Başak Ergil
Son günlerde özellikle Mimesis Portal bağlamında tiyatro eleştirisi ve tartışma kültürlerinin mercek altına alınması ve bu tartışmaların bir düşünsel devingenliğe, hatta gerilime varması son derece anlamlı ve doğal bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Eleştiri geleneğinin tam olarak sağlam bir temelde oturmadığı ya da kritik zaaflar taşıdığı durumlarda bu tür tartışmaların raydan çıkmasına, yani bir yazınsal tür ve düşünme biçimi olarak “eleştiri” niteliğinden sapmasına da şaşmamak gerekir. Ortaya konan eleştiri ürünü ister “eleştiri niteliği” taşısın ister taşımasın, hatta isterse “eleştirellik” kavramını açımlayacak, sorgulatacak kadar üst bir düzeyde olsun, bütün bu eleştiri edimlerini içeren bütünün içinde, yani mevcut eleştiri geleneği, bilinci ve kültürü içinde ne tür bir işlev taşıdığı da önemlidir. Niteliksiz bir eleştiriyi bile işlevselleştirerek bu bütün içinde anlamlı kılmak, yararlı hale getirmek, ona etkin olabileceği bir yer açmak mümkündür. Bu sebeple şu soruyu sormak ufuk açabilir: Eleştirilerimiz birer tekil eleştiri olmak dışında eleştiri kültürümüzü oluşturmada ne tür bir işlev taşıyorlar? Bu soru, eleştirmenin ve eleştirmene bir biçimde yanıt vermek isteyen eleştirilenin (eleştirilen eser sahibi/icracısı) omuzuna çok büyük bir sorumluluk yüklüyor. Bu yazıda, eleştiri eylemlerinin sağlıklı bir eleştiri kültürü/geleneği/bilinci/zemini oluşumu açısından arz ettiği sorunlar ve her türlü eleştiriyi geleneğe yararlı kılmak üzere, olası, sihirli çözüm önerileri üzerinde durmak istiyorum.
KAVRAMLAR…
Mimesis’in 25 Mart 2012 tarihinde düzenlediği “Tiyatroda Eleştiri” paneli sırasında “eleştiri”nin ne olduğu konusunda birtakım tanımlamalar getirilmeye çalışıldı. Kabaca “tanıtma ve değer yargısı getirme”, “tiyatroya ait çoklu araçları bağlamında değerlendirme”, “metinselliğin ötesine bakarak performatif yönünü de kavramış olarak değerlendirme” gibi noktalar üzerinde duruldu. Bir tiyatro yapıtının sahnelenmesinde etkin olan bütün paydaşların katılımını algılamak ve bu algı üzerine bir değerlendirme kurmak için bir uzmanlık gerektiğine değinildi.
Ancak, (yalnızca bu panelde değil, son günlerdeki eleştiri kültürü gündeminin bütünü içinde) eleştiri gibi bir alanda tartışırken tanımlar tanımları, kavramlar kavramları kovalıyor. “Eleştiri nedir?” derken eleştirmenden beklenen “uzmanlık” kavramı işin içine giriyor; “uzmanlık” tanımlanırken “kimler uzman sayılır?” sorusu karşımıza çıkıyor; uzmanlık, tiyatronun performatif yönünü deneyimlememiş birinin niteliği olabilir mi? Öğrenciler ya da sıradan seyirci uzman sayılabilir mi? Sonuçta, “sen sus, zaten uzman değilsin, çok yönlü bakamıyorsun” ifadeleriyle paydaşlar tartışmaları bir açmaza taşıyabiliyor.
