Üstün Akmen
Türkiye’nin tarihsel ve sanatsal dokusunu uluslararası platformda paylaşmayı amaçlayan Antalya Devlet Tiyatrosunun 3. Uluslararası Tiyatro Festivali, İtalya’nın ünlü sokak tiyatrosu Studio Festi’nin “Gezegenler (Pianeti)”iyle Cumhuriyet Meydanı’nda açıldı. Valerio Festi yönetimindeki Studio Festi, kent merkezlerinde, doğada, tarihi bölgelerde sergilediği olağanüstü görsel performanslar ve dramatik yaratıları ile tanınmaktaydı. İtalyan grubun bir saatlik gösterisi, her ne kadar finaline beş dakika kala bir bomba ihbarı nedeniyle tamamlanamadıysa da, gökyüzüne doğru yükselen devasa gezegenlerin simgesi balonlar, dansçıların yerçekimine meydan okuyan performansları Antalyalılara heyecanlı ve keyifli dakikalar yaşattı.
Sokak Tiyatrosu, hiç kuşkusuz seyirlik oyunların sergilendiği bir açık hava tiyatro türüydü ve alışılagelmiş “tiyatro” kavramından farklı olarak belirli bir yere bağlı kalmaksızın, seçilen herhangi bir mekanda halka açık oyunlarla gerçekleşiyordu. Studio Festi de, türünün gereği olarak, gösterisinde kısa yoldan ifade tarzını yeğlemiş, ancak (tahminlerimin hilafına) İtalyan Halk Tiyatrosundan birkaç iz bulunmasını dahi istememişti. Gösterinin fiziksel esprisi de yoktu, ama atletik açıdan yetenek gösterisi öne geçti.
Studio Festi, “yetenek gösterisini” Rus asıllı İngiliz Besteci Gustav Holst’un (1874-1934) ünlü orkestra parçası “The Planets” üzerine inşa etmişti. Holst’un 1914’de bestelediği Mars, Venüs ve Jüpiter setleri ile ertesi yıl bestelediği Satürn, Uranüs ve Neptün ve nihayet 1916’da notaya döktüğü Merkür’ün geniş temelli ahenkleri, İtalyan grubun gösterisinde radikal ve mistik gücün ifadesiydi.
Issız boşlukta çember çizen gezegenleri karakterize eden dansçılar, Güneş’in etrafında dolanan sekiz gök cismini havada bedensel devinimlerle canlandırarak izleyenlere gezegenleri tanıttı. Gösteride kendilerine rol verilen 10-12 yaş grubu çocuk oyuncuların performansları hayli kötüydü, ama gene de Holst’un enginliğe makamsal (modal) yaklaşımına, özellikle de “Merkür” bölümünde iyi-kötü uyum sağlandı. Havada devinen kadın dansçılar devamlı dönüş ve yörüngeleşmenin canlandırılmasında başarıya ulaştı. Gezegenlerin boşlukta duruşlarını ve yerçekimini bestecinin kullandığı Ravel’i anımsatan ahenk yükselişleri simgelerken; enginliklerde kayboluşta, Neptün setinde kullanılan kadınlar korosuna biri erkek iki dansçının eşliği yetti. Gösteri, asıl esrarengiz büyüleyiciliğini beste içinde yinelenen metrik şemadan, hipnotik etkiden elde etmişti.
Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün’den sonra tanıtım sırasını bekleyen Dünya, içinde mavi giysileri içinde devinen dansçısıyla birlikte ağaç dibine bırakılmış bir adet termos yüzünden Cumhuriyet Meydanı’nın öbür ucunda kalakaldı, gösterinin sahnesi olan ışık donanımlı köprünün olduğu podyuma terör kuşkusu nedeniyle ulaşamadı.
Sanatçılar alkışlanamadı, seyircinin hevesi kursağında kaldı. Terör korkusu, bu kere de Antalya’da kazandı.
ANNELER
Hollanda’nın Ro Theatre’ı ile Devlet Tiyatroları Antalya 3. Uluslararası Tiyatro Festivali sırasında tanıştım. “Anneler (Mothers) başlıklı bir gösteri ile gelmişlerdi. “Gösteri” diyorum, zira “Anneler”, içinde oyun da olan bir tür gösteriydi. Gösteri, ilk algılamada yemek pişirme/hazırlama için hazırlanmış gibiydi, ama genel anlamda farklı kültürlerden gelen annelerin farklılıklarını değil, ortak noktalarına vurgu yapıyordu. Öğrendiğime göre “Anneler”, Hollanda ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı nedeniyle sahne sanatları programı “Dutch Delight”ın parçasını oluşturmuştu ve konusal anlamda evrensel bir kalıba oturtulmuştu. Kadro, aralarındaki İranlı Nastaran Razawi Khorasani dışında tamamen amatör oyunculardan oluşturulmuştu.
