Üstün Akmen
Kabare sever misiniz?
En azından, (alkışı bol olsun) Erkan Yücel’in 1980’lerdeki Ankara Halk Tiyatrosunu ya da 1990’lı yılların başındaki Devekuşu Kabare’sini bilmiyorsanız bu soruya yanıt vermeniz bence hayli zor! Ammaaa 2001 yılının başında kurulan Ali Erdoğan/Kabare Dev Aynası’nın oyunlarını bunca yıldır izlemekteyseniz soruya olumlu yanıt vermeniz pekâlâ mümkün.
Tiyatro Hayatın Aynasıysa, Kabare Dev Aynası
Kabare, her türlü güncel sorunu ince bir alayla, iğneleyici, yerici, taşlayıcı bir tutumla ele alıp toplum eleştirisine yönelen bir tiyatro türü. Özellikle siyasal ve toplumsal konulara yoğunlaşan kabarede şarkılar, danslar, skeçler (“oyuncalar” anlamında kullanıyorum), monologlar, hatta saydam gösteriler, hatta ve hatta kısa filmler bile yer alıyor. Kabare izlenirken gülünür, çünkü kabare eğlendiricidir, ama temelinde ciddiyet vardır. Olaylara, insanlara; zaman zaman da insanların kendilerine mizahi gözlükle baktıran, belirli bir olgunluk ve uygarlık aşamasıdır kabare. Bir diğer anlamda insanın savunma (“defans” anlamında kullanıyorum) mekanizmasıdır. Trajik olanın içten itirafı olan hümoru (mizahi olanı) açığa fışkırtır. Mizah, insanın içini ısıttığı gibi, soyut benzetmeler içe yansır, umudunu kışkırtır. Haldun Taner Hoca’nın tanımıyla, “tiyatro hayatın aynasıysa, kabare dev aynasıdır”.
Benim Utanç Vesilem
Ali Erdoğan’ın (1964)’ın, sahne tozunu oyuncu kimliğiyle afiyetle yuttuğu ilk tiyatro Ankara Halk Tiyatrosudur, anımsarım. 1987’de İstanbul’a gelmiş, Nokta Tiyatrosunda ve Devekuşu Kabare Tiyatrosunda irili ufaklı rollerde oynamıştır. 2001’de ise kendi topluluğu Kabare Dev Aynası’nı kurmuş ve eğilmeden bükülmeden taaa bugünlere getirmiştir. Günümüzde düzenli olarak her sezon kabare oynayan (yanılmıyorsam) tek ve örnek tiyatrodur. On bir yıldır günceli kovalayan, güncel olayları avuçlayan ve sahneye taşlama şeklinde getirip yansıtan “İlişkime İlişme”, “Külahıma Anlat, “Yolumuzu Bulalım”, “Sansasyonun Kadar Konuş”, “İnsanoğlu İnsan, “Küçük Ama Önemli Bir Rol”, “Başka Kapıya”, “Tıpkısının Aynısı”, “Külahıma Anlat” gibi oyunları yazmış, yönetmiş, doğal olarak oyuncuları arasından başrolü kapmıştır.
Benim bunca yıldır hiçbirini görmemiş olmamın tarifiyse, kelimenin tam anlamıyla utançtır.
Kadro Derli Toplu, Ciddi Ve Fevkalade Disiplinli…
Ali Erdoğan, 2011-2012 sezonu için Haldun Taner’e duyduğu vefa borcunu ödemek amacıyla, Taner Usta’nın gülmece sanatının doruğu sayılan “Vatan Kurtaran Şaban” ve “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” oyunlarından bir kolaj yapmış, sahneliyor, izlenilirken seyirci oyun boyunca kendisiyle eğlenerek hesaplaşıyor, toplumun nabzı Kabare Dev Aynası’nda tutuluyor. Alenen ve göğsümü kabarta kabarta açıklamalıyım ki, kadro derli toplu, ciddi ve fevkalade disiplinli…
Birinci perdede Haldun Taner’in 1965 yılında yazdığı “Vatan Kurtaran Şaban” izleniyor.
Günümüzle Örtüşmeyen Replikler Değiştirilmeli
“Vatan Kurtaran Şaban”dan bölümler izlenirken genel bozukluklar, ölçüsüzlüklere karşı o gün bu gündür sosyal adalet anlayışsızlığında pek önemli değişiklikler olmaması gerçekten şaşkınlık yaratıyor. Şaban (Ali Erdoğan) ve Mısta’nın (İsmail Can Törtop) oyunculuklarıyla olayların gülünç, eğlendirici yönlerinden hâlâ ders çıkartılabiliyor. Oyuncular, toplumsal geri kalmışlığı dev aynasında büyüterek, ama asla abartmadan seyirciye aktarıyor. Bu bölümde sadece film çekimi tablosundaki eski video kamera ile “Önce çekelim, sonra prova yaparız” ve “Kaset bitiyor” replikleri günümüzle örtüşmüyor, bana kalırsa güncelleştirilmesi gerekiyor.
