Ahmet Bozkurt
“Dediklerine göre, insanların “artık gereksemiyoruz seni” demeleri üzerine Tanrı gitmeye karar vermiş. Ancak sevgisinden, “ne haliniz varsa görün” deyip dünyayı hemen terk etmek, kendi suretinde yarattığı varlıklarla, insanlarla, çocuklarla ilişkiyi kesmek istememiş. “Belki ben olmayınca anlarlar değerimi, ararlar beni” diye düşünmüş. Yeryüzünde gizlenerek kalmayı yeğlemiş. Gözlerini, çocukların en güzeline bırakıp uzaklara çekilmiş. Çocuğun ruhundaki sonsuz karanlıklara gizlenmiş. Kulağını dikerek, en küçük çağrıda dönmeye hazır beklemeye koyulmuş. Beklentisi çocuğun gözlerinden okunsun istemiş. Gelgelelim, insanlar kendi işleriyle o denli meşgullermiş ki bakmamışlar çocuğa, aldırmamışlar ne halde olduğuna. Atmışlar bir kenara, Tanrı akıllarına bile gelmemiş. Hıçkırık, ateş. kan ve kahkaha ! Umudunu kesmiş Tanrı. Gözlerini almak için geri gelmiş. Ancak, çocuğu görünce… Öylesine güzel, öylesine mahzunmuş ki, kıyamamış karanlıklar prensesine bırakmaya. Onu da alıp götürmüş.”
Nasıl varolanı içerimleyen bir kökensellik içerisinde kendisinden türeyen tüm benzeşimsel kopyaları harmanlayarak bir özdeşlik kuran imge hep bir taklit dolayımında varoluyorsa, suretin içerisinde kaybolan taklidin ve imgeselliğin dile geldiği bu mitik aktarımda da aynı türden bir bakışımlılığın müziksel bir kaçışı yok mu?
Dolayımlanan bir imgelem içerisinde gittikçe eriyen suret artık algısal mekâna içkin olan duyusal bir perspektiften yoksun olarak bu kaçışa her zaman kapısını açık tutmuştur. Kendi suretinde yarattığı varlıklarla neye öykünmektedir Tanrı? Kendisine mi yoksa tüm benzeşimsel kopyalarının toplandığı ve oradan yansıdığı örtük bir dünyaya mı öykünmektedir?
Her şeyin ve her nesnenin birbirine öykündüğü bir uzamda taklitten mahrum kalan nedir o zaman?
Bir diğer anlamıyla da Tanrısal varoluşu, Marguerite Yourcenar gibi, “kendi dünyasına kapanmış, dünyasına koşut dünyalarda kaçmakta olan benzerlerinden ayrı” bir yabancılık psikozu ve sofistikasyon (incelmişlik) içerisinde görmek hiç de yanlış olmayacaktır.
Evren bir aynadır ve Tanrı bu aynada kendi imgesini çoğaltan, simülatif tüm kurguları taklit dolayımında yansıtan bir görünürlük ve aşırı imge yoğunluğundan nesnesinin silikleştiği bir uzamda varolur. Onun için, tüm görülür nesnelerin içkinliğine egemen olan şey, tıpkı aynaların yansıttığı türden bir algısal dünyanın eşiğinde yer alır. O yüzden her varlıkta kendi suretinden bir parça bırakan Tanrı olsa olsa dile getirilemez olanı teofanik bir taklit eşliğinde açığa vuran alegorik bir edime sahiptir. Alegorilerin de zaten ne söylemek istediğini Franz Kafka, çoktan, dillendirmiştir: “anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğunu söylemek.”
