Üstün Akmen
Anımsayacaksınız mutlaka, 2011 yılının 3 Temmuz günü, Türk Futbolu şike yangınında kavrulmaya başladı. Muhterem basınımız, TV’deki yorumcularımız, köşe yazarlarımız şikenin futbol sahasının orta yuvarlağında öbeklendiğini yeni öğrenmişlercesine şaşırdılar. Oysa devletin içinde mafyayla işbirliği yapan güvenlik güçlerinden siyasete, hatta yargıya kadar var olan kesimler yeni “neşr-ü nema” bulmamıştı. Muhterem devletimiz hiç utanmadan, arlanmadan, sıkılmadan kirli işlerinin istihbaratında mafyayı kullandı, bunun karşılığında mafyanın çete işlerine, uyuşturucu ticaretlerine izin vermek suretiyle tavus kuşu taklidi yaparak ortak oldu. Bağımsız(!), tarafsız(!), cumhuriyetçi(!) ve demokrat(!) medyamız da bütün olup bitenler karşısında sustu kaldı.
Futbol-Mafya İlişkisi Bilerek Ve İstenilerek Meşrulaştırıldı
Anlaşılabileceği gibi, endüstri haline gelen futbola mafyanın duyarsız kalması düşünülemezdi. Benim gibi, başı çeken spor kulüplerinden birinin yönetim ve denetim kurullarında uzun yıllar görev yapmış, olayların içinde yaşamış “aklıevveller”, ekonomik değerin olduğu her yerde mafyanın, organize suç örgütlenmeleriyle karşımızda olabileceğini anladı. Futbol, giderek Türkiye’nin belki de en karanlık sahası halini aldı. Giderek, Türkiye’nin bütün büyük sorunları içinde öylesine bir özgürlük, öyle bir dokunulmazlık zırhıyla kuşatıldı ki, her türlü karanlık ilişki bu özgürlük, bu dokunulmazlığın içinde yapılandı. Mafyanın futbol dünyasındaki ilişkileri neredeyse açıkça, isim isim bilinmesine karşın, kimse önlem almayı tınlamadı, futbol-mafya ilişkisi bilerek ve istenilerek meşrulaştırıldı.
Halkların Afyonlanışı
Futbol seyircisi taraf oldukları takımlarına bir din bağımlısı gibi bağlandı. (Siz bu duruma “mezhep inancı” da diyebilirsiniz.) Stadyumlar bir nevi mabet halini aldı. Sloganlar maçlarda “zikir” gibi salındı. Tezahüratlar “ilahi” söylenir gibi yapıldı. Sportif etkinlikler giderek, takımının renklerini taşıyan özel kıyafetler giymiş, özel aksesuarlar takmış takıştırmış, yüzlerini takımının renklerine boyamış taraftarlarla kabile ayini halini aldı. Sözlü kültür ürünlerinin yaşatıldığı ve dönüştürüldüğü mekanlar artık stadyumlardı. Halklar afyonlandı.
In-Yer-Face’in En Sert Örneklerinden Biri
Alper Kul ile Özgür Özgülgün; futbol dinine mensup, bu dine “iman etme” sayesinde kendilerine sığınacak bir liman bulan, kulüp denilen mabedin çatısı altında kendisi gibi olanlarla birlikte yaşayan insanlar arasında, en sık rastlanılan karakterlerle bir oyun çıkarmış. Oyun, gayet doğru yazılmış. Dosdoğru yazılan, futbol mabedinin fona yerleştirildiği, bir anlamda sokaktaki dünyayı büyüteç altına alan, çağın bir gerçeğine ışıldak tutan oyuna Eyüp Emre Uçaray duyarlılıkla yaklaşmış. Düşüncesindeki zenginlik ve sınır tanımaz bağımsızlıkla türünün sınırlarını zorlamış ve aşmış. Tempoyu bir metronom titizliğiyle işletmiş. Bölümleri, konunun kesintisiz sürdüğü izlenimini verecek biçimde, hatta bir senfoni bestelercesine birbirine bağlamış. Kimi bölümlerin görece önemsiz sayılan parçalarını uzatırken, çeşitli ve “füglü (Birbirinden farlı seslerde, farklı anahtarlarda, farklı hızlarda; yukarıdan aşağıya ya da geri geri çalınan müzikal sunu anlamında kullanıyorum)” pasajlara daha çok yer vermiş. Yazılı metni dramatik yoğunlukla yoğurmuş, hem kişisel duygular, hem de eğitimsiz/yarı eğitimli, umutsuz, işsiz, tatminsiz, geleceksiz insanların her türlü suça sürüklendiği bir araç haline indirgemiş; In-Yer-Face’in en sert örneklerinden biri olarak, olabildiğince çarpıcı bir sahne diliyle, sıfırnoktaiki yapımı olarak bayağılıktan ürkmeyen izleyicisinin önüne getirmiş.