“Uzmanlık” tartışmasına büyük bir ünlem işaretiyle katılmak isterim. Pandora’nın kutusu gibi, açıldığında dudak uçuklatacak bir kavram değil mi uzmanlık? Son derece güç ilişkilerine dayalı ve bir otoriteyi tek bir grubun ellerine gönül rahatlığıyla teslim eden bir kavram. Oysa, tiyatro “seyir” için sahnelenir. Sıradan seyircinin bile, eleştirel bir bakış ve ifade ortaya koyması çok önemli bir geribildirim sayılabilir. Sahnelenmiş bir tiyatro yapıtının ilk ve öncelikli eleştirmeni seyircidir. Seyirci ilk eleştirel edimini alkış, ayakta alkış, salonu terk, ıslıklı alkış gibi fiziksel ifadeleriyle ortaya koyar. Oyun sonrasında oyunu önerir, yerer veya oyun sırasında uyur. “Uzmanlık” kavramını her nasıl açıklıyorsak açıklayalım, seyircinin de bir eleştiri mekanizması olduğu gerçeğine sahip çıkarak bu işe koyulmamız gerekir diye düşünüyorum. Elbette, popüler kültürün aşıladığı hazır yargılar, klişe okuma/seyir biçimleri, basmakalıp beklentiler seyirciyle birlikte gelip salondaki ön koltuklarda yerlerini alacaktır. Ama hiçbir cehaletin ya da hazır yargının varlığı, seyirciliğe içkin bir eleştirme yetkisini yok sayma ya da seyirciden alma hakkını kimseye vermez. Seyircinin eleştirisi üzerine en az “uzmanlık” ve ehliyet konusuna eğilindiği kadar eğilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
Peki, eleştiriyi yapma “ehliyeti” kimin elindedir/elinde olmalıdır? Genel durum, seyircilerin sözlü olarak kendi aralarında kulaktan kulağa eleştiriler yaptığını ama yazılı bir tür olarak eleştiri edimine fazla girişmediklerini gösteriyor. Ne böyle bir talepleri var, ne de uzmanlıktan yoksun bir seyircinin dikkate alınma olasılığı… Bu durumda, sıradan seyircinin sözlü ve gayri resmi eleştiri yaptığı, uzman sayılanların ise yazılı eleştiri yaptığı bir rol dağılımı sözsüz olarak kabul edilmiş. Ancak, yazılı ve sözlü iletişim biçimlerinin, kanallarının ve modlarının aralarındaki ayrımın gitgide çözüldüğü bir iletişim ortamında iki ayrı muğlaklık karşımıza çıkıyor:
– “Ehil”, “uzman” sayılan kişilerin amiyane dille ve üslupla, herhangi bir derin gerekçelendirme sunmadan oluşturmuş olduğu söylemlerin eleştiri ve tartışma kültürümüze katkısı var mı?
– Klasik anlamda “yazılı” kültür sayılmayan ve kendine has iletişim kodlarıyla yeni yeni bir gelenek oluşturmaya başlayan, forum, portal, blog gibi “kamunun katılımına açık” alanlarda söz alma hakkı isteyen, “uzmanlık” çerçevesinde olmayan seyircinin eleştiri ve tartışma kültürüne hiç katkısı yok mu?
