Bilal Akar
Bilenlerin bildiği, bilmeyenlerin de ilgili bir blogdan hatta ana akım medyadan öğrenebileceği üzere Boğaziçi Üniversitesi’nde Starbucks’a ve üniversite yönetiminin kampüs ve yönetişim[1] algısına yönelik yaklaşık 20-25 gündür öğrenciler tarafından bir karşı işgal örgütlenmekte. Herhangi bir insanın, bu işgalin niteliği, süreci konusunda önyargılarla veyahut var olan tanımlamalarla ahkâm kesmeden önce mevzu bahis olan bloğu okuması gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda, öğrencilerin yaşam alanlarını işgal eden anlayışa karşı geliştirdikleri karşı-işgal veyahut öğrenciler arasındaki ifadesiyle –şenliğin- argümanlarını sıralayacak değilim. Kaldı ki bir “süreç” özelliği taşıyan bu hareketin kısaca özetlenmesinin yanlış olacağı kanaatindeyim. Bu yazıyı kaleme aldığım yerin eylem yeri – Boğaziçi Starbucks – olması da birazdan kuracağım “yaşam alanını ve hayat pratiğini değiştirme dönüştürme- söyleminin somut bir ifadesi olduğunu düşünüyorum. Zira Starbucks artık sadece 8 TL’ye kahve içilen bir yer değil, mekânın dönüştürülmesiyle alternatif var oluş şekilleri ve alternatif bir öğrenci sistematiği deneylerine mekân olmuş bir yerdir.
Özet olarak bu yazının konusunu, seyirci-oyuncu ilişkisinin farklı bir yaşam pratiği, yaşam kültürü eşliğinde ele alınması oluşturacaktır. Bu ele alış derinlikli bir analiz iddiası taşımamakta, sadece gözlemler üzerine tutulan notlar niteliğine sahip olmaktadır.
Ele almak istediğim teatral konunun irdelemesine geçmeden önce arka planın bu konuyu nasıl etkilediğini göstermek istiyorum. Boğaziçi Starbucks eylemliliği, 70’lerin klasik bir sol muhalefet işgalinden oldukça farklı dinamiklere sahip durumda. Olgusal düşünemeyen ve solculuğu sadece “söylemsel” bir sistem karşıtlığına, sistem karşıtlığını geçtim AKP, Amerika ve emperyalizm karşıtlığına indirgeyen muhalefetin anlayamadığı, anlamlandıramadığı bu oluşum temelde “bir yerin işgali” değil, bir yaşam pratiği, öğrenci kültürü, üniversite algısı tartışmalarının tezahürüdür. Şunu defaeten tekrarlama gereği duyuyorum ki bu yazının ve bu yazıdaki naçizane savların sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için en azından karşı-işgal bloğuna 15-20 dakikalık bir göz atmak elzemdir. Öte yandan şimdiye kadar gerçekleşenlerin ve yazılanların durağan kabul edilmesi de konuya dair çarpık ve eksik bir bakış açısı geliştirmeye neden olabilir çünkü yaratılmaya çalışılan alternatif kültür tartışmalarla, olaylarla, yaşananlarla diyalektik bir biçimde ilişkilenerek ortaya çıkacaktır. Bunun en net örneği şu anda, işgalin 20. gününde, günlük pratiklerin ve bu pratikler çerçevesinde örgütlenen ortamın eleştiriye tabi tutularak değiştirme, dönüştürme tartışmalarının devam etmesidir.
