Üstün Akmen
Geçenlerde Samsun’a gittim. Samsunda devletin tiyatrosu yok, ama opera-balesi yanı sıra altı da özel tiyatrosu var. Bunlardan biri ve hiç kuşkunuz olmasın en önemlisi, 15. Kuruluş yıl dönümlerini Samsun Valisi Hüseyin Aksoy, Garnizon Komutanı Topçu Kıdemli Kurmay Albay Mehmet Göktan ve Ordu Üniversitesi Sahne Sanatları Bölüm Başkanı Hakan Alkan ile birlikte kutladığımız Samsun Düşevi Oyuncuları. Öğrendim ki, tam 15 yıldır gerçekleştirilmesi zor özellikleriyle amaçlarının peşinden koşmaktadırlar. Kendi yazarları, yönetmenleri, müzik, dekor, kostüm tasarımcıları ve oyuncularıyla özgün yapıtlar üretiyorlar. 15 yılda 22 oyun üretmişler ve (İstanbul dahil) Türkiye’nin her yerinde perde açıyorlar. Samsun’un ‘sanat markası’ olmuşlar.
Necaatin Demirtaş’a Anımsatmalı: Bu Da Bir Görev Yahu
Düşevi Oyuncuları sanatın evrensel gücüne, barışa, insan sevgisine inanan gençlerden oluşuyor ve oyunlar İlkadım Belediyesine bağlı diskotekten bozma, koşulları tiyatro yapmaya fevkalade elverişsiz Samsun Gazi Sahnesi’nde sahneleniyor. Sahne, 1997 yılından beri tiyatro salonu görevi yapmakta. Tamam da, salona on altı yılda on altı çivi çakılmadığı uzaktan belli oluyor. Dolayısıyla, İlkadım Belediye Başkanı Necaattin Demirtaş’ın (Eğer ‘tiyatroya kerhen serum takan politikacılar’ safında olmak istemiyorsa) ‘Gazi Sahnesi’ne bir an önce el vermesi, yenilemesi, yardım etmesi gerekiyor.
‘Süreyya’ Ne Anlatıyor
Düşevi Oyuncuları bu sezon, Genç Yazar Murat Can Kibiroğlu’nun kaleme aldığı toplum ve iç baskılardan dolayı tiyatro oyuncusu olma amacından cayan/caydırılan Süreyya adlı bir kadının öyküsünü sahneliyor. Süreyya yaşamı boyunca daima akla yakın olanı yapan biridir, ancak meme kanseri olduğunu öğrendiğinde hayallerini gerçeğe dönüştürmenin peşine düşüyor, ortaya yaşamın fazla ciddiye alınamayacak kadar kısa, gel gelelim insanın ereğinin peşinde sonuna dek koşabileceği kadar uzun olduğu iletisi çıkıyor.
Yazarın Anlattığı Ve Anlatamadığı
Yazar Murat Can Kibiroğlu, Mısırlı Yazar Necip Mahfuz’un 1947 yılında yazdığı ve kendisine 1988 Nobel Ödülü’nü kazandıran ‘Midak Sokağı/Sukak el-Midak (Hür Yayın-Güler Dikmen Nalbantoğlu çevirisi/1977)’ romanının sahne uyarlamasını iç oyun olarak almış, Süreyya’nın öyküsüne bağlamış. Süreyya’nın yaşam öyküsünü, Kahire’de Abbas adlı genç bir berberin, sokaktaki kavgacı ve geçimsiz dilber Hamide’ye olan aşk öyküsüyle harmanlamayı neden amaçlamış doğrusu anlayamadım. Anlamadım anlayamadım, ama Hamide’nin ve Süreyya’nın küçük dünyalarındaki olayları, duygu, düşünce, davranış ve yaşam felsefelerini özgün ve akıcı bir dille ‘insan’ı arama-bulma noktasına taşımasını sevdim. Gel gelelim, Midak Sokağı’nda yaşayan insanların farklı yaşam beklentileri, yanı sıra Hamide’nin sınıf atlama tutkusu sonucu düşmesiyle, Süreyya’nın oyuncu olma tutkusunu ne yaptım ne ettimse bir araya getiremedim. Kibiroğlu, tiyatro sanatına özgü karşıtların çatışmasından doğan hareketi fazla işlememiş gibi geldi bana! Sevgisizliğin, sevginin, yalnızlığın, birey olmanın, aldatılmanın, hastalanmanın altlarını bana sorarsa yeterince çizmemişti… Gene de Murat Can Kibiroğlu’nun betimlemeleri ve içten biçemiyle umut salgıladığı gerçeği, oyun sonunda içime sindi.
