[Star gazetesinden Berat Özipek’in Devlet Tiyatroları Kapatılmalı başlıklı köşe yazısını yayınlıyoruz]
Tiyatroyu bir türlü sevemedim.
Üniversite yıllarımda aydın olmanın göstergelerinden sayıldığı için sevmeyi denedim, ama başaramadım.
Belki devlet tiyatrosuyla başlamak soğuttu, bilmiyorum.
Belki Türkiye’de tiyatronun taşıyıcısı ve “devletin ideolojik aygıtı” olmasıyla ilgiliydi bu;
Belki de Türkiye’deki tiyatro sanatçılarının çok azını sahiden entelektüel ve sempatik bulmamla…
Belki çoğunun devlet otoritesine muhalifmiş gibi yapıp, devletin ve onun resmi ideolojisinin tam göbeğinden konuşmasıyla ilgiliydi;
Belki de bir yandan eşitlikçi politik bir dil kullanıp, öbür yandan “çevre”den gelen siyasetçileri ve hükümetleri aşağılamalarındaki sınıfsallığı fark etmemle…
Belki bunu yapanların çoğu kez “beyaz adam” olmaya çalışma psikolojisiyle, oligarşiye yaslanarak, içinden geldikleri alt sınıftan insanların siyasi temsilcilerini aşağılıyor olduklarını bilmemle ilgiliydi bu soğukluğum;
Belki de “Devlet”e yaslanıp “Hükümet”e giydirmenin, böylece hem eleştirel ve muhalif bir pozisyonda görünmenin itibarını kazanıp, hem de kendilerini hiçbir biçimde riske sokmamanın konforundan yararlanma şeklindeki şark kurnazlığından iğrenmemle…
Galiba Türkiye toplumu bütün bunları benden çok daha önce fark ettiği için bir türlü ısınamadı devlet tiyatrosuna.
Tiyatro “Batılı bir sanat” olduğu için değil; onu, oligarşinin emrindeki bir devlet dairesi olarak algıladığı için.
Kendisine, oyun-arası resmi ideoloji kakalandığını fark ettiği için.
Orada bir ışıltı göremediği, kendinden hiçbir şey bulamadığı, hatta çoğu kez kendisini kötü hissetmesi sağlandığı için.
Ve bu algısında haklı olduğu için.
Devletin neden tiyatrosu olmamalı?
Ben devletin sanat, kültür ve din “hizmeti” vermesini istemiyorum.
Belediyenin de kültürümü ve estetiğimi geliştirmesini değil çöpümü toplamasını istiyorum.
En az üç sebeple devletin tiyatro yapmasını istemiyorum:
Öncelikle, adalet gibi temel bir görevini doğru dürüst yapamayan devletin, bireylere ve sivil topluma ait olan işlere burnunu sokmasını istemiyorum.
Zaten bu işlere burnunu soktuğu için asıl işini yapmadığını, ya da asıl işini yapmamak için bu işlere daldığını biliyorum.
Bizim nasıl düşüneceğimizle, nasıl inanacağımızla, nasıl ibadet edeceğimizle, ruhumuzun nasıl inceleceğiyle ilgilenen devletin mahkemelerinde dava dosyalarının birikmesi, depolarında kaybolması, adaletin gecikmesi ve yanlış tecelli etmesi kadar doğal bir durum yoktur.
İnsan için de geçerlidir bu. On tane iş üstlenen kişi muhtemelen hiçbirini iyi yapamaz.
Ama asıl önemlisi, asıl işini iyi yapamaz.
**
İkincisi, devletin o alandaki varlığı sivil toplumu yani sanatın yeşereceği asıl toprağı kurutup çoraklaştırdığı için istemiyorum.
Haksız rekabet var ortada.
Tıpkı KİT’lerin veya devlet şirketlerinin piyasa rasyonalitesini bozmasında olduğu gibi, özel tiyatrolar da, kendileriyle ekonomik olarak rekabetin mümkün olmadığı ve bazen 1 TL’ye bilet satan devlet tiyatroları karşısında ayakta kalmakta zorlanıyorlar.
Oysa bu ülkede bir gün bugünkü tiyatro imitasyonunun yerini sahici bir tiyatro alacaksa, bunun için asıl yaşaması ve yaşatılması gereken özel tiyatrolardır.