Gösteren ve gösterilen arasındaki nesnel ilişkiye dayalı imsel bir donanıma sahip olan taklit (mímêsis) daha en başından, üzerinde, işlevinin ne olduğu konusunda açmaza düşülen bir bilmece yumağı olarak durmuştur. Taklidi gerçeğin sıradan bir kopyasını elde etmek için girişilen basit bir edim olarak gören Platon’dan tutun da onu, özsel bir yaratım biçimi, bir kurgulama eylemi olarak gören Aristoteles’e kadar hep kapıları örtük bir dünyayla eşdeğer tutulmuştur. Dolayısıyla varlığın simülatif bir göstereni olarak imge kavramı da bir taklit dolayımında ortaya çıkar. Zaten, imgenin hakikat olarak hakikate benzetilen öteki olduğunu söyleyen Platon için imge dediğimiz şey varolmayan ve gerçek anlamda gerçek olmayan bir şeydir. Asla hakikat değildir; tartışmasız yansılanan, taklit edilen bir şeydir.
Bugüne değin insan varoluşunun temel imgelemsel biçimini oluşturan taklit tüm geçişken sınırların ardında yatan temsil biçimlerinin içkinleştirilerek mevcudiyet metafiziği içerisinde dile geldiği ayrımsal sapmayı (écart différantiel) oluşturur. Böylelikle varolanı içerimleyen bir kökensellik ve kendisinden türeyen tüm benzeşimsel kopyaları harmanlayarak bir özdeşlik kuran imge en nihayetinde hep bir taklit olarak görünür.
Tekrara, en çok da aynı olanın tekrarına dayanan taklit, hem kozmolojik hem de duyumsal dünyaya ait olan nesneleri sınırsız bir tekrarın eşiğinde yakalar. Bu ise, taklidin daha çok, özsel olanın aynılığı içerisinden kendisini çevrimleyen bir kopyalama olduğunun en temel göstergesidir.
Fazlasıyla yerinel bir uzam içerisinde hareket eden taklidin sınırları aşarak gelip dayandığı son nokta hiç şüphesiz hem yazıya hem de sese dair bir uzamdır. Özellikle J. S. Bach’ın taklide dayalı bir yazı türü olan füg’lerini bu dünyaya ilişkin tasavvurların simgesel kavranışından başka bir şey olarak görmek imkânsız bir şeydir. Ancak, soyut bir imgesellikten hareket eden harfin betimsel olmaktan uzak doğası onu her zaman benzeşimsel olandan, dolayısıyla doğayı olduğu gibi yansıtacağı bir taklit dünyasından alıkoyar. Düşsel bir imgesellikten müteşekkil olan harf ve harften doğan tüm yaratım biçimleri karşısındaki nesneyi olduğu gibi gösteren bir taklit düşüncesini daha en başından olanaksız kılmaktadır. Resimsel bir figür değildir harf. Fakat bunun tam tersi olarak gösterilebilecek olan resim-yazı (kaligrafi) örnekleri de ilksel olanı yakalama çabasında betimsel olana duyulan ihtiyacın taklit dolayımında nasıl açığa çıktığını net bir şekilde gösterir.
Julia Kristeva için, “sınırsız, hedefsiz ve sonsuz bir ilk oyunun içine kazınmış olduğu için değeri teslim edilen ve asap bozucu, bugün çağdaş olmasını isteyeceği türden bir ötekiliği çağrıştıran“ Bach’ın füg’leri, özellikle de Ayna Füg’ü Contrapunctus XII’de sessel çoğaltımın benzeşimsel olandan farklılaşarak dile geldiği bir taklit biçimidir. Her yönüyle kendi dünyasına kapanmış ve bu dünya içerisinde yansıyan, çoğalan içsesli ve aynalı bir türetim olarak taklit hem doğaya olan bakışımızı her zaman için yönlendirecek bir güç olmaya devam edecek hem de peşimizi bırakmayan, varlığımızın içsel bir bileşeni olarak bu dünyadaki yazgımızı tamamlayan bir süreç olarak devam edecektir.
Ola ki, taklidin, zihnimizde belirginleşen çölün açığa çıkarttığı bir öykünme, bir kendini ispat etme durumu olduğunu görmekte gecikmeyelim.