Mimesis Söyleşi – Gizem Aksu’nun dansçı, koreograf ve dans eğitmeni Esra Yurttut’la yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.
Kendini biraz tanıtabilir misin? Özgeçmişin olabilir, şu an neler yaptığın, nasıl hissettiğin olabilir. Sen nasıl anlatmak istersen…
9 yaşımdan beri dans etmeye odaklı oldum ve bir şekilde hep hareket halindeydim. Hareket hali algısının kafamdaki yerleri sürekli değişti tabi..Eylem bilinçten çok daha önce geldi. Küçücükken bale yapmaya başladım. 92’den beri bale/dans eğitimi alıyorum, 2004’ten beri proje üretiyorum ve eğitmenlik yapıyorum. Hepsi de hala devam ediyor aslında..
Ailen mi teşvik etti?
Şöyle oldu, ben utangaç bir çocuktum; baleye gitmek istiyorum diye bir ses çıkınca, beni hemen götürmüşler. İlkokul 4’ten itibaren yarı zamanlı konservatuara gitmeye başladım. Sonra hocaların tavsiyesiyle tam zamanlı sınavlarına da girdim. Annem Galatasaray’da okumamı istiyordu; hatta anadolu liseleri sınavları için baya hazırlanmıştım, kursa gidiyordum ve özel ders de alıyordum. Daha sonra konservatuara girince zamanında dersleri almış olmamın hayrını çok gördüm, malum kültür dersleri daha hafif geçiyordu meslek derslerine göre… Bütün sınavlara girdim, konservatuarı kazandım. Dört kişiden biri oldum. Ailem hep destek oldu. Çok uzun zaman bale yaptım. Çok uzun diyorum çünkü bazen gerçekten çoook uzun geldi baleyle geçen zamanlar ve bazen bitmiyor gibi geldiği de oldu. Sonra sorular sormaya başladım; neden öyle, niye geçmiyor, iyi yapabiliyor muyum gibi…
Yaşın kaç bu sırada?
Lisedeyim. Lisedeyken sıkıntılarımı çok daha somut hissetmeye başladım. Yapmaya devam etmekten vazgeçemiyorum, ama bir sürü problem de var. Daha iyi bir eğitim almam gerektiğini düşündüm ve Ankara’ya gitmeye karar verdim. Hacettepe’nin sınavlarını deneyecektim ve kazanabilirsem, baleye devam edeceğim dedim. Geçemezsem belki de devam etmemeliyim, başka bir şey mi yapmalıyım derken, gittim. Hacettepe’de devam ettim üniversiteye, bu farklı bir eğitimdi. Çok daha oturmuş, çok olumluydu pek çok açıdan.
Ankara’da okumaya başlamak aileden uzak, denizsiz… Kendime bir yer kodladım, hiç gitmediğim bir yer. Orası denizmiş diye düşündüm. Oraya gitmemeye devam ettim. Ama deniz orada… Kandırmacalar yapıyordum ama Atakule’ye çıktığım an en fena andı, tüm Ankara’yı görmek. Her haftasonu İstanbul’a gidiyordum, aileyi ve denizi görmeye.
Balem gelişmeye başladı okulda, orada zayıf olmak da benim alışmış olduğumdan daha önemli bir noktadaydı. Her pazartesi tartılıyorduk ve 350 gram fazla çıkabiliyorduk mesela. Ben mutluyken hiçbir zaman şişman olmamıştım zaten. Bu uygulama bende ters tepti. İlk hafta 350 ise, ikinci hafta 1 kilo vermem gerektiği söylendi , sonra 1.5 derken , ben toplamda 10 kilo aldım. Bu sistem bende işlemedi ve dünyayı yemeye başladım. Yemekhanede iki tabldot yediğimi biliyorum; tatlının suyuna ekmekler batırarak yediğim zamanlar oldu. Böyle fiziksel bir değişim oldu.