Kamu otoritesine ihtiyaç duymayacak kadar özgüvenli, onu eleştirebilecek bir özgürlük temeline sahip, devlete değil sanatseverlerin desteğine yaslanarak ayakta duran özel tiyatrolar.
Bugün vergi borcu yüzünden yurt dışına çıkamayan sanatçıları olan özel tiyatrolar…
**
Üçüncüsü, kültür ve sanat dediğimizde, doğası gereği sübjektif bir alandan söz ediyoruz. Devletin sanata destek vermesine karar verdik diyelim; devlet o sanatı nasıl destekleyecek?
Bir an için “sosyal devlet” ilkesi adına devletin sanata destek vermesine karar verdik diyelim; bu karar doğrudan tiyatro kurmak şeklinde olmak zorunda mı? Yoksa vergi indirimi gibi yöntemlerle mi yapmalı bunu? Tabii bu durumda, busanattan almadığımız vergiyi neden başka sanatlardan veya başka kesimlerden, örneğin işçiden veya esnaftan almanın mantığını da açıklamamız gerekecek.
Açıkladık diyelim. Burada da işimiz bitmiyor. Devlet o sanatı nasıl destekleyecek? Sanat politikasını nasıl belirleyecek? Örneğin hangi eserlerin sahneleneceğine kim karar verecek?
“Sanatçılar” dediğinizde sorun çözülmüş olmuyor. O sanatçılar nasıl seçilecek? Kimlerden oluşacak? Bir kez seçtiniz diyelim, tıpkı Türkiye’deki yüksek yargının eski yapısında olduğu gibi, bu hep böyle devam mı edecek, yoksa bir sonraki hükümet veya belediye, bu konuda önceki kadar yetkili mi olacak?
“Sanatçılar” dediğinizde sorun çözülmüş olmuyor. O sanatçılar nasıl seçilecek? Bir kez seçtiniz diyelim, tıpkı Türkiye’deki yüksek yargının eski yapısında olduğu gibi, bu hep böyle devam mı edecek, yoksa bir sonraki hükümet veya belediye, bu konuda önceki kadar yetkili mi olacak?
İşte şehir tiyatrolarının yönetiminde belediyenin belirleyici olmak istemesi üzerinde kopan feryat dolayısıyla bugün tartıştığımız sorun bu.
Aslında baştan beri bu bir sorundu; ama şimdi görünürlük kazandı. Çünkü ülke demokratikleştikçe, daha önce statükoyu konsolide edecek biçimde kurulmuş olan vesayet kurumlarının yapısı da sorgulanmaya başlandı.
Sanattaki vesayet de.
**
Eğer devletin bir sanat politikası olacaksa, devlet tiyatro işletecekse, demokrasilerde bunun koşullarını seçilmiş siyasi aktörler belirler. Onların sanat anlayışı da doğal olarak sürece yansır.
Eğer oligarşiden değil demokrasiden söz ediyorsak, bu konudaki yetki tartışılmaz biçimde “demos”a ve onun seçtiği meşru iktidarlara aittir. Siz onların sanat anlayışından hoşlanmayabilirsiniz; ama o kadar.
Bunun alternatifini, yani sanatçıların kendi kendisini yönetmesi olarak sunulan ama aslında belirli bir sanat anlayışına veya ideolojiye bağlı sanatçılardan oluşturulan önceki mekanizmayı demokrasiye atıfla meşrulaştıramazsınız.
Ne ahlaki bir temeli var bu talebin, ne demokratik ve ne de hukuki.
Eğer “sanatçılar kendisi belirlesin” derseniz, çoğunluğunu demokrat veya muhafazakar sanatçılardan oluşturan bir yeniden yapılanmaya gider; onu sadece sanatçılardan oluşturur ve buna da karşı çıkamazsınız.
Dahası, yarın sosyal demokrat bir hükümet geldiğinde ve kendi sanat anlayışını tiyatroya yansıtmak istediğinde, muhafazakar sanatçıların ağırlıkta olduğu belediye tiyatrosu da sanat adına buna direndiğinde, sırf önceki dönemde bu tiyatronun karar mekanizması böyle oluşturulmuş diye razı mı olacaksınız?
Hiç sanmıyorum.
Olmayacaksınız ve olmamak da hakkınız.