Cem Kaynar’ın Dramaturgik Alanı ve Sahnesel Yapısı
Oyunu yöneten, aynı zamanda Düşevi Oyuncuları topluluğunun Genel Sanat Yönetmeni olan Cem Kaynar, Kibiroğlu’nun soyut öğeler içeren metnini önce biçimsel olarak ele almış, ama anlamı hem dramaturgi alanında, hem de sahnesel yapıda aramış. Metnin anlam ya da anlamlarının dibine dalmış, metnin ve gösterimin karşılıklı birbirlerini koşulladığı, birbirini ifade ettiği başarılı bir sonuca ulaşmış. Şarkıları nedense ‘playback’ yapmış. Yapmış da, keşke senkron (‘eş zaman’ anlamında kullanıyorum) tutsaymış! Tutmamış. Ersoy Çelikpazu, ‘nohut oda, bakla sofa’ sahneye olabildiğince akılcıl bir sahne tasarlamış. Gülnur Çağlayan imzasını taşıyan kostümlere diyeceğim yok, ‘matluba’ uygun ve zevkli. Emre Örgüt’ün hareket tasarımı, Olcay Saral’ın müzikleri başarılı. Ersoy Çelikpazu’nun ışık tasarımına bu olanaklar dahilinde kötü dersem çarpılırım. Hele ikinci perdenin başındaki parlaklık derecesini bir daha gözden geçirirse, hele hele finalde sahne üzerindeki rengi, sahneye ulaşan renkle uyuşturabilirse başarılı dahi sayabilirim.
Gelelim Oyunculuğa
Oyunculardan Seçkin Bıldırcın ve Olgun Aydın görevlerini ‘bihakkın’ yapmaktalar. Olgun Aydın’a sahnede hiçbir hareketin, hiçbir çabalamanın, hiçbir eylemin gerçek yaşamdakinden daha kolay ve de engeller olmaksızın ‘icra’ edilemeyeceğini anımsatacağım. Mübeccel Yalçın’ın duyguları, isteği ve aklı ateşleme becerisi var. İçsel tekniğini geliştirebilirse istenilene (‘istediğime’ demiyorum) ulaşmış olacak. Manolya Kul, fiziksel ve psikolojik yönelimlerden oluşan skora kendince yaklaşabiliyor, ama bir rolü coşkusal olarak yaşamanın yaratıcı sürecini de iyi öğrenmeli. Bir de, Anne karakterini fiziksel biçimlendirmesinde, karakteristik coşkular ifade etme yöntemlerini işletmemesini eleştireceğim. Ferda Kaynar’ı ise Süreyya’ya sıvadığı incelikli duygular için kutlayacak, repliklerini biriktirmiş olduğu tüm içsel malzemeyle belirgin anlar dizisinde billurlaştırmasını alkışladığımı söyleyecek, ancak ‘dev aynası’na ‘deev aynası’ demesini eleştireceğim.
Sonuç olarak, sizin benim eleştirilerime pek kulak asmamanızı dileyerek, Düş Oyuncuları’nın oyunlarını nerede yakalarsanız mutlaka izleyin diyeceğim.
Sonrasında izin verirseniz, Süreyya’ya emeği geçenlerin alınlarından öpeceğim.
Üç Ünlüden Üç Ayrı Şölen
İstanbul, geçen hafta ardı ardına üç önemli sanat olayını içine sindirdi. Bunlardan birincisi Fazıl Say’ın (1970) Piyano Resitali idi.
Övüncümüz olan bu genç dahi, Mozart’ın (1756-1791) Türk Marşı’ndan sonra Chopin’in (1810-1849) gece müzikleriyle bestecinin yüzeyde bastırılmış, ancak alttan alta durdurulamayan tutkularını CRR Konser Salonunun dış kapısına kadar saçtı. Sonrasında, gene Chopin’in etütlerinin çabuk-ağır-çabuk şemaları içinde, sanki “Hayat bir savaş mıdır” düşüncesini tartışmaya açtı. Fazıl Say, bana öyle geldi ki Opus 25 No. 12 Do Minör piyano etüdü eşliğinde kendi sorduğu soruyu “Hayat bir oyundur” diye yanıtladı. Beethoven’in (1770-1827) ‘Ay Işığı Sonatı’nın Adagio Sostenuto bölümünde, bence görme özürlü küçük bir kıza ay ışığını tanıttı. Allegretto’da yaşamı savaş alanı olarak gören ademoğlu ve Havva kızlarının kulaklarında “İnsanlarla uzlaşmak yerine savaşmak niye” sorusunu patlattı. Presto Agitato’da, ‘forte’ duyurulan yarım notaların yarattığı kesin kararlılık vardı, arpejler sağa sola huzur içinde dağıldı. Kendi bestesi ‘İstanbul Albümü’ndeki orkestra eserlerinden piyano için yaptığı uyarlamalarını, derinlikli yorum kavrayışlarıyla rengarenk çiçekler haline getirdi, göz kamaştıran bir buket olarak dinleyicilerine uzattı. Bis olarak, Mozart’ın 11 numaralı La Majör Piyano Sonatının Allegretto bölümüyle doğaçlama caz yaptı, konuklarını evlerine kıpır kıpır devindirterek yolladı.