Konunun teatral yönüne gelecek olursak; şimdiye kadar burada gerçekleşen etkinliklere göz atmak gerekir. Bugüne kadar İstanbul Üniversitesi’nden bir grup kısa bir skeç sergiledi, işgalcilerin arasından tiyatro yapmakta olan insanlar İşgal Oyuncuları adı altında bir skeç oluşturdular, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları, Bertolt Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı oyunundan bir sahne parçası seçerek bunun üstüne bir dramaturji tartışması gerçekleştirdiler ve son olarak da Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi Mezunu ve İÜ ÖKM sahnesi mensubu tiyatrocular bir Augusto Boal sunumu ve bu sunum üzerinden Ezilenlerin Tiyatrosu pratiği sergilediler. Şahsi kanaatimce, Starbucks’ta örgütlenen ortamın ruhuna en uygun teatral etkinlik Ezilenlerin Tiyatrosu etkinliğiydi. Bu görüşümü desteklemek için bu işgalin bileşenlerine yeniden göz atmak gerektiğini düşünüyorum. Mevzu bahis olan eylemlilik, belli bir örgütün gerçekleştirdiği bir işgal değildir, süregelen sorunlar, toplantılar sonucunda, bu toplantılara ve tartışmalara yönelik üniversite ve Starbucks yönetimlerinin geliştirdiği tepkinin de etkisiyle gerçekleşmiştir. Burada halen açık dersler yapılmakta, okumalar düzenlenmekte, derslere ve sınavlara çalışılmakta, ucuz, sağlıklı, kaliteli yemekler pişirilmekte ve geceleri uyunmakta. İster istemez farklı bir pratik ve düzen varolmuştur. Bunları saymamın sebebi burada gerçekleştirilen teatral etkinliklerin ruhunun Piscator’un Politik Tiyatro’sundan farklı olduğunu belirtmekti. Her ne kadar bir işgal durumu vuku bulmuş olsa da burada dönem Almanya’sındaki gibi devrime yürüyen işçiler değil, çok farklı görüşü, hayat tarzı, olaylara karşı tavrı olan insanlar yer almaktadır. Bu mekândaki tiyatro etkinlikleri ajitasyona dayalı kuru bir kimlik taşımamaktadır.
Gerçekleşen teatral etkinliklerin ortak noktaları, bir sorunun bir derdin çevresinde gerçekleştirilmeleriydi. Hemen hemen hepsinde seyirciyi edilgen konumdan kurtarmak amaçlanmıştı. En azından seyirciden bir tavır geliştirmesi talep ediliyordu. Ancak, seyreden-seyredilen ilişkisinin kurulduğu etkinliklerle, Ezilenlerin Tiyatrosu formlarından olan Forum Tiyatrosu ve İmge Tiyatrosu etkinliği arasında doğal olarak büyük bir fark vardı. Her ne kadar tek bir günlük Boal etkinliğiyle insanların kafasındaki “tiyatro”, “seyirci”, “oyuncu” algılarının değişmesi mümkün olmasa da bir kırılma yaşattığı kesindi. Alternatif bir pratiğin deneyimlenmeye çalışıldığı bir ortamda alternatif bir seyirci-oyuncu ilişkisi insanların ilgisini daha çok çekti. Her ne kadar Brecht seyircinin konumu hakkında büyük devrimler getirse de günümüzde öğrencilerin maruz kaldığı Devlet Tiyatrosu, Özel Tiyatro pratiklerinin birçoğunun bu algıdan nasiplerini almadıkları kesin. Sahnelenen bir oyunun icrasının sadece “oyuncular” tarafından değil “oyuncu olmayanlar” tarafından da gerçekleştirilmesi sorunlar hakkında, katılımcı dramaturji ve sahnelemenin, oyunculuk üslubunun kolektif üretimi ve seyircilerin yorumlarıyla yeniden şekillenmesi bu teatral ilişkilenmenin en göze çarpan unsuruydu. Sonrasında yapılması planlanan Görünmez Tiyatro etkinliklerinin bu pratiğe bir süreklilik sağlayacağı kanısındayım. Boğaziçi Starbucks’ta kurulan bu ortam yıllardır üstüne tartışılan seyirci-oyuncu ilişkisi üzerine somut gözlemler edinebildiğim oldukça yararlı bir ortamdı. Söylemek istediğim şey, özellikle günümüzün gençlik-politik tiyatro gruplarının bu gibi pratikleri deneyimlemeleri gerektiğidir. Yaptığım bu ortam tasviri bir yandan, özellikle İstanbul’da tiyatro yaşamlarını sürdüren ve bu konuda kafa patlatan tiyatrocuların bu ortamı gözlemlemelerine ve kurdukları teorilerini burada pratiğe dökmelerine yönelik bir çağrıdır.