Aynı dönem 2000-2001 civarı çıplak ayakla yere basmak, göz göze gelip diğer bedenlerle ilişki kurmak, fiziksel güven gibi başlıklar altında deneyimler edindim. 2000’de Dans Platform ve ODTÜ’de Çağdaş Dans Günleri sayesinde … Neler hissetiğimi anlatamam, çıplak ayakla yere basmak … Ne diyorlarsa yüzde yüz yapmak istedim ama hayatım bir yandan baleyle devam ediyor tabi…
Sonrasında sahnede çok güzel bir an yaşadım. Yabancılaşma… Okulun sene sonu temsilini yapıyorduk. Hareketin ortasında… Tütüye bakıyorum, ayaklarıma-ellerime bakıyorum. O kadar ben değilim ki… Ne olduğumu bilmiyorum ama böyle olmadığımı biliyorum hissini yaşadım. Sonra önlisansımı aldım ve Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a döndüm, iki senelik Ankara macerasından sona erdi. Bu arada ben oradayken Hacettepe’de, Modern Dans Bölümü açıldı. Ben orada bale okurken, oradaki öğrenciler de ilk senelerini yaşıyorlardı. Derslerinden çok etkilenmiştim, bölüm değiştirmeyi düşünmeye başladım, Handan Ergiydiren’le konuştum. O beni Mimar Sinan’a yönlendirdi. Biz daha çok yeniyiz, orası oturmuş bir bölüm, git orada al eğitimini, zaten İstanbullusun, dedi. Onun yönlendirmesiyle Mimar Sinan’a girdim. Burada uzun bir eğitim hayatım oldu. Totalde 6 senede, sınıf atlayarak mezun oldum.
Sonra bir ara kendi hikâyemi yazmaya başladım (bunun için Muzaffer Evci’ye teşekkür etmeliyim). Bu hikâye yazılırken bir sürü temizlenmeler yaşadım. Hikâyenin birçok kez üstünden geçtim. İlk hali çok anlaşılmazdı; sonra daha anlaşılır hale geldi. Son kelimesini yazdığım gün okuldan aradılar, bale dersi vermem için. Bir ay önce arasalar o kadar hazır olmayacaktım. Tam doğru zamanda bu teklif geldi. Kabul ettim, okula geri döndüm. Yüksek lisansa girdim, bale dersi vermeye başladım. Repertuar dersine de, sizinle geçen sene başladım.
Ve eğitmenlik yapıyorsun, onun haricinde koreografi de yapıyorsun.
Proje yapmak her zaman ciddiye aldığım bir şey oldu. 2004 yılında Burak Kolcu ve Emre Nişancı ile “noland” grubunu kurduk. Projelerimizi bu isim altında üretmeye başladık. Öğrenciyken de ödev ya da gereklilik nedeniyle proje yapmazdım. Bitirme projem hangisiydi onu bile hatırlamıyorum. Kollektif çalışmak her zaman ilgilendiğim bir alan oldu. Bu arada Emre müzisyen, Burak da sinemacı. Beraber “saat kaç?” ve “kağıt gemi” yi yaptık. Birbirimizden bağımsız olarak herbirimiz ayrı işler de yapıyoruz ama yollarımız her zaman kesişmeye açık. Emre’yle hemen hemen her projede beraber çalışmaya devam ettik hala da ediyoruz. Onun dışında başka müzisyenlerle ve farklı disiplinlerden insanlarla da ortak projeler yaptım “noland” adı altında. Bir ara projelerimde sadece ben dans edebilirim diye düşünüyordum ama bir kaç senedir, içinde dans etmediğim koreografiler yapmayı deneyimliyorum ki onun da harika bir tadı varmış.
Konu oraya gelmişken… Nasıl iş çıkardığından bahsedelim mi? Yaratım süreci nasıl oluşuyor sende; fikir ya da niyet geldikten sonra, çalışma disiplinin ya da tercihlerin nasıl oluyor?
Hepsi için ayrı ayrı söyleyebileceğim şeyler var. Genel bir şey söyleyemeyeceğim. Hepsinin bambaşka hikâyeleri oluyor. İçeride bir yerde yoğunluk; pek tanımlanamayan bir durum oluyor. Onu dışarı aktarma kısmında da proje çıkıyor galiba. Bir şey olmaya başlıyor ve ben de ona dâhil oluyorum gibi. Çeşitli yöntemler denemeye çalışıyorum mesela; daha biliyormuş gibi davranıyorum ama olacak olanı hiçbir zaman biliyor olmuyorum.
Senin topluluklarla çalışmışlığın var. Sanırım kolektif çalışmayı seviyorsun, çünkü Maya’da Kadıköy’deki grupla yaptığın çalışmayı izlemiştim. Bundan kolektif yapılan çalışmalara önem verdiğini de çıkarsıyorum. Solo çalışmak, ya da bir kolektif içinde, bir topluluk içinde çalışmak nasıl bir şey? Bir topluluğa girmek, oranın dansçısı olmak nasıl bir şey?
