp ağzına koyuşunu, sonra parmakları arasında dolaştırarak önce göğüsleri üzerinde, sonra karnının üzerinde gezdirmesini ve bu eylemin bütün vücudu üzerinde sürdürmesi bölümünü (a.g.e: Sayfa 42, 43) makaslamış. Bu kırpma işleminde, şayet tabloyu pek sinematografik olarak nitelendirdiyse, ne yalan söyleyeyim haklı çıkmış.
Martılar, Kayalar, Dalgalar, Taşlar Rol Çalıyor
Gel gelelim, Barış Dinçel’in arka fon perdesi önüne kurduğu köprünün üzerinde dansçıların Yasemin Gezgin’in son derece demode koreografisi ile devinmesi hiç olmamış. Dansçıların devinmesi, sahnedeki olay ya da durumlardan iz taşımayınca, geride belirti, ipucu, emare, hiçbir şey bırakmayınca, koreografi de demode olunca çalışma oyuna hiçbir şey katmamış, izdüşümü etkisi falan yapmamış. Hele Dinçel, sahnenin köprüden inişleri olan merdivenleri siyah yan sahne fonuyla kapatmayıp açıkta bırakınca, izdüşümü hiç mi hiç tutmamış, koreografi tempo düşürmekten başkaca işe yaramamış. Ersin Aşar, Neruda’nın şair yaşamına ilişkin çağrışımlarla dolu, doğada esin perilerinin armağanı sesleri ‘oyun kişileri’ olarak (a.g.e: Sayfa 9) algılayamamış, görsel efekt tasarımında ise barkovizyon gösterisinin (martılar, kayalar, dalgalar, taşlar) oyuncunun rolünü çalmasına engel olamamış.
Canan Göknil’in Kostümleri
Bu vesileyle bir kez daha saygıyla andığım Aziz Çalışlar’ın güzelim Türkçesiyle dilimize kazandırılan oyunda, Canan Göknil’in kostümleri genel anlamıyla başarıyı yakalamış. Pablo Neruda’nın ölümünü simgeleyen ‘Robe de Chambre’ı ve yöresel kaftan mükemmel. Beatriz’in gelinliği ayrıca övgüye değer. Rosa Gonzales’in kostümüyse, Ayşegül İşsever’in oyununu kolaylaştırmamış, aksine zorlaştırmış. Merakım şu: Andığım giysi, genç kız kostümü gibi. Rosa karakterini dikiş biçimiyle daha olgun-dolgun gösterecek sihir elindeyken, Canan Göknil acaba bu sihri neden kullanmamış?
Pablo Neruda’nın Taş Tutkusu
Barış Dinçel’in yalın dekorunu elbette alkışlamalı. Gel gelelim eleştirmek de görevim. Barış Dinçel, Pablo Neruda’nın ‘Yaşadığımı İtiraf Ediyorum (Confieso Que He Vivido/Ahmet Arpad çevirisi-Milliyet Yayınları, 1998)’undaki “Şili’nin bütün taşları beni tanır” ya da “Taşlar toprağın kemiğidir” demesinden mi etkilenmiş ne! Ya da “Şili’nin Taşları”nı mı okumuş da etkisi altında kalmış, giderek Neruda’nın taşları dinlediğini mi öğrenmiş ki, döşemeyi tümüyle çakıl taşlarıyla kaplamış? Ragıp Yavuz da finali Mario’ya iki çakıl taşını birbirine vurdurtarak yapmış. Hal böyleyse, “taş” iletisinin izleyiciye geçmesi için, Neruda’nın taş tutkusu keşke program kitapçığına bilgi olarak konsaymış.
Levend Öktem’in Oyununda Eksiklik
Dansçılar Derya Keykubat, Derya Yıldırım, Cihan Cankurtaran, Hamit Erentürk’ün emeklerine dirlik. Usta oyuncu Levend Öktem, Pablo Neruda’yı iyi incelemiş, (üzgünüm ama) iyi çözümlememiş. Tek perde 12 tablodan oluşan oyunun ikinci yarısındaki performansına diyeceğim pek yok, gel gelelim ilk yarıda Neruda’nın coşkularının ışımalarını ortaya “Levend Öktem’ce” dökmüyor. O ilk bölümde Levend Öktem’in hem oyununda hem özdeşleşmesinde eksiklik seziliyor. Sözünü ettiğim genel duygusal temas eksikliğini nasıl oluyor da yönetmen Ragıp Yavuz fark etmiyor ya da ne bileyim ben, ola ki sezinliyor da Öktem’e söylemiyor bilemiyorum.
Mert Turak, Mario Jimenez’in duygularını, bu duyguların anlatım yöntemlerini pek güzel belirlemiş. Mert Turak’ı, rol aldığı her oyunda sesi ve hareketleriyle ve de daha ilk adımda rolüne girmesiyle tanıyıp belleyebiliyoruz artık. Ayşegül İşsever, Rosa Gonzalez’in güçlülüğü kadar güçsüzlüğünü, katılığı kadar duygusallığını iyi dengeliyor. Derya Çetinel, Beatriz’in içindeki istek öğesini heyecanlanmak eyleminden mükemmel ayrıştırıyor. Beatriz, Derya Çetinel’de tam olması gerektiği kadar; ne eksikliğiyle, ne de fazlalıklarıyla yaşıyor.
Müzik Danışmanı Çağrı Ö. Hün’ün, özellikle final için seçtiği “Gracias a la Vida/Que me ha dado tanto” dizeleriyle başlayan şarkı seçiminden dolayı bana sorarsanız özel olarak kutlanması gerekiyor. Hele Ragıp Yavuz, şarkının o güzel sözlerini bir olanak bulup (örneğin üst yazı olarak) Türkçe olarak sunabilseymiş ya da hiç değilse çevirisini program kitapçığına ekleyebilseymiş!
Melodisi tamam da, seyirci genel olarak şarkının sözlerini anlamaktan yoksun. hayat / Şu an benim için çok şey ifade ediyorsun (…)”…
Oyun/oyunculuk iyi, şarkı güzel, söyleyenin tınısı mükemmel… Daha ne olsun?