Bütün noktalar gibi, bulunduğumuz işte bu nokta da elimizdeki yeni araç ve kipler ışığında yeni tanımlar yapmamızı ya da bütün tanım ve kısıtlamalarımızı artık bir kenara bırakıp eleştiri yapmaya çoksesli olarak başlamamızı gerektiriyor. Ancak, hazırdaki tanımların yetersiz kaldığı ortada. Hazır yargılarıyla salonu dolduran seyircinin karşısına, hazır tanım ve kavralarımızla çıkarsak, iki yanlışın bir doğru etmesi için sonsuz bir bekleyişe gönüllü olduk demektir. Son günlerde Mimesis çevresinde de konu olan bu tartışma noktası, “uzman” olmadığı için birilerinin söz almaması düşüncesine dayanarak, bir performansın ilk ve öncelikli eleştirmeni olan sıradan seyircinin ağzına bir bant yapıştırılması konusunu gündeme taşıyor. Oysa, kimilerinin “ikinci yazı çağı” diye nitelendirdiği internet çağı bilgiye ulaşım ve bilginin dolaşımı gibi konularda kolaylıklar, bilginin güvenilirliğini tanımlama, güvenilir bilgiye ulaşma gibi konularda külfetler getirerek kendi kurallar ve kısıtlamalar bütüncesini sunuyor. Bizlere de bu koşullar altında tanımlarımızı yeniden düşünmek ve sorgulamak kalıyor. Görünen o ki, artık yazılı ve sözlü eleştiri konusunda yaptığımız ve esnetmediğimiz görev dağılımı ve katı kategorizasyon, internetin sunduğu birtakım iletişim biçimleri ile geçersiz kaldı. Bu durumda, özellikle,- tiyatro eleştirisi gibi nitelik ve nicelikçe gelişmeye muhtaç bir alanda seyir halindekileri durdurup ehliyet soran trafik polisliği uğraşımızı bırakarak, eleştiri yazmak isteyenlere uzman sayılan eleştirmenlerce “Aramıza hoşgeldin” denmesi alandaki hareketliliği pekiştirecektir. Ancak bu, her türlü eleştirinin haklılığı veya yerindeliği kabul edilmelidir anlamına gelmiyor.
KABUL VE ÜST-ELEŞTİRİ…
Burada “uzman” olan/olmayan bütün eleştirmenlere yeni bir görev düşüyor: üst-yargı ve üst-eleştiri. Yapıcılık, var olan bir eleştiri yazısında hemfikir olunan ve olunmayan yönlerin değerlendirilerek, “yersiz” olduğu düşünülen yargıların bir başka boyutta yeniden tartışmaya açılması şeklinde kendini gösterebilir. Yani, “sen uzman değilsin, sus” yerine, hangi koşullar ve kısıtlamaların eleştirilen sahneleme kararına götürdüğünü ve bu kararla ilgili yargının hangi gerekçelerle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini berrak ve şeffaf olarak ortaya koymak eleştirmenin yargısını yeniden değerlendirmesiyle sonuçlanabilir.
Böylece, bir iletişim süreci ve diyalog başlamış, belki de gözden kaçan birtakım noktalar ortaya çıkmış, tartışma zemini hazırlanmış ve bu zemin kişilerin ötesine geçerek herkese mal olmuş olur. Çok katmanlı, çok yönlü, çok boyutlu bakışa katılım sağlanır. Aslolan, kişiler ya da eleştirilen nesne değil tartışmanın kendisi haline gelir. Kişisellik yerini çok sesliliğe ve çok boyutluluğa bırakır.
PAYDAŞLIK…
Peki, tiyatro dünyası, eleştirmenleri gerçekten bir paydaş olarak görüyor mu? Bunun yanıtını bir çırpıda vermek gerçekten çok güç. Aslında, önemli olan eleştirmenlerin kendilerini birer paydaş olarak görmeleri. Tiyatroda Eleştiri panelinde, farklı konuşmacılar, eleştirmenin “tiyatronun çoklu araçlarını ve bu çoklu araçları kullanan çoklu paydaşları” görmesi gerektiği söylendi. Yani, eleştirmen, bütün bunların dışında, bunlara dışarıdan bakan bir özne olarak mı düşünülüyor?
Eleştiri için bir üstbakış/dışarıdan bakış gerektiği kuşku götürmez. Ancak, eleştirmenin taşıdığı üstbakışın, onu bütün bu sahnelenen performansın dışına itmesi şart değil. Eleştirmen, sürecin aktif ve organik bir devamı, uzantısı olarak tartışmaları, değerlendirmeleri sürdüren bir özne olarak da kendini tanımlayabilir. Belki bu alandaki tartışmalarda, “performansın organik bir parçası olarak eleştirmen” fikrinin daha fazla tartışılması ve açımlanması ilginç olabilir. Etkinlik sırasındaki konuşmasında, Burç İdem Dinçel, eleştirel tartışmaların ikili karşıtlıklar üzerinden geliştirilmesinin olumsuzluğuna dikkat çekti. Eleştirmenin kendini taraf olarak görmediği, sürecin bir devamı, alımlama sürecinin etkin bir yönlendiricisi ve ayna tutucusu olarak gördüğü durumlarda bu tartışmaların ikili karşıtlıklar izleğinden çıkarak derinleşebileceği ve daha samimi bir nitelik kazanacağı inancındayım. Eleştirmen, öncelikle eleştirdiği performansın, sonra da eleştiri kültür ve geleneğinin önemli bir parçası olarak kendini görebilir. Görürse iyi de olur.
