Henüz Bizde Molière’in Tartuffe’u Yazılmadı Ama…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Ahmet Altan’ın Taraf gazatesinde 21 Nisan’da yayınlanan yazısını aktarıyoruz…]

Yıllardan beri aynı şeye inanırım, bu toplum asıl büyük kavgayı “kültür” alanında yaşayacak.

Zenginleşen toplumun “gelişmiş bir toplum” olma aşamasına geçmeden önce yaşaması kuvvetle muhtemel olan savaş “kültürel değerlerin paylaşımı” üzerinden gerçekleşecek.

Bunun en keskin biçimde ortaya çıkacağı yer de kaçınılmaz olarak sanattır.

Din ve sanat, ahlak ve sanat, kutsal değerler ve sanat sert biçimde çarpışacaklar.

Din, ahlak, kutsallık kavramlarının temel özelliği “sınırlara” sahip olmasıdır.

Sanatın temel özelliği de hiçbir sınırı kabul etmemesidir.

Sınır koymak isteyen ile sınırları tanımayan mutlaka çatışacaktır.

Batı bu kavgayı kanlı bir şekilde yaşadı.


“Ortaçağ”
dediğimiz dönem, “sınırları” temsil eden Kilise’nin sanatı ve bilimi ezdiği çağdır.

Kilise’nin herkes tarafından kabul edilmesini istediği dinî kuralları, ahlaki kuralları ve tartışılmasına bile izin vermediği “kutsal” değerleri vardı.

Dünya’nın “yuvarlak olduğunu ve Güneş’in etrafında döndüğünü” kabul ettirene kadar kaç hayat heba oldu, kaç asır ziyan edildi.

Sonunda sanat ve bilim galip geldi.


“Rönesans”
bu galibiyetin adıdır.

İnsanlığın önü Rönesans’la açıldı.

Batı’daki o çok belalı kavgada sanatın, bize benzeyen toplumlarda sahip olmadığı şansları bulunuyordu.

Birincisi, Kilise’nin resmi, heykeli, müziği “dinin” parçası olarak benimsemesi ve kiliseler için sanatın bu alanlarına yer açarak para vermesi büyük bir estetik birikim sağlamıştı.

Biz bu estetik birikimi sağlayamadık.

İkincisi, Batı’da güçlü bir feodalitenin bulunmasıydı.

Osmanlı’nın aksine oralarda imparatorun “mutlak” iktidarını sınırlayan beylerin, prenslerin, küçük krallıkların bulunması, sanatçılara Kilise’nin gölgesindeki “merkezî iktidara” karşı güçlü sığınaklar sağlıyordu.

Kilise’nin ve imparatorların üstüne gittiği sanatçılar bu sığınaklarda çalışmalarını sürdürebiliyorlardı.

Bizde sanatçılara sahip çıkan böyle sığınaklar yoktu.

Sanat, saraya ve kaçınılmaz olarak dine bağımlıydı.

Üçüncüsü, Kilise’nin geçmişle bütün bağları kesmeye çalışmasına rağmen Antik Yunan’ın o muhteşem birikimini Batılı sanatçılar kendi birikimleri arasına katmışlardı.

Rönesans’la birlikte Batı, Antik Yunan’ın bütün sanatsal birikimiyle kucaklaştı ve bu hazineden yararlandı.

Shakespeare, piyeslerinin konularının çoğunu Plutarkhos’tan aldı, o dönemde bu “etkileşim”benimsenen bir yöntemdi.

Biz Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de Antik Yunan’ı “yabancı” gördük ve reddettik.

Bugün kavgaya hazırlanırken, sanat önemli birikimlerden yoksun olarak arenaya çıkacak.

Zenginleşen, güçlenen ve iktidarı alan “muhafazakârlık”, aynen Kilise’nin Batı toplumun Antik Yunan’ın ilişkilerini kesmeye çalışması gibi Rönesans’la Türkiye’nin ilişkilerini kesmeye, sanatın o“birikimi” kendi yaratıcılığı için kullanmasına engel olmaya uğraşıyor.

Burada bizim en büyük avantajımız, bu savaşın yaklaşık beş yüz yıl önce Batı’da verilmiş ve sanatın galibiyetiyle sonuçlanmış olması.

Bu galibiyetin yarattığı parlak örneğin inkâr edilemez bulunması.

Bu birikime biz ayrıca, daha çok şiirde kendini gösteren isyankâr edebiyatımızı katma şansına da sahibiz.

Bu kavga başladığında, “muhafazakârlar” kendilerinden kabul ederek yücelttikleri Mevlana’yla da, Necip Fazıl’la da yüzleşip onlardaki anlatım zenginliğinin nerelere kadar ulaştığını görüp şaşıracaklar.

Sanırım, yaşamaya çok yaklaştığımız çatışmanın parolası “sınır” sözcüğü olacak.


“Sınır”
dediğinizde kaçınılmaz olarak “yasak” demek zorunda kalırsınız.


“Bundan ötesi anlatılmaz”
denen yerin başlangıç çizgisini gösterir sınır.

Muhafazakârların “anlatılmamasını” istediği ile sanatın “anlatmak” istediği pençe pençeye gelecek.

Bazı küçük “müsademeleri” kazanacak gücü var muhafazakâr anlayışın ama savaşı kaybetmesini sağlayacak büyük bir dezavantajı da bulunuyor.

Ortaçağ’da, Kilise’nin baskısıyla karşılaşan sanatçının yaşama alanı Kilise’nin egemenliğindeydi, bugün bizim sanatçılarımız Türkiye’ye ve muhafazakâr bir anlayışın baskısında yaşamaya, sadece burası için eserler yaratmaya mecbur değiller.

Sanatçılarımız dünyayla bütünleşiyorlar.

Türkiye’nin yasakçılığa heves eden muhafazakâr siyasetçileri, karşılarında dünyanın kabul ettiği, saygı gösterdiği sanatçıları ve onlara bütün dünyada destek olacak geniş bir sanat cephesini bulacaklar.

Sanatın evrensel olduğunu, sadece “dinin ve ahlakın” değil devletlerin sınırlarına da sığmadığını anlayacaklar.


“Benim gibi düşüneceksin, benim inandığıma inanacaksın, benim koyduğum sınırları aşmayacaksın”
diyen Kilise’nin zorbalığının yenildiği gibi sanata sınır koymayı aklından geçirenler de yenilecekler.

Bu savaşın bereketli olacağına da inanıyorum doğrusu, sanat çarpışarak, sınırları yıkarak büyür.

Henüz bizde Molière’in Tartuffe’u yazılmadı ama bu savaş kızışsın siz bakın neler yazılacak.

Tanrı bile kendini “yazıyla” anlattı.

Yazı “kutsaldır” ve yazı yenilmez.

Taraf

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.