İşin esası, bu amatör oyuncular, kişisel ya da etnik kadın sorunları gibi görünen, aslında fevkalade evrensel konularda samimi monologlar yazmışlardı ve monologlarını Lidwien Van Kempen-John Thijssen ikilisinin tasarladığı, Antalya’da da Antalya Devlet Opera ve Balesinin sahnesinde, perde arkasına kurulan dekor önünde söylediler. Söylerlerken kimi zaman dans ettiler, kimi zaman kendi kökenlerinden bir şarkıya ses verdiler. Genç kızlıktan kadınlığa geçme, göğüslerin büyümesi, ilk kez regl olma, adet gördüğünde pet kullanma, kıllanma, tüy sorunuyla uğraşma, bakire kalabilme, gebe kalma, anneliğe adım atma, doğum yapma, anneanne olma, ölüm, ağıt yakma, yas tutma, yakınlarını gömerken gömü kurallarına uyma gibi, hüzünlü ya da eğlenceli anılarını, mutfağın önünde tahta masaların etrafına oturtulmuş izleyiciler için seslendirdiler.
Oyunda rol alan Nijerya’dan İran’a, Surinam’dan Yeşil Burun Adaları’na kadar farklı geçmişe sahip on bir anne, bir yandan da hep bir elden yemek yaptılar. Sayıyla kabul edilen 120 izleyici sahnede yerlerini aldığında, içlerinden Dennis Mendez Contreras taze fasulyeleri ayıklamaya, Miguê Hamden iki büyük boy karpuzu kesmeye, Marianne Greweldinger mangoları ve elmaları dilimlemeye, Nastaran Razawi Khorasani salata yapraklarını doğramaya, Mahnaz Morrowatian sebzeleri tencerede haşlamaya, Eline Mohunlol-Jaharia bol baharatlı tavuk parçalarını pişirmeye başlamıştı bile. Katherine Yusefi, yasemin pirincinden yaptığı çilavı (İran pilavı) demlenmeye bıraktı. Rose Marie Trumpet, koca kalçalarını devire devire ve olağanüstü büyük göğüslerini hoplata hoplata monolog arasında başladığı dansını bir an olsun savsaklamadı. Ana Sanches, üzüm salkımlarını tepsiye titizlenerek sıraladı. Nicky Odumegwu monoloğunu bitirdi, gidip sağdaki kırmızı kanepeye yaslandı. Clara Sies-Frank, tezgahın arkasında bir tur atarak son denetimlerini yaptı.
Derken, yemekler pişti, oyun bitti. Bu kere, oyuncular hep birlikte servise kalkıştı. Şarap ikramına dekor tasarımcılarından John Thijssen de destek verdi. Hep birlikte yenildi içildi, bu kere de topluca dans faslına geçildi.
Seyircilerin farklı kültürlerdeki kadınların birbirleriyle paylaştıkları güler yüzlülüğe, enerjiye, samimiliğe ve espri anlayışına önce şaştığı, sonra alıştığı ve de en sonunda katıldığı gözlemlendi.
Clara Sies Frank ile Nicky Odumegwu beni öperek yolcu etti.
Nicky, izlediğim oyunu nasıl bulduğumu sorduğunda: “İçten oyunculuklarıyla ilginç bir olaydı” dedim.
“O kadar mı” diye sorarak üzüldüğünü ifade etti.
Nicky’yi öperek teselli ettim!
VANYA DAYI
Rus yazar Anton Çehov’un (1860–1904) klasik başyapıtı “Vanya Dayı”yı 2011-2012 sezonunda bir kez de Devlet Tiyatroları Antalya 3. Uluslararası Tiyatro Festivali sırasında Moskova Vakhtangov Tiyatrosundan izledim. Çehov’un başka dile çevrildiğinde birçok özelliklerini kaybedebilecek bir yazar olduğunu bildiğimi daha önceki bir yazımda da ifade etmiştim. Bu açıdan bakınca, yabancı ülkelerde sahneye konulan herhangi bir Çehov oyununun mutlak başarıyla temsil edilebildiğini kabul etmenin pek kolay olmadığını da not etmiştim (Bkz: “Tiyatroda Ayna Var-ArtShop, Ekim 2011/Sayfa 145). İşte bu nedenlerle, Çehov’u kendi dilinin melodisiyle izlememizi temin ettiği için, Antalya Devlet Tiyatrosunun Müdürü, Oyuncusu, Yönetmeni, her şeyi Selim Gürata’ya üç saat süren oyundan çıkarken özel olarak teşekkürü bir borç bildim.
Oyuncu ve Yönetmen Yevgeni Bagrationovich Vakhtangov’un (1883-1922) 1913 yılında kurduğu Vakhtangov Tiyatrosu, Çehov’un “Köy Yaşamından Sahneler” adını da verdiği oyununu festivalde Rimas Tuminas’ın (1952) rejisiyle sahneledi. 19. yüzyılın devrim arifesini yaşayan Rusya’sında, değişmekte olan siyasal sistem ve sınıfsal değerlerin toplumsal yaşamda yarattığı uzlaşmaz çelişkilerin, bir köy çiftlik evi yaşantısının içinden örneklerle yansıtıldığı oyunda, aydınların/yarı aydınların köy yaşamının tekdüzeliğine sıkışmış dayanılmaz yaşamları yanı sıra monotonluk, tembellik, umutsuzluk ve mutsuzlukla kuşatılmışlıkları vardı.