Bir Espriden Öbür Espriye Ritimli Geçmek
Oyunun ikinci bölümündeyse, Taner’in II. Meşrutiyet’ten 1960’ların sonuna değin bir zaman dilimi içinde Cumhuriyet yakın tarihinde gerçekleşen toplumsal değişimleri Vicdani ve Efruz adlı iki karakterin yaşam hikayeleri aracılığıyla anlattığı, yazım yılı 1964 olan “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”dan dört skeç yer alıyor. Bu bölümde de oyuncular kabare türünün gerektirdiği ölçüde hızlı oyunlarıyla izleyici ilgisini diri tutmayı başarmakta. Ali Erdoğan, esprili repliklerinde alışılageldiği gibi “nasıl ama” havası atmıyor, bir espriden öbür espriye ritimli geçmesini biliyor. Sahneye koyan olarak da sahnenin tanrılarıyla tiyatronun gizemini güzel, hem de pek güzel bağdaştırıyor.
Ali Erdoğan’ın Sarhoş Tiplemesini Görmek Gerek
“Şakayla Söyler Haldun Taner”de Murat Kızılkaya’nın ışık/ses tasarımlarına karışmayacağım, Mahmut Tibet’in karikatürlerden oluşturduğu dekor anlayışına değinmeyeceğim, ama “black-out”lardaki boşluğun tempoyu etkilemesini, “Psikanaliz Skeci”nin fazla uzun tutulmasını eleştireceğim. Bunun dışında, “Sarhoş Skeci”nde Ali Erdoğan’ın sarhoş tiplemesi için, sahnelerimizde yıllardır bu kadar dengeli bir sarhoş canlandırılmadığının altını çizerek, Ali Erdoğan’ın şarkı sözü ve müziklerini sevdiğimi söyleyeceğim.
Sıra Oyunculukları Didiklemeye Geldiğinde…
Ali Erdoğan, oyun sırasında sahnedeki oyun arkadaşlarını görüyormuş gibi görünmek yerine, gerçekten görme olgunluğuna erişmiş bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. İsmail Can Törtop, üstün derecede sezgili ve yeteneğini cömertçe seriliyor. Sanırım Yönetmen Ali Erdoğan, Ümmühan Kıldiş’in nasıl bir anlayışa, görüşe, ayırt etme gücüne sahip olması gerektiğini pek iyi işlemiş ki, bende Kıldiş içsel itkilerini geliştirirse hiç kuşkum yok daha da iyi olacak imajı yaratıyor. Sibel Erkan, hareket ettirici güçlerini kavrayabilecek olgunlukta, gelecek açısından gerçekten umut filizlendiriyor. Bir oyuncu olarak oyun içinde bazen hareketsizlik lüksünü bile yaşaması elbette Eleştirmen Amca’sının gözünden kaçmıyor.
Cihan Bektaş, Merdan Karan rollerine fizik olarak da uymuşlar, rolleriyle uyum da sağlamışlar. Çağla Şadoğlu ise görevini iyi niyetiyle başarıya ulaştırmakta.
Haldun Taner Yıllar Sonra Gene Kahkaha Attırıyor
Kısacası, Haldun Taner yıllar sonra bu kere de “Kabare Dev Aynası” aracılığıyla ve de Ali Erdoğan’ın pek güzel yakıştırdığı “Şakayla Söyler Haldun Taner” başlığı altında insanlara iki saat boyunca kahkaha attırıyor.
Kahkaha, kahkaha atanın zihnini açıyor.
Kahkaha atanın zihni açılınca, kahkaha atan dünyaya daha rahat meydan okuyabiliyor.
İnanmayacaksınız belki, ama insan vallahi iyiden iyiye ferahlıyor.
Romanı Tiyatro Dilinde Anlatmak: Fınazzer Flory İstanbul’daydı
Edebiyat hiç kuşkum yok ki paylaştıkça çoğalan ve sonsuzluğun kapısını aralayan, bireysel zeka ve kültürü geliştirici bir araç. Bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasına ve toplumsal gelişime katkısı da elbette yadsınamaz. Ülkemizde bu uğurda çaba harcayıp Nâzım Hikmet gibi, Can Yücel gibi, Cemal Süreya gibi şairlerimizi şiirleriyle sahneye taşıyanlar tiyatrocularımız mıh gibi aklımda, hiçbirini unutamıyorum. Hatta Yahya Kemal’den, Behçet Necatigil’e, Orhan Veli’den, Asaf Halet Çelebi’ye, Necip Fazıl Kısakürek’ten, Nâzım Hikmet’e İstanbul üzerine yazılmış yirmi sekiz şiiri derleyip “Şiir Tiyatrosu” yapanları da tanıyorum. Öykünün sahneye uyarlanabileceğinin en güzel örneğini Hilmi Zafer Şahin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının 2011-2012 sezonu oyunu olan “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” ile gösterdi, Romanın da sahnede “okunabileceğini” doğrusunu isterseniz hiç düşünmemiştim.