Tartışmanın sonunda yönelttiğim bir soruyla, eleştirmenlerin paydaş olarak görülmesi konusunda korktuğum başıma geldi. Tiyatro dünyasındaki paydaşlara verilen tiyatro ödüllerinin eleştirmenlere de verilip verilmediğini sordum. Bunun güçlüğü hatta olanaksızlığı konusunda bir fikir birliği olduğunu anlayarak da boyumun ölçüsünü aldım. Ödüllere bütünüyle karşı olmak ayrı bir konu. Özellikle birtakım edebiyat ödüllerinin ne şekilde verildiğini kendi kişisel deneyimlerimden çok iyi biliyorum. Ancak, tiyatronun alımlanması sürecinin ayrılmaz bir parçası olan eleştirmeni özel olarak ödüllerin dışında bırakmanın geçerli bir sebebi olması gerekir. Birkaç kişi, “bu durumda kim juri olacak”, “kriterler neler olacak” gibi sorular sordu. Böyle bir ödül verilecekse dramaturglara da verilmesi gerektiği, ancak dramaturgun rolünün nerde bittiği, yönetmenin rolünün nerde başladığı konusundaki sınırların muğlaklık taşıdığı gündeme geldi. Eleştirinin bir yazın türü, hatta bir sanat türü, olduğunun söylendiği bu tartışmada, “öyleyse, ödüller vererek, üsteleştiriler yaparak ve anarak eleştirmenlerimizi daha görünür kılalım” denildiğinde, bu çözüm önerilerinin reddedilmeden önce bir kez daha gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü eleştirmenlerin, çevirmenlerin, dramaturgların saygınlığı ve paydaş olarak kabulü, görünür olmalarında atılacak somut adımlarla mümkün olacaktır.
GELENEKLER İÇİNDE BİR GELENEK… SİSTEMLER İÇİNDE BİR SİSTEM…
Etkinliğin moderatörü Fırat Güllü’nün eleştirinin güdükleşmesindeki tarihsel ve politik süreçlere dikkat çekmesi çok önemliydi. Türkiye’deki tiyatro tarihinde kurucu ve geliştirici rolleri olan azınlıkların etkisizleştirilmesinin de tiyatro eleştirisi alanındaki sessizliğe ve kakafoniye doğrudan etkisi olduğunu bilmek, kültür politikalarının ve planlamasının bir parçası olan tiyatro geleneğini, kendisini kuşatan siyasi ve kültürel gelenek içinde görmek son derece bilinçli ve sağlıklı bir perspektif. Ancak, tiyatro ve tiyatro eleştirisi tam da bu noktada tersine bir işlev üstlenerek, egemen görüşü beslemek yerine ona rekabet etme işleviyle de ortaya çıkabilir. Bunun için ise, hem çok yönlü bir farkındalık hem de yukarıda değinilen birtakım koşulların yerine gelmesi, yani, açıklık, şeffaflık, samimiyet, iletişimsellik, işlevsellik gibi kriterlerle eleştirmenin ve eleştirilenin her şeyden önce özeleştiri yapması gerekiyor.