Ben ilk topluluk deneyimimi, baledeyken, Çağdaş Bale Topluluğu’nda dans ederek edindim. Sonra Cemal Reşit Rey Dans Tiyatrosu… Benim için çok önemli bir deneyimdi. Okula girdiğim ilk sene orada çalışmaya başladım. Tek bir başlık altında dört ayrı koreografla çalıştık. Kimlikler üzerine… Belki koreografi yapmaya başlamak için kafam orada açılmıştı. Tek başlık altında dört farklı yaklaşımı deneyimledim ve çok güzel bir deneyimdi gerçekten.
Kimler vardı?
Uğur Seyrek, Paul Clayden, Nicole Caccivio ve Geyvan McMillen. Ve hepsiyle çalışma fırsatım oldu.. Dans etmeyi yaşamak… CRR’nin kulisinde sahneye çıkmadan hemen önceki bir an var ki unutamam. Orada bir ayna vardır, sahneye çıkmadan önce göreceğin bir boy aynası… O aynada kendimi sahneye çıkmadan önce tütüsüz, topuzsuz ve çıplak ayakla gördüm, harika bir andı, biraz da inanılması güç.. Baledeyken, gösteriden bir gün önceki kâbuslarda olabilecek olan bir haldeydim ve şimdi o an rüya değildi ve ben mutluydum…
Bir sezon CRR de dans ettim ve sonra okula gidebilmek için ayrıldım. Bir süre okula devam ettim sonra Zeynep Tanbay’la Aksanat’ta çalıştım.
Türkiye’de çok alışık olunmayan bir sanatçı kimliği oluşturduğunu düşünüyorum.
Kesinlikle. O da çok önemli bir deneyimdi. Bir toplulukta çalışmak, company hayatı yaşamak, düzenli ders, provalar, yaratım süreci, Zeynep hocanın eski repertuarlarını da çalışmıştık, pek çok yönden oldukça verimli bir dönem geçirdim diyebilirim. Toplulukta çalışmak çok güzel bir şey kesinlikle. Ara ara proje bazlı çalıştığım başka gruplar da oldu. Grup çalışmalarını seviyorum ama onu da ayrı zorlukları oluyor tabi…
Sonrasında “ben bir şey demek istiyorum” diyen tarafımı dinlemeye geçtim. Diyecek bir şeylerimin olduğuna dair çok yoğun bir hissiyat diyebilirim.
Yurtdışına gitmeyi düşünmedin mi?
Düşündüm, çeşitli sınavlar denedim, denedim, denedim. İtalya’ya, Belçika’ya, Portekiz’e , Viyana’ya gittim ama kazanamadım. Hatta vize, bilet, zaman, para… Uğraşıp gidip, sınavı tamamlayamadan elendiğim de oldu.
Türkiye’den gidip sınava girmek değil de, orada olmak ve biraz da oranın havasında ve oranın kafasında olup sınava girmek farklı olsa gerek diye düşünüyorum?
Benimki, şu andan baktığımda, bir deli cesareti geliyor. Böyle bir gözü karalık… Bir yandan takdir ediyorum cesaretimi, helal olsun diyorum ama gerçekten şu an yapacağım iş değil.
Kadıköy’de çalıştığın grup tiyatro grubuydu galiba, aralarında tek dansçı sen miydin?
Buna cevap vermeden önce sanırım süreçten biraz bahsetmeliyim. 2010 etkinlikleri kapsamında Haydarpaşa Garı’nda Bahar şenliği’nde Gonca Yalçıner ve Ilgın Abeln in yönetmenliğinde “İstanbul İstanbul” isimli bir mekân tiyatrosu projesinde yer aldık. Bu ekibin içinde Kadıköy Sanat Tiyatrosu’ndan arkadaşlar, Çukurova Tiyatro mezunu oyuncular ve Güneş Çağlar da vardı. Güneşle okulda aynı dönemdeniz bu arada. İlk çalışmamız öyle oldu. Ve birbirimizi çok sevdik. Çok keyifli bir süreç geçirdik. Sonra kopamadık. Yönetmenlerimizden biri, Ilgın, Hollanda’da yaşıyor; işi yaptıktan sonra oraya geri döndü. Biz Gonca ile burada devam ettik. Gonca “Telesekreter” diye bir oyun koydu Kadıköy Sanat Tiyatrosu ekibiyle Güneş, ben ve o proje için Senem Ercan da ekipteydi. Provalarımızı KAST ın sahnesinde yaptık; oyun çıkınca hem orada bir kere de Maya Sahnesi’nde oynadık. O ara ben Dis.Ko isimli projemi yaptım ve KAST’tan Salih Usta ve Harun Başkan la beraber çalıştık. Sonra Gonca’nın yönetiminde bir proje daha yaptık, yurtdışına çıktık, bir göç hikâyesi üzerineydi.