Ferit Kaya, Karaktere Dönük Olası Tüm Yaklaşımları Deşmiş
Bu kez, bir stadyumun kapısında başlayan oyunun konusunu ballandırmayacağım, hiç beni zorlamayın. Anlatmayacağım, çünkü oyunculuklar için “Tek kelimeyle kusursuz” demek için sabırsızlanmaktayım. Ferit Kaya’nın, Sarı karakterine dönük olası tüm yaklaşımları deştiğini, öğrendiğini, bildiğini; bireysel özellikleriyle gereksinimlere, rolün gelişimine, oyunun koşullarına göre yönetmenin çeşitleme yapmasına olanak sağladığını gönül rahatlığıyla anlatarak işe başlayacağım.
İncinur Daşdemir’e Eleştirmen Amca’dan Özel Alkış
Sonrasında İhsan Ceylan’ın sanatsal şevkinin dizginlerini salıverdiğini, Fidel’in duygularını, istediklerini ve aklını ateşlediğini anlatacak, “Parmağın sahiden koptu mu İhsan” diye soracağım. Sinan Arslan için Öcü’nün fiziksel varlığını mükemmelen yarattığını, Öcü’nün fiziksel varlığını içtenlikle yaşamasını, dolayısıyla duygularını devindirmeyi de bu yolla başardığını bazı “kıdemli” tiyatro oyuncularına örnek olarak sunacağım. Taner Ölmez’i (Boza), ikincil sayılabilecek bir karakterde dışsal fiziksel aksiyonlarını öylesine harika içsel özlerle doldurmasına hayran kaldığımı açıklayacağım. Volkan Çolpan’ın, (Oswald) Doğan Kecin’in (Denyo) görevlerini böylesine ciddiyet ve disiplin içinde ve kusursuz yapmalarını kutlayacağım. İncinur Daşdemir’i Manita’yı sadece zihinsel bir süreçte bırakmamış olmasını, doğasının bütün kapasitesini ve niteliklerini işe dahil edişini, özellikle Sarı ile telefon konuşmalarının olduğu tablodaki başarısını özel olarak alkışladığım hususunda itirafta bulunacağım.
Erkan Kolçak Köstendil Adında Bir Fenomen
Veee… Sözü döndürüp dolaştırıp Erkan Kolçak Köstendil’e taşıyacağım. Gerçek coşkusal deneyim yoluyla Zehir karakterinin doğasındaki neredeyse “mahrem” sayılabilecek “nimetlere” nüfuz edişini kutsayacak; orada, yani Zehir’in ruhunda saklı kalmış, o görülemez, işitilemez ya da bilinç yoluyla ulaşılamaz özellikleri tanımasına (olmayan) şapkamı çıkaracağım. Oyun süresince doz be doz artan çılgınlığa, oyun sonunda tadında bıraktığı durağanlığa her türlü övgüyü yağdıracağım.
“Aut’a izleyicinin alkışları yetmez, ödül de ister” diye haykıracağım.
Gerçek ve Uydurma Aynı Anda Sahnede: ‘Mutfak Söyleşileri’
Annelerinin kafatasını delip beynini çıkaran çocuklar, karısını hapsetmek için “mükemmel” mutfağı tasarlama peşindeki adam, müstakbel kocasına sadakat sözü olarak kopmuş elini veren kadın… İkiz beklerken dördüz doğuran kadın, ölüm gününü bilen, ancak son anına kadar dünyayı öğrenme telaşı içindeki bir başkası.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın geçen sezon Genç Günler’de seyirciyle buluştuktan sonra repertuara aldığı “Mutfak Söyleşileri” başlıklı oyun, İzlandalı Yazar Svava Jakobsdóttir’in (1930) 1965 yılında yayımlanmış “12 Kadın” isimli kitabından Oyun Yazarı Vala Thorsdottir’in (1968) seçip birbirine bağladığı beş öyküden oluşmakta.