SONUÇ NİYETİNE…
– Eleştirmenlerin/eleştirilen eser sahiplerinin özeleştiri ve üsteleştiriyi alçak gönüllülükle benimsemelerini,
– Üst-eleştirinin yazılı ve çoksesli olarak, “iletişim & diyalog” à “tartışma” à “gelenek” izleğinde yerleşik ve kabul görür hale gelmesini,
– Eleştirel tartışmalarda eleştirmenin kimliğinin, uzmanlık derecesinin, titrinin ve ünvanının, deneyimlerin değil, eleştiri metninin değerli sayılmasını, gerekirse mahlas kullanarak yazan bir eleştirmenin de (ister uzman ister çömez olsun, kim olduğu sorgulanmadan) aynı saygıyı görmesini,
– Eleştirmenin ve eleştirilenin karşıt taraflar olarak değerlendirilmemesini, bir bütünün organik ve ayrılmaz parçaları olarak kendilerini ve birbirilerini konumlandırmalarını,
– Seyirciye “doğal eleştirmen” olarak itibarının iadesini,
– Eleştirmen (ve çevirmenlerin) tiyatro dünyasındaki “paydaşlar” olarak daha görünür kılınmaları için aktif olarak adımlar atılmasını,
– Panelde Cevat Çapan hocamızın altını çizdiği “bir düşünür olarak eleştirmen” düşüncesinin ışığında eleştirmenin (hatta üsteleştirmenin) bir hakim ya da hakem değil, bir düşünür olarak kendini algılamasını,
– Eleştirinin kaotik ve kakafonik bir süreç değil, bir düşünme biçimi ve yazınsal/sanatsal üretim biçimi olarak şekillendirilmesini,
– Eleştiri ve üsteleştirilerde betimleme, gerekçelendirme, bağlamı göz önünde bulundurma, sahneleme kararlarını belirleyen koşul ve kısıtlamaları tartışma gibi yöntemlere daha çok yer verilmesini, öznel olan değer yargısının bu tür nesnel ölçütler ışığında geliştirilmesini,
– Yeni iletişim mod ve kodları içinde, kavramlarımıza yüklediğimiz tanımların düzenli olarak revize edilmesini, edimlerimizin ve tartışmalarımızın bu devingen ve revizyona dayalı süreçlerin üzerine oturtulmasını diliyorum.
Tiyatro alanında herhangi bir uzmanlığım olmadığından, bir kardeş alan olan çeviribilim perspektifinde kazandığım formasyon ile bu satırları kaleme aldığımdan dolayı bu satırları boşa yazmamış olmayı, okurun da boşa okumamış olduğunu umuyorum.
2 yorum
Yazıyı beğenerek okudum.Seyirci ile ilgili saptamaları önemli buluyorum. Katılmadığım toplantıdan çok yararlı konu başlıkları çıkardım.Teşekkür ederim.
Sevgili Cüneyt Uzunlar’ın Facebook üzerinden yorumu 29.03.2012 (İzniyle alınmıştır):
Tiyatro eleştirisinin de edebiyattaki gibi ilişkilerle işlediğini gözlemledik hep beraber. Örtülü yayın tekelleri, çeteleri bizleri yeni tekeller, çeteler oluşturmaya itti. Çoğunlukla dergiler, sanat kültür sayfası oluşturan gasteler, tiyatro kurumları ve yayın evleri çevresindeki bu tür oluşumlarla karşı karşıya geldik. Eğer bize özetlemeye çalıştığınız Tiyatro Eleştirisi Tartışmaları hayat bulursa daha geniş, su başı tutulmamış ve de baş edilmesi de güç mecralarda yeni kuramsal eğilimler hayat bulacak. Paylaştığınız metnin ve bundan sonraki adımlarınız önündeki engel ise imha geleneğimizin türevlerinden biri olan ‘görmezden gelme’ olacaktır. Zira edebiyatta yahut tiyatro edebiyatında bir ‘status’a kurulmuş küçük efendilerde türlü davranış biçimleri, bildiğiniz gibi, mevcuttur. Gene de sapaklara değil sapaya yürüyen biri olarak sizi yanıtlamaktan mutluluk duydum. Sevgiler.