Bir takım gözlemlerimden yola çıkarak karaladığım bu yazıda değinmek istediğim temel dert, genç tiyatro grupları ulaşmak istedikleri insanlara ajitprop oyunlarla veya hap şeklinde hazırlanmış skeçlerle değil Boal’in geliştirdiği tekniklerle yaklaşmalarının, bu sayede mümkün olan “üretimi beraber gerçekleştirme” nin etkileşimi artırdığı kanısındayım. Bu durumda şüphesiz etkinliklerin etkilerini de artıracaktır. Sonuç olarak, genç kuşağın denediği, aradığı politik tiyatronun biçimi konusunda Augusto Boal’in pratiği oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Bu aktif, hareketli tiyatroyu ararken de Süreyya Karacabey’in o müthiş 27 Mart Dünya Tiyatro Günü yazısında değindiği bir noktayı da gözden kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum:
“Oyun bitip evlerinize dönerken, henüz sönmemiş ışıklarınıza ecnebi bir memleket gibi bakan çırak çocuklar geçer tiyatronun karşısından, operada asılı kalmış bir sopranonun sesini, kendi hayatının çığlığına ekleyerek, çok uykulu bedenini onu, sizlerle ters yöne götüren gece otobüsünün koltuğuna gizleyerek. Arka sokakta biri bıçaklanır, öteki umutsuzca sığınacak bir yer aramaktadır.
Hiçbiri tiyatronuzun içinden geçmez, hiçbiri sizi oyununuzdan utandırmaz, dışarısı, içeriyi doldurmaz. Binalarınızın önünden otobüsler geçer, tabut evlere ölüler taşıyan otobüsler. Hiçbiri orada durmaz, camlara başlarını yaslamış kent hayaletleri sadece ışıklarınıza bakar ve anlar, oradaki hayatın kendisinin olmadığını; anlar, giremeyeceği kapılardan bir kapıdır tiyatronuzun kapıları.
Söyleyin şimdi, böyle tiyatro olsa ne olur, olmasa ne? Kendini sokağa kapatmış bir tiyatro ölüdür, içinde çok üşümüş birinin ısınmadığı tiyatro sadece mezarlıktır. Gidin ve her gece gömün ölülerinizi.”
[1] İktidar hegemonyasını devam ettiren yönetim tarzlarının bütünü
5 yorum
Tek elestirim olacak: yonetisim icin verdiginiz tanim ile yonetisimin hic bir ilgisi yok..bunun dısında basarılar diliyorum..
Ben eleştirinize katılmıyorum. Yönetişim= governance ve bu da aslında her türlü hükümet/devlet/iktidar ilişkileri olarak okunabilir. bu bir şirket yönetimi de olabilir. Demokratik ya da katılımcı bir idare biçimi de tercih edilebilir elbet ancak Bilal Akar, Starbucks işgalcilerinin tam da kendilerinin maruz kaldığı ve varolan yönetişim algısı biçimine karşı bir dertleri olduğunu vurguluyor.
Teşekkür ederim ancak “yönetişim” tabiri için “Akp Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu” derlemesinde yer alan Deniz Yıldırım’ın “AKP ve Neoliberal Popülizm” makalesini kaynak olarak kullanıyorum. Bunu önceden belirtsem daha açıklayıcı olacaktı sanırım.
Yorumu yazdığımda Ömer Ongun’un yorumunu görmemiştim. Güzel bir biçimde açıklamış.
Bilal’in altını çizdiği gibi bana göre de Starbaks işgalinin en önemli özelliği alternatif bir hayat alanı inşa edebilme tahayyülü. Verili durumları altüst eden kolektif, karşılıklı dayanışmaya dayalı, doğrudan demokrasinin işlediği bir pratik nasıl kurulabilir… Bu sorular bilindiği gibi alternatif olma iddaasında olan (İstanbul’da son yıllara kadar özellikle İATP çevresinde toplanan topluluklarca) tiyatro grupları tarafından da ciddi bir biçimde gündemlerine alınmış ve hala farklı biraradalıklarla tartışılmakta. Tabi tiyatrolarda yaşanan örgütlenme sıkıntısı, öğrenci muhalefetinin 2000’li yıllardan sonra düşüşe geçmesi vs nin yarattığı olumsuz etki ortada. Bu noktada üniversite tiyatrolarının özellikle kendi içlerinde oluşturmaya çalıştıkları bu alternatif yaşam biçimini kampüsleriyle nasıl organik bir biçime sokacakları önemli bir soru haline geliyor. Çağımızın hastalığı narsisizm bu noktada tiyatro gruplarının da peşini bırakmıyor çoğu zaman ne yazık ki. İnşa edilmeye çalışılan pratiğin ‘dışarıda’ nasıl sürdürüleceği, ‘dışarı ve içeri’ ayrımının nasıl silikleştirileceği kendimize sormamız gereken sorular.