Akif Çamlı Namında Bir Efendinin Yorumlarken Zırvaladığı Oyun
Bilinen şu ki, kitap ilk yayımlandığında (nedenini bilmiyorum, ama) çok eleştiri almış. Bizde de, Akif Çamlı namında bir efendi “Mutfak Söyleşileri”ni 1432 (2011) yılının muharrem (kasım) ayının on birinci günü Yeni Akit adlı ‘ceridede’: “Oyunun dili Türkçe, lakin ruhu bu toprakların mahsulü değil. İçinde işlenen tema da anlaşılır gibi değil… İnsan zihnini gereğinden fazla zorlamasına rağmen anlatmak istediği net olarak belli değil. Nefsin akıl almaz ve kabul edilemez isteklerini sıralayan oyunun ahlak kriterleri de belli değil” tümcesiyle yorumlamış. Yetinmemiş: “Şehir Tiyatroları oyunları sahneye koyarken onu fuhşiyattan ve zararlı tümcelerden ayıklamalı” diye de buyurmuş. Öyle ya çocuk-anne ilişkisi, aile meselesi konuları bizde tabu! Mademki oyun başlığının içinde “mutfak” var o halde hanımlar mutfakta hanım hanımcık oturup hallerinden yakınmalı, ağlaşmalı; etliye sütlüye dokunmamalıydı, öyle değil mi ama? Sonracığıma: “Şehir tiyatrolarında oynanan bu oyun eğer bütün sahnelerde aynı şekilde sahneleniyorsa (Yok her sahnede ayrı biçimde yorumlanıyor. Bu Çamlı namındaki zat deli mi ne), ahlaki ve etik terbiyeyi tekrar gözden geçirmek gerek” gibi laflar da ederek iyiden iyiye zırvalamış!
Ben Oyunu Masaya Yatırayım, Spor Müdürü Anladığı Kadarını Anlasın
Ceride-i Yeni Akit’in Spor Müdürü olan Akif Çamlı, üstüne üstlük bir de: “Bu tek perdelik ve 10 kişilik oyunu (Herhalde oyunu “bizzat” görmemiş Çamlı, birileri ona anlatmış. Oyunda altı kişi rol alıyor) hemen hemen tamamına yakın bayanlardan oluşan oyunun ne anlattığını biri çıkıp açıklasın” demez mi? Vallahi demiş! Demesine demiş, ama benim oyunu spor müdürüne uzun uzun açıklamak falan gibi bir girişime halim yok. Ben oyunu masaya yatırırım, Akif Efendi de ne anlarsa, ne kadarını anlarsa anlar. Anlamazsa (elden ne gelir) bilgisizliğine yanar.
Anlayana Saz, Anlamayana Davul-Zurna Az!
Şimdi Akif Efendi’ye değil, size anlatıyorum: Bu oyun kadınlık halleri ve kadın-erkek ilişkilerine kara komedi cephesinden yan gözle bakan bir oyun. Çağdaş İrlanda tiyatrosunun başarılı bir örneği… Yönetmen Yeşim Koçak’ın da oyun kitapçığının 6. sayfasında söylediği gibi “… görünüşte gerçeküstü, saçma fakat samimiyetleriyle çok tanıdık ve komik skeçler…” bunlar. Dünyayı hayli ironik, absürd ve grotesk bir gözle gözlemleyen beş epizot. Anlayana saz, anlamayana davul-zurna az!
Spor Müdürüne Biraz Ahkam Keseyim
Hemen şunu deyivereyim, tiyatronun alanı psikolojik değil, plastik ve fizikseldir. Antonin Artaud, ta 1958’de söylemiştir, söz konusu olan tiyatronun fiziksel dilinin sözcüklerin diliyle aynı psikolojik çözümlemelere ulaşıp ulaşamayacağını, duyguları ve tutkuları sözcükler gibi dile getirip getiremeyeceğini bilmek değildir amaç. Sözcüklerin üstlenemediği, jestlerin ve uzamdaki dilin niteliklerini taşıyan her şeyin, sözcüklerden daha açık seçik bir biçimde uzamda eriştiği tavırların düşünce ve zekanın alanı içinde var olup olmadığını bilmektir. Yani neymiş efendim, benim Saygın Okurum sana söylüyorum, spor müdürüm sen anla!
Yeşim Koçak Yazarın İçini Okumuş
Yeşim Koçak, yazarın aynı anda gerçek ve uydurma olan kişilikleri sahnede görünür kılma isteğine karşı koyamamış. O karakterleri Aslıhan Kandemir, Buket Yanmaz Kubilay, Mert Tanık, Seda Fettahoğlu, Yasemin Güvenç ve bizzat kendisi konuşturmuş, gözlerimizin önünde yaşatmış, imgeleri canlandırtmış, onlara yaşam vermiş; sonra Kandemir’in, Kubilay’ın, Tanık’ın, Fettahoğlu’nun, Güvenç’in ve de gene bizzat kendisinin içinden çıkan kişiliklerin sahnede devindiklerini görmüş.
Sibel Arslan Yeşilay’ın desteğini de arkasına alarak gerçekten “şeytansı” bir iş yapmış.
Ne diyeyim!
Yeşim Koçak, kutlanacak bir iş çıkarmış.