Bu yüzden de, “atıma arpa, bana top yumurta” misali, hem belediyenizin tiyatrosunda çalışayım, hem hangi oyunu sahneleyeceğime ben karar vereyim, siz karışmayın, sadece maaşımı ödeyin olmaz.
Siz bunu ancak kendi özel tiyatronuzda yapabilirsiniz. Orada muhafazakarlara da giydirebilirsiniz, çağdaş yaşamın nimetlerinden de söz edebilirsiniz, hükümeti sığaya da çekebilirsiniz.
Ama galiba yanlış bir yerde yanlış bir talepte bulunuyorsunuz.
Sevin veya sevmeyin, bu insanlar da sizin kadar hak sahibi bireyler ve onlar da sizi belirleyici yapanlar kadar hak sahibi bu statüyü değiştirmeye.
Biliyorum, “demokrasi acıtır” ama alışmaya çalışırsanız siz de rahat edersiniz.
**
Aydın ve sanatçı olmak, başka insanların sahip olmadığı hiyerarşik bir üstünlük vermez hiç kimseye.
Ama bzim öğretim üyeleri arasında da sık görülen bir ruh halidir bu.
Oysa birileri onlara, küçümsedikleri insanlarla ahlaki ve hukuki bakımdan eşit vatandaş olduklarını hatırlatmalı.
Unuttuklarında “sen de kimsin?” diye sorar aşağılananlar çünkü.
Demokrasi bu yetkiyi verir onlara.
Bu bağlamda, sevdiğim bir yazarın hayatı boyunca yazdığı en kötü iki yazıdan da söz etmeden geçemeyeceğim.
“Kasaba ahlakını bürokratlar eliyle tiyatroya taşımaya kalkan zihniyet” veya “Erdoğan ve AKP yeniden aydın düşmanlığını ön plana çıkarmaya, aydınlara karşı cihada girmeye uğraşıyor” sözü Ahmet Altan’a hiç ama hiç yakışmadı.
Çünkü Başbakan, hakkı olmayan bir talepte bulunmuyor.
Belediyenin kararını eleştiren bazı sanatçıların kullandığı buyurgan dil, tam da böyle bir hiyerarşiyi vehmettiklerini gösteriyor.
Adeta sanatçı oldukları için bizim onlara karşı borçlu olduğumuzu, kendilerine itaatte kusur etmememizi istiyorlar.
Bu yüzden de Başbakan Erdoğan “siz kimsiniz” derken haklı ve onun bu tepkisi, yaşam biçimi yüzünden aşağılanan insanların duyarlılığını yansıtıyor.
İzlemeye geldiği tiyatroda, kendi vergisiyle maaş alan “sanatçı” tarafından aşağılan başörtülü vatandaşta ifadesini bulan kesimlerin duyarlılığını.
Tiyatro Medresesi
Sevan Nişanyan bir davetiye göndermiş.
Uzun zamandır düşündüğü ve ilk bahsettiğinde beni de çok heyecanlandıran “Tiyatro Medresesi”nin tanıtım kokteyli, bu Cumartesi İzmir Şirince’de yapılacak.
İsmi bile heyecan verici ve provokatif değil mi?
Aynı zamanda da pek çok zihinsel kalıbı da altüst edici.
Ve asla bir devlet tiyatrosundan çıkmayacak bir isim.
İşte tiyatro olacaksa bu üretkenliğe, bu zekaya ve bu özgürlüğe ihtiyaç var.
Devletin düşmanı olduğu ve ancak özgürlük ortamında çalışabilen zekaya ve ruha…
**
Devletin işlettiği tiyatro, ancak diğer devlet işletmeleri kadar başarılı olur.
Yani olmaz.
Çünkü devletin bastığı yerde ot bitmez. Devlet eliyle sanat yeşermez. Devlet dairesinde sanat icra edilmez. Orada yaratıcılık olmaz, makbul görülmez ve istenmez.
Bütün devletler için böyledir bu.
Bu ülkede sanatın gelişmesini istiyor musunuz?
O halde onu serbest bırakın. Onu devletin “desteğinden” kurtarın.
Tiyatronun gerçekten gelişmesini istiyor musunuz?
Bir de özgürlüğü deneyin.
Hani seksen yıldır hiç denenmeyeni.