Flory, İyi Bir Tiyatro Yazarı Ve Yayıncısı
Düşünmemiştim, ama geçenlerde tanıklık ettim. Milano’da yaşayan İtalyan Tiyatro Adamı Massimiliano Finazzer Flory’den Alessandro Manzoni’nin (1785-1873) 1825 yılında yazdığı “Nişanlılar-I Promossi Sposi’yi izledim. (Bkz: Paravia Torino 1961//Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1945 Ragıp Ögel ve Literatür Yayınevi-2003 Necdet Adabağ çevirileri)” Flory, iyi bir tiyatro yazarı ve yayıncısıydı. Aynı zamanda felsefe ve edebiyatın iç içe geçtiği kültürel etkinliklerin yaratıcısı ve küratörü olarak tanınıyordu. Biçemiyle 19. yüzyıl İtalyan yazarlarının pek çoğuna örnek olan “Nişanlılar” adlı eserini, İstanbul İtalyan Kültür Merkezinin tiyatro salonunda, İtalya’nın İstanbul Başkonsolosu Gianluca Alberini ve İtalyan Kültür Merkezi Müdürü Gabriella Fortunato’nun himayelerinde yorumladı. Flory’ye bu performansında danslarıyla Verona Arenası dans grubundan Ghislaine Valeriani ve Milano Giuseppe Verdi Orkestrası kemancılarından Elsa Martignoni; Verdi, Mascagni, Bellini, Paganini, Rota ve Berio’nun müzikleriyle eşlik etti.
İtalyan Romanında İlk Kez Halkın Yazgısı Konu Ediniliyor
Flory bu halk romanını sahnede küçük devinimlerle “anlattı”. “Como gölünün, kesintisiz uzayan iki sıradağı arasında dağların girinti ve çıkıntılarına göre koylar ve körfezler oluşturarak güneye yönelen kolu, sağda bir dağlık burun ile solda geniş bir kıyı arasında birdenbire daralır ve yatağında akan bir nehir biçimini alır” diye başladığı anlatımında, Lombardiya’nın 17’inci yüzyıldaki nefret konusu İspanyol egemenliği döneminden kesitleri yansıttı. Bu bölgenin kültürüne ve göreneklerine ilişkin olarak, Manzoni’nin aslına uygun çizdiği tabloları sesinde pek fazla nüans farklılıkları katmadan izleyicisine yansıttı. Çağın siyasal durumuna uygun koşutluklardan söz etti. Yapıt, demokratik Hıristiyanlık anlamında derin bir dinsellik içeriyordu ve o tarihte ilk kez kitleleri konu alan gerçekçi tabloları olabildiğince sakin bir biçimde ve yerli yerinde vurgulamalarla anlattı. Halktan gelen insanların yazgıları, ilk kez bir İtalyan romanına konu olmuştu, roman bu açıdan da hayli ilginçti. Renzo ve Lucia adlı ipek dokuyucuları birleşmeden önce türlü engellerle cebelleşti. Manzoni’nin yapmacıksız ve arka planda gülmece öğesini canlı tutarak yazdığı roman, anlatıcısının güzel ses tınısında da kendini buldu.
Altı Yüz Sayfanın Üzerindeki Roman
Romantik olmaktan çok gerçekçi nitelikler taşıyan ve altı yüz sayfanın üzerindeki eseri Flory, bir buçuk saatlik bir süreçte bitirdi. Eleştirmen yanım boş durur mu hiç, salondan çıkarayak Don Agnese’nin, Abbondio’nun, Renzo Tramaglino’nun, Lucia Mondella’nın, Perpetua’nın, Avukat’ın falan repliklerini, bir köşede tek huzme ışık altında keşke iki ayrı oyuncu minik jestlerle oynayarak okusaydı, Flory sadece “anlatıcı” kalsaydı diye içimden geçirdim. Mademki Flory, dönemine uygun kostüm giymişti, o halde müziklerin de Barok döneminden seçilmesi gerekirdi diyerek eleştiri oklarımdan birini daha çektim.
Sonrasında dur durak dinlemedim.
Bizden de birinin çıkıp, örneğin Yaşar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor”unu, Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”unu, Sait Faik’in “Kayıp Aranıyor”unu, Kemal Tahir’in “Köyün Kamburu”nu, Suat Derviş’in “Çılgın Gibi”sini ve benzerlerini okumamış/okuyamamış olan okurun kafasına sahneden çakmasını diledim.
Çok şey mi istedim?
Massimiliano Finazzer Flory’yi vallahi pek sevdim!