Üstün Akmen
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları çağdaş Bulgar tiyatrosunun en verimli yazarlarından olan Stanislav Stratiev’in (1941-2000) ‘Otobüs’ünü Arif Akkaya yönetiminde oynamakta. Stratiev’in ‘Roma Hamamı’nı (1974) Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan ve sonraları Oyuncu Tayfası’ndan (yanılmıyorsam) 2008 yılında izleyenler izlemiştir. Daha önce Rahmi Dilligil yönetiminde Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynandığını duyduğum ‘Deri Ceket’i (1976) ise 2008-2009 sezonunda Arif Akkaya yönetiminde İBŞT’da seyretmiştik. Yazarın önemli eserleri arasında sayılan, 1974 yılında kaleme alınmış ‘Otobüs’ü (Mitos Yayınları-1996) okumuş, (ne yalan söyleyeyim) içime sindirememiş, sevememiştim. Sonraları 2001-2002 sezonunda Genç Temaşa Sahnesi Oyuncuları’nca sahneye taşındığını ve nihayet ODTÜ Oyuncuları tarafından ‘Şenlik’11’ kapsamında geçtiğimiz mayıs ayında sahnelendiğini duyduğumda içime sinmemiş metnin sahnelenişini doğrusu pek merak etmiştim.
İğneleyici Tanılarla Yoğunlaştırılan Analizler
Stratiev tanıdığım kadarıyla, dramaturjik dili hayli sivri bir yazardı. Toplumsal ve bireysel deformasyonları yererken durumu iyi analiz ediyor ve hiç kuşku yok ki analizini olabildiğince iğneleyici tanılarıyla yoğunlaştırıyordu. Kendine özgü bir dili, biçemi vardı Stratiev’in. Karakter komedyası karşıtlığından doğan geleneksel Balkan komedyasından daha çok, absürtten yararlandığını gözlemlemiştim. Sıradan ve hatta “banal” olarak nitelendirilebilecek olay ya da durumlardan yola çıkarak, bunları abartıyor, abarttığını anlamsız ve grotesk simgelere dönüştürerek “bürokratik insancılsızlaşmanın egemen olduğu” dehşet verici bir dünya yaratıyordu.
Son Durağı Bilinmeyen Bir Otobüs Yolculuğu
Dediğim gibi, okuduğumda ısınamadığım, ne söylemek istediğini pek anlayamadığım, iletisini çıkaramadığım ‘Otobüs’ü, nihayette İBŞT yapımı olarak izledim. Sahne üzerinde de tanık oldum ki oyunda toplumsal taşlama vardı, ama taşlar havadaydı. Stratiev, herhangi bir ülkedeki değişimi, farklı oyun kişilerinin üzerinden anlatmayı amaçlamıştı, gelgelelim toplumsal yapının ve rejimin eleştirisini çok karıştırmış, birbirine dolamış, dolaştırmıştı. Oyunu sahneye koyan Arif Akkaya, özgün metinde olduğunca sahne üzerinde de sistem eleştirisinin altını kazımamış ya da sahne çalışması olarak da anlaşılmaktan hayli uzak bir yoruma saplanmıştı.
Son durağı bilinmeyen bir otobüs yolculuğu… Yolcuların kendi başlarına buyruk evrenleri… Yaşama bakışları.
Eee…
Dramatik Oyun Kurgusunu Reddeden Metaforik Anlatımı
E’si, Arif Akkaya dramatik oyun kurgusunu reddeden metaforik anlatımı yeğlemişti. Simgesel yönü ağır basan nesneleri ve karakterleri bir yandan nihilist, diğer taraftan protest bir denge noktasına yerleştirmişti. Hatice Yurtduru’nun dramaturgi eğrisi neredeydi ben bilemedim! Arif Akkaya, 1970’li yıllarda Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu yapımı ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’da sahne tasarımına imza atan Vecdi Sayar’ın kullandığı Turhan Selçuk çizgilerinden ve Kenan Işık’ın İstanbul Devlet Tiyatrosu için hem oyunlaştırdığı, hem de rejisini yaptığı 1993 yapımı ‘Abdülcanbaz’ eserinden sonra, yanılmıyorsam bir tiyatro oyununda ilk kez karikatür sanatından yardım istemişti.
İyi de, karikatürden ne elde etmişti?