Şu an onlarla devam eden bir proje yok, yeni bir projeye de başlamadık. Öyle çok güzel bir buluşmamız oldu. Şimdi bir durma, herkesin kendi koşuşturmaları içinde. Yine buluşuruz muhtemelen. KAST yeni oyun hazırladı bu arada. Bu aralar oynamaya başlıyacaklar.
Yakın geleceğe dair isteklerin var mı? Ya da insanın içinde geleceğe dair bazen hisler oluyor, paylaşmak istersen…
Var isteklerim ama olmadan paylaşmak istemiyorum sanırım..
İnsan sürekli değişiyor tabi. Mesela eskiden düzene karşı yani düzenli ve devamlı olan birşeye karşı çok negatif düşüncelerim vardı. Allah korusun derdim, tüm kalbimle bütün özgürlüklerimin kapanacağına inanırdım. Şu anda tamamen tersine döndü. Buradan özgürleşebileceğime dair bir algı geldi. Ve bu algıyla çok mutluyum. İleride de ikisinin ortasını bulup rahat ederim sanırsam…
Nasıl bir kırılma oldu bu? Çoğu insan böyle bir ikilemde kalmıştır herhalde? Sanatçı olarak bireysel özgürlükçü tarafının yanında özgür bir hareket alanı bulamayacağını düşünebilirsin, ki ben böyle olduğunu düşünüyorum. Bizim konservatuarda da bazen öyle olduğunu düşünüyorum. Hocaların bazen sıkışan bir tarafları var: evet sanatçısın ama bir yandan da devlet okulunun hocasısın. O devletin hocası olmanın gerektirdiği bazı konuşmaları yapmak, bazı kararları almak durumunda kalabiliyorsun.
İnsan daha geniş bakabilince çok rahatlıyor.” Okula gitmek zorundayım çünkü devletin hocasıyım” gibi bir algı değil. Sanatla ilgilenmenin verdiği heyecan ve açıklıkla her güne karşı duyulan isteği dinleyerek yapılan bir yolculuk. Her gün kendi motivasyonunu sağlarsan, aslında onun ne ad altında yapıldığı hiç dert değil. Neye hizmet ettiğiyle ve seninle ne kadar bağdaştığıyla ilgili… Kendince netsen, her şeyi söyleyebilirsin. Bunu, mecbur olduğumu düşünerek yaparsam yapmayayım zaten. Ama ben zaten oradaki paylaşım noktasına odaklanmışsam; her gün de gelirim, akşam da kalırım.
Nasıl bir şey senin için üniversitede eğitmen olmak? Öğrenciler sana yaşça yakın insanlar, beklentileri çok büyük olabilir? Ben bizim okulda hayalleri çok büyük insanlar görmüyorum; daha mütevazı bir okul olduğumuzu ama zamanla açılacağını düşünüyorum.
Dışarıda verdiğim derslerle ilgili de şunu diyordum: “Hiçbir zaman düzenli bir dersim olsun istemiyorum. Ben insanların hayatlarından geçmek istiyorum”. Düzenden bir kaçış vardı. Dolayısıyla okulda hoca olmak, bunun yüzde yüz tersini kabul etmek demek. Oysa düşündüğümden ya da korktuğumdan tam tersi oldu; çok daha derinleşebilen, güzel yerlere gidebilen, tanıdıkça samimileşen… Oradan gidilebilecek çok fazla yol olduğunu gördüm. Harika deneyimler yaşıyorum. Öğrenecek ve paylaşacak o kadar çok şey var ki. Sınırlı görünen “okul” ismi altında sonsuzluğu, umudu ve geleceği hissetmek..
Son olarak dans piyasasına dair görüşlerini almak istiyorum.