Oyunun rejisini yapan, ayrıca Moskova Vakhtangov Tiyatrosunun Genel Sanat Yönetmeni de olan Rimas Tuminas, Çehov’un 1896 yılında yazdığı ve ilk kez 26.10.1899 tarihinde Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Stanislavski tarafından sahneye taşınmış olan “Vanya Dayı”daki yorumunda, oyunu, öyküsüne çapraz bir yerde duran “komedi” türüne yaklaştırmayı denemişti. Çehov’un yazılı metinde dört perdede bahçe/yemek salonu/konuk salonu/yatak odası olarak kurguladığı oyun yerlerini de Adomas Yatsovski’nin içinde üç kişilik istasyon bekleme koltuğu, bir kantar, bir küçük el pulluğu, beş-altı iskemle, kocaman bir aslan heykelinin bulunduğu tek bir mekana, marangoz işliğine indirgemişti. “Vanya Dayı” metninin virgülüne dokunmamış, yeniden yazmaya yeltenmemiş, ama esprili çözümler türetmişti. Yanı sıra, kahramanların paradoksal psikolojik eylemlerine geniş yer vermiş, hayli tuhaflıklarla bezeli bir performans yeğlemişti.
Tavuk maketleri, yapma çiçekler, işliğin tavanında neye hizmet ettiği anlaşılamayan avize, (muhtemelen) mehtabı simgeleyen donuk ışıklı glop armatür kötüydü, ama Sergei Makovetsky bütün bunları unutturacak ölçüde başarılı bir Ivan Petroviç Voynitski (Vanya) karakteri çizdi. Diğer taraftan, Yatsovski’nin 1900’lerin başı giysileri giydirdiği karakterlerden Yelena Andreyevna, 1958’de Amerikan pazarına girmiş olan Hulahup (Hula Hoop) adı verilen oyuncağı elinde taşıyarak, Hawaii’lilerin dansına benzer bel kıvırma hareketlerini neden yapmaktaydı, düşündüm taşındım, ama aklım ermedi. Astrov, camı mum alevinin isine tutup Yelena’ya güneş tutulmasını izletmek isterken, avizenin ve glop armatürün ışığı hangi amaçla yanmaktaydı, anlamaya imgesel gücüm yetmedi. Tam da: “Ben yaşlıyım, bir cesetten farkım yok” derken Tuminas, Serebyakov’a nasıl olmuş da kanlı canlı, fıkır fıkır rol aldırmıştı, bütün gece düşünmem yetmedi. Mariya, neden o denli büyük çoraplar ördü, o çorapları Astrov finalde neden ellerine geçirdi, doluya koydum almadı boşa koydum dolmadı, içim içimi kemirdi. Gel gelelim aynı Tuminas, sahnede yarattığı absürt dünyada Çehov kişilerinin neler düşündüklerini ve ruhsal çalkantı anlarında nasıl sarsıntıya uğradıklarını pek güzel resmetti.
Litvanyalı Besteci Faustas Latênas’ın müzikleri eserle mükemmelen uyum içindeydi. Işık tasarımında Maya Shavdatuashvili’nin günahını almak istemedim, zira Antalya Devlet Opera ve Balesinin teknik olanaklarından olabildiğince/bulabildiğince yararlanmış olduğunu sezinledim. İşçi’de Arthur Ivanov, sarhoş olduğu bölümde pek bir kötüydü, ne yalan söyleyeyim gerisine pek itibar etmedim. Yelena’da Anna Dubrovskaya’nın oyuncu yaratıcılığının bütün yollarını ve yöntemlerini kullandığını “teşhis” ettim. Astrov’da Vladimir Vdovıchenkov, sahnede duygularını her daim devindirebilmeyi ve bu sayede fiziksel güdülerine de yaşam vermeyi doğrusu pek güzel becerirken, Serebyakov’da Vladimir Simonov’un, aksiyon ve devinimleriyle daha fazla gerçeklik ve daha fazla yalınlık elde etme çabası içinde olduğunu gözlemledim. Sonya’da Eugene Kregzhde’nin aksiyona yönelen beklenmedik itilerinin tam da Tuminas’ın istediği gibi olduğunu sezdim.
Mariya’da Ludmila Maksakova; Telyegin’de Yuri Kraskov; Marina’da Galina Konovalova görevlerini tiyatrocu ciddiyeti ve oyun disiplini içinde layıkıyla yerine getirmişlerdi.
Diğer taraftan, Devlet Tiyatroları Antalya 3. Uluslararası Tiyatro Festivali sırasında birlikte olduğum Antalya Devlet Tiyatrosu çalışanlarının moral yoksunlukları içimi deldi geçti!
Hiç belli etmedim.