Karikatürlü Anlatım, Missouri Zırhlısıyla Başlıyor
Şimdi Efendim, bir gerçek var ki o da Canol Kocagöz, Atay Sözer, Atilla Atala, Coşkun Göle, Vahit Akça, Asuman Küçükkantarcılar yaklaşık bir yıl boyunca emeklerini sahnenin arkasındaki 12×5 m’lik perde üzerinde oyun boyunca akan, 2000 civarında karikatüre adamışlar. Önlerinde önümü ilikleyip, saygıyla eğilirim. Karikatürlerin Barış Dinçel’in dekoruna, yönetmenin anlatımına güç katması amaçlanmış, “tamam” derim! Karikatürlü anlatımı, Missouri Zırhlısı’nın 1946 yılında Türkiye’ye gelişiyle başlatmışlar. Darbeler, Kanlı Pazar, idamlar, 1 Mayıslar, depremler, afetler, futbol topu ya da TV ekranı kafalı insanlar, cenazeler, terör, birbirini gırtlaklayan halk, Kandil Dağı operasyonları, üniversitelerdeki protesto gösterileri, ‘faili meçhul’ mezarlarına timsah gözyaşlarına bulanarak bırakılan kırmızı karanfiller… Ve de para babaları, yobazlar, düğmeye basan parmak, Abdullah Öcalan, kurulmuş oyuncak türünden insanlar… Bütün bunlarla, günümüze kadar yaşadığımız çeşitli olaylara gönderme yapmışlar. Bir ülkenin nereden gelip nereye gittiğini bir otobüs yolculuğu sırasında hayli uzun anlatan oyunun bu yolla ‘aleni’ yergiler içermesini tasarlamışlar. Sahne Tasarımıyla Barış Dinçel, Kostüm Tasarımıyla Ayşen Aktengiz Bayraşlı, Işık Tasarımıyla Kemal Yiğitcan, Koreografisiyle Mikel N. Vihdi, Efekt Tasarımlarıyla Metin Taşkıran-Ersin Aşar ikilisi, Video Tasarımlarıyla Cem Ulu-Ayça Sonkaya-Arif Akkaya üçlüsü emekleriyle ‘Otobüs’ün yakıtı olmuşlar. Olmuşlar da, ne yazık ki karikatürler sahnede anlatılanla özdeşleşmeyince, örtüşmeyince yakıtı boşa harcamışlar.
Ulaşmak İstenilen Hedefe Varamama Korku ve Kuşkusu
Okunduğunda uçuruma doğru giden bir toplumun, siyasal bir sistemin ve buna kayıtsız kalan halk topluluğunun sosyal parodisi olarak ıkına sıkıla algılanılabilen, yer yer hayli uzun tablolardan oluşmuş ‘Otobüs’, ne yazık ki yazılı sayfalar arasından sahneye taşınırken de ‘bir toplumsal drama’ niteliği kazanamamış. Oyun karakterlerince simgelenen sınıfsal tavırlar, eserde de belirsiz. Üzgünüm, ama Arif Akkaya da karakterlere belirginlik kazandıramamış. Eleştirel gerçekçilik ve absürdün etkisindeki metinden otobüse bir yerlere gitmek için binen, birbirinden farklı ve bağımsız karakterlerin ulaşmak istedikleri hedefe varamama korku ve kuşkularındaki kara komediyi çıkaramamış. Daha doğrusu karakterler iyi irdelenmemiş, ortada kalmış. Oyuncular fiziksel anlamda yeterince donatılamamış. Tiplemeler, yüzeyde kalan çatışmalarıyla bir sokak panoraması oluşturmalıymış, ama olmamış.
Otobüsün İçi Bir Devlet Modeli Simgesi mi
Sıradan bireylerin bir otobüste buluşmalarıyla yaşanan çatışma, eserde boşlukta kalıyor, doğrudur, ama karışık sosyal etkileşim sahnelemede de kendine yer bulamamış. Deneyimi ve başarısı tartışılmazlardan Arif Akkaya, yazılı metindeki dokuz oyun karakterine ek olarak “anlatıcı” olarak “Yazar” karakterini oyuna daldırmış. Bana sorarsanız oyunu açmak açısından iyi de yapmış, ama örneğin Akıllı ve Virtüöz gibi ya da Uyuz veya Köylü (yazılı metindeki adıyla Aldomirovtsi) gibi sivrilen kimlikler üzerinde hiç mi hiç yüzeysel yansıma oluşturmamış. Otobüsün içi bir devlet modeli simgesi mi? Olmamış. Barış Dinçel, lastikleri patlak otobüs ile siyasi erkin soyut gücünü simgeletirken seyircinin algı gücünü düşünmemiş mi? Düşünmüş olsa gerek, gel gelelim örneğin Erkek Kadın’a: “Gizli alkolik olduğumu yayıyorsun. Çiçek kokamam, kuşkusuz alkol kokacağım” derken, arkadan 12 Eylülün beş generalinin karikatürü akınca seyircinin algılaması bilerek ve istenerek sıfırlanmış.