Öncelikle “dans piyasası” dediğimiz kavramın oluşmaya başladığına dair bir mutluluğum var. Pek çok olumlu şey söyleyebilirim bu konuda. Gelişmekte ve genişlemekte olan bir zamandayız. Bağımsız projeler üreten insanlar var, etrafta pek çok atölye var, sıkça gösteri izleme imkânımız var. Bu konuda eğitim veren bir okulun artık çok güzel stüdyoları ve kendi bünyesinde bir sahnesi var. Bütün bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Tabi ki bir yandan işin zorlukları, mutsuz sonla biten çabaları, umutsuzlukla boğulmak üzere olan anları da olmuyor demek değil. Yapılması gereken çoook ama çok şey var bir yandan pek çok imkan ve seçenek de var geçmişe kıyasla. Dolayısıyla şu anda çok daha fazla dans seyircisi var diye düşünüyorum.
Seyirci olduğunu düşünüyor musun?
Kesinlikle düşünüyorum. Artık pek çok festival oluyor, özellikle de İstanbul’da ve artık sadece kendi camiamız içinde birbirimizi izlediğimizi düşünmüyorum.
Noland gösterilerinden örnek verecek olursam, çok şanslıyız ki genelde tanımadığımız insanlardan oluşan seyircilerimiz oluyor. Bu çok mutluluk verici bir şey, paylaşım… Kargart’taki ilk gösterimizde bir baba ve kızı gelmişti. Biz Van’dan geldik, dedi. Benim kızım dans etmek istiyor, ben bunu gördüm dedi. Nasıl gördü bilmiyorum. Karga’daki gösteriyi o adam nasıl duydu bilmiyorum. O arada bir şey için İstanbul’a geliyorlarmış. Biz gösteriyi izlemeye geldik; çok beğendik, sizinle tanıştırmak istiyorum kızımı dedi. Küçük kızıyla tanıştırdı, acaba şimdi ne yapıyorlardır.
Umutsuz düşünmüyorum, kötüye gidiş olmadığı kesin, eksikler olduğu da kesin.
Sohbetimizin en başında bale yaparken, bilinçliliğin çok sonra geldiğinden bahsetmiştin. Dansın senin için o zaman ya da şu an ifade ettiği anlamlardan bahsedebilir misin?
Çeşitli kırılma anları, geçiş dönemleri var. Başta bilinçsiz, ama çok isteme hali vardı. Baleyle ilgili sorularım olduğu an; çoraplarınızı çıkarın, yere basın, diye bir komut geldi. Ve bende gerçekten elli tane kapı açıldı, her tarafımda. Ayaklarımı gördüm..
Bölüm değiştirdikten sonra bir sene boyunca bedenimden özür diledim. Ters ilişki kurmuşum. Hedef aynı. Dansla ilgili bir tatmin yaşamak istiyorum ama yöntemimi bulamamıştım.
Mimar Sinan tüm dersleri ve eğitmenleri aracılığıyla, bedenimin benden ayrı bir şey olmadığını anlatmaya başladı ya da ben onu anlamak istedim. O artık o kadar ayrılmışken, bedenim yapamıyor, ben de yapmasını istiyorum iken; biz zaten beraberiz ve bir şey demek istiyoruz. O noktaya gelmeyi bir aşama olarak söyleyebilirim.
Sonra, peki böyle güzel bir buluşma oldu ama niye kendimi sahnede konumlandırıyorum, o insanları karanlıkta bırakıyorum ve diyeceğim şey bu kadar mı önemli? Ona fazla kıymet verildiğini, bunun egosal bir durum olduğunu örtüştürdüğüm, durduğum bir dönem oldu. Okulu da bıraktım. Dağlara gidildi, toprağa basıldı, oradaki insanlarla dans edildi. Sürekli aramaya devam hali. Şu an kurduğum iletişimle, aramaya devam ettiğim için mutluyum.
Çok teşekkür ederim, zaman ayırdığın için.
Ben teşekkür ederim.
3 yorum
Merhaba. Söyleşi için samimiyetle teşekkür etmek istedim… Aramak,aslolan, öyle… ‘Haydarpaşa’da Bahar’ı iki kez izlemiş ve çok sevmiştim. İlgili bağlantıda birkaç fotoğraf da var. Sevgiler…
Fotoğraflar: http://deryayilal.deviantart.com/gallery/29347821
Esracığım, çok teşekkür ederim…Samimiyetle paylaştığın deneyimlerin beni de zenginleştirdi…yaratma cesaretin bana da güç verdi…SAMİMİYETLE!