Midas’ın Kulakları
Fazıl Say Piyano Resitali’nin devrisi gününde, bu kere Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda, Ferit Tüzün (1929-1977) ile Güngör Dilmen’in (1930) ortak yaratısı, Türk Operası’nın en seçkin eserlerinden Midas’ın Kulakları’nın konser versiyonunu izledik/dinledik. Libretist-besteci ortak çalışmasının gerçek örneği olarak anılan bu opera eseri, ülkemizde değişik zamanlarda birçok kez seslendirilmişti, ama bu kere Yekta Kara yönetiminde dinleyicisiyle bambaşka bir biçem içinde buluştu. Orkestra bu kez çukurda değil, sahne üzerindeydi, koro iki dev kuleye yerleştirilmişti ve Yekta Kara, rejisinde görselliği bir dirhem olsun göz ardı etmemişti. Mizansen, kesintisiz akıp gitti. Berberbaşı’nda Tiyatro Sanatçısı Rutkay Aziz, Çığırtkan’larda Tenor Barış Yanç ile Bariton Ünüşan Kuloğlu, Heykelcibaşı’nda Bas Sabri Karabudak, Midas’ta Bas Tuncay Kurtoğlu, Apollon’da Bas Burak Bilgili, Pan’da Tenor Cenk Bıyık, Ay Tanrıçası’nda Soprano Feryal Türkoğlu aldıkları alkışı analarının ak sütü gibi hak etti.
Sanat Karşısında Duyulan Alçakgönüllülük
Sadece bir kez icra edilecek bu yalın mı yalın sahneleme olayında, Yekta Kara’nın yönetimi dışında Şef Gürer Aykal’a da, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’na da, Koro Şefi Gökçen Koray’a da, Borusan İstanbul Filarmoni Korosu’na da, iyi üstü ışık tasarımını yapan Kemal Yiğitcan’a da alkış yağdı. Fazıl Say gibi onlar da, alkışlara “Aldım, kabul ettim” deyip kulise gittiklerinde, bilinçsiz, ama fevkalade doğal olarak kazandıkları başarı eşliğinde, hiç kuşkum yok ki sanatın kişisel olmayan ününü paylaşmaya başladılar. Fazıl Say, parmaklarını tuşlardan çektiğinde kaskatı bir yüzle, kendine sunulan alkışları alarak, vahşi ve yalnız gençliğine hainlik etmek değil, kendi kendine gülüp durmak istiyor gibi gelmişti bana. Solistler de, orkestra ve koro üyeleri de, oyuncu da, Gürer Aykal da, Gökçen Koray da, Yekta Kara da yaşamlarını ağırbaşlı bir duruma sokmaktan korkuyormuş gibiydiler. Kimseye çaktırmadan deyivereyim: Onlar da (Fazıl Say ile birlikte) sanatçının “sanat” karşısında duyduğu alçakgönüllülük içinde, geçen hafta İstanbul’da bir kez daha yüceldiler, yükseldiler.
Her Durumu Heykele Dönüştürmek İsteyen Bir Heykeltıraş
Midas’ın Kulakları’nın hemen ertesinde, dünya sanat mirasını özümseyen, sanatın özünü bozmayan her türlü yeniliğe, tekniğe, teknolojiye gözü ve yüreği açık bir başka dünyaca ünlümüz Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un (1939), ‘Zamanın ve Mekanın Suretleri’ sergisi için İstanbul’un Tophane-i Amire’sindeydik. Bir kez daha tanık olduk ki, Mehmet Aksoy her durumu heykele dönüştürmek isteyen bir sanatçı. Sergilenen eserler metaforikti (sözcüğü ‘değişmeceli’ anlamında kullanıyorum) ve eserlerinin her birini kavramlarla, imajlarla yaratılan formlar üstünden konuşturmuştu. Öykünmemişliği, kişiliği, yaşadığı coğrafyayı, toplumsal refleksleri belirgindi.
Mehmet Aksoy’un elini ‘tebrik babında’ sıkarken anladım ki, o da içgüdüsel ve alaylı bir biçimde ‘başarı’ denileni kabullenmemeyi, başarıyla yetinmemeyi, hatta bir anlamda geri çevirmeyi bile istedi. Çünkü o da tıpkı Fazıl Say gibi, Yekta Kara ve ekibi gibi sanatının kazançsız ve özgür olması evresini elden bırakmak istemedi. Tophane-i Amire’den çıkarken baktım da, her bir heykel Mehmet Aksoy’un özgün şarkısını ayrı ses tınılarıyla söyler gibiydi.