Bu Oyunu Bir Saat Yirmi Dakika İçinde Nasıl Kotarmışlar Acaba
Özellikle 2. Perde sarkmış da sarkmış. Geçen yıl, aynı oyun metninin Uluslararası Edinburgh Fringe Festivali’nde bir saat yirmi dakika içinde kotarıldığını Arif Akkaya dikkate almamış ya da metne kıyamamış, kırpamamış. Kıyamadığından olsa gerek, örneğin 2. Perdede Erkek’in: “Acaba bu arkadaş… Kemanla…” repliğiyle (a.g.e: Sayfa 41) başlayan, zerre kadar iletisi olmayan replik salatasını, yani Virtüöz’ün viyolonsel çalma tablosunu tırpanlamamış.
Novruloz’un Çevirisi
Arif Akkaya, Gülbeyen Altınok-Tuncer Cücenoğlu ikilisinin çevirisi yerine Azeri uyruklu Cahangir Novruloz’un (1954) çevirisini esas almış. Alır ya, karışmak ne haddime! Ama çeviri demek, sadece sözcükleri sözlükten bulup yerine koymak mı?
Değil ki!
Çeviri, karşı dili duyumsamak; o dilin inceliklerini esere yansıtmak demek. Çeviride en önemli nokta, özgün kaynağın anlamının sapmaması esası… Çeviri, kaynağın anlamı ile bire bir örtüşen, karşı dilin gramer ve diğer kurallarına uyularak ortaya çıkarılan bir “yeni” eser. O halde sormam gerekiyor: Novruzov’un çevirisindeki “direkman” ve benzeri sözcüklere hangi ‘eleştirmen’ iyi çeviri der?
Dramaturgi Seyircide Eleştirel Bir Bilinç Oluşturmuyor
Oyunun ağırlıklı olarak diyaloglara dayalı durağan yapısının (Ki bu bir türlü harekete geçemeyen yolcu grubunun eylemsizliğiyle iyi-kötü bir şekilde örtüşüyor) oyunculuğu müthiş zorladığını kavrayabiliyorum. Oyunun mizahi açılara eğilememesinin nedenlerini düşünüyorum, düşünüyorum işin içinden çıkamıyorum. Karakterlerin farklılık gösteren sınıfsal tavırlarını da Hatice Yurtduru’nun dramaturgiye uygun ve seyircide eleştirel bir bilinç oluşmasına hizmet edecek biçimde açık etmemesini de kıyasıya eleştirmek istiyorum.
Bunca Kutsal Emek…
Bütün bunları söylüyorum.
Gel gelelim diğer taraftan da, başta Yönetmen Arif Akkaya olmak üzere, karakterlere can üfüren Berrin Akdeniz Kortidis’in, Ahmet Özarslan’ın, Elyesa Çağlar Evkaya’nın, Mert Turak’ın, Fahri Kıncır’ın, İrem Erkaya’nın, Barış Çağatay Çakıroğlu’nun, Burak Davutoğlu’nun Can Ertuğrul’un, Mert Aykul’un, Ergun Üğlü’nün emeklerini kutluyor/kutsuyorum.
Ama gene de, ‘Otobüs’ün bana ayna mayna tutmadığını üzülerek de olsa itiraf etmek istiyorum.
(www.facebook.com/ustun.akmen)
Dava Adamı Hüseyin Baş da Çekti Gitti İşte…
Barışçı bir dava adamı daha; gemsiz, eğersiz, üzengisiz siyah atının üzerinde önümüzden hızla geçti.
Geçip giderken, tel yerine saç gerili kemanını demirden yayıyla gıcırdatarak yeri göğü inletti.
İnleme; onun içindeki tükenmeyen insan sevgisinin, bitmeyen ve sürekli özlenen ‘dava’sının serimiydi!
‘Değişen Dünyadan’ başlıklı köşesinde, inatla geri giden Türkiye’yi izler, yol çizerdi.
Evet… Kitaplara sığmaz soylu zeka ürünü esprilerin üreticisi Hüseyin Baş, geçen haftanın son günü yitti gitti.
Gazeteciydi, reklam işçisiydi, sanat emekçisiydi, dış politikanın piriydi, barışseverdi, insanseverdi, ilkeliydi, seçkindi.
Sünepe bir ülke halkının tam da laik kimliğine veda ettiği gündü o gün. Yani laik geçinen bir ülke halkının nihayet layık olduğu seviyeye indirildiği gündü. Sevenlerini işte o gün terk etti, çekti gitti!
Aaah, ne yazık, ne yazık ki Hüseyin Baş’a…
Bu son esprisi pek yersizdi.
Giderken, Çiçek Bar’daki garson dostlarından bir ‘yolluk